Ressam duruyor panonun karşısına resim yapıyor. Oraya düşünsel alanındaki fikirlerini akıtıyor. Akıttığı ise asla öz düşüncesinin kendisi gelip de panonun üzerine yapışmıyor. Aksine ressamın tüm düşünsel yapısı zihnen olduğu gibi ve hatta hatta daha fazlasıyla bozulmadan ve aşınmaya uğramadan duruyor.
Panonun üzerine yansıyan ise, ressamın elindeki malzemelere göre zihninin keyfiyetinin şemailinin dizilmesinden başka da bir şey dağildir. Öylece ressam, elindeki malzemeleri şekillendirip durur.
İşte ressamın panosu biz gibi… Süzülüp duruyor dehlizlerde… Rengârenk bürünerek… Akit akit paylaşarak… İşte biz de Allahın yarattığı sanatıyız. Allah nakış nakış bizi dokudu… Ruhundan üfleyip sonsuzluk tadı ile tatlandırdı.
Ressamın çizdiği resim ressamın dışında ama resmin ilmiyeti ise ressamın zihninde yani içinde…
İçinde de var(zihninde)… Dışında da var(panoda)… Bunun için ilminde ilmiyle kuşattı denir.
İşte bu hususu kendimiz ve âlemler için düşündüğümüzde, kendi mutlak nurunun içinde bir tutam nur olarak yapı bakımından bağımsızlaştıran, Nur-i Muhammedi içeriğinde nakış eyledi, denir.
Her an nakış eğliyor ve resim devam ediyor hep… Nakış işleme hep devam ediyor. İşte buna “Hay”dan gelip “hu”ya gitmek derler.
Örneğin kaba bir örnek verirsek, araba istedim duada diyelim, hemen bir araba çizilir panoya… Çünkü önceden çizilip bitse idi, zaten peygamber gelmezdi. Zaten bitmiş resim denirdi.
Evet, resim bitmemiştir ve her an çizim hem mutlak iradeye hem de mutlak irade kapsamında var edilen insani iradeye göre sürekli değişkenlik gösterir.
Bahsettiğimiz bu Nur-i Muhammedi, Van gölü gibi kapalı değil… Marmara denizi gibi açık… Sürekli suyu yenileniyor… Sürekli nuru devri daim oluyor… İşte bu işi İsrafil yapıyor…
En son merhale ise, Sur’a üfleyip tüm bir tutamı okyanusta yok etmek, nesyen mensiyya derler buna… Limenil mülkül yevm… Bugün mülk kimindir? İşte orada yaratılanlardan bir nefes kalmayacak ve cevap verecek yaratılmış bir irade ehli de bulunmayacaktır. Ve cevabı da bizzat Allah verecektir.
Tümünü yok etmek ikinci sur ile olacaktır. Sonra üçüncü surun emri gelecek ve yeniden nurundan bir tutam nur olan, Nur-i Muhammedi inşa edilecektir. İşte iki Sur arası bir ölüm oluyor…
Ayete kulak verelim; “Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz; öyleyken Allah’ı nasıl inkâr edersiniz? [Bakara: 28]”
Baksanıza ayete… Ayet der ya; ölüydünüz yani yoktunuz, o sizi var etti. İşte bu dünyada var olduk. Sonra öldürecek… İkinci surdan sonra… Tıpkı ilk gibi… Yok olacağız… Akabinde tekrar diriltecek kıyamette.
İşte bu ayet mutlak yokluk ve mutlak yaratılıştan haber verir… İşte iki Sur arasında hiç kimse olmayacak… Yoktuk zaten dünya’ya doğmadan önce… İki Sur arası gibi bir yokluk… Mutlak yokluk…
Ama Allah ilminde vardık… Ama nur içinde yoktuk… Daha doğrusu mutlak nur vardık yani Allah’ın veçhinin nurunda… Lakin bir tutam nurda şekillenmemiştik. Yani kayıtlanmamıştık…
Samediyet yani Samed zatın sıfatıdır. Sıfat ve isimler bazıları zata aittir. Bazısı da rahmanın rahmetine mütealliktir.
Veçhin nuru bize uzanır. Samed olan zat ise, muhtaciyetsizdir. İhlâs suresindeki açıklama ve oradaki sıfatlar Allah’ın celalini tanımlar. Cemalini tanımlarken ise, ilgili sıfat ve isimler faaliyette olur.
Örneğin hayat sıfatı cemalini tanımlar. Bu sıfat ile bize de yaratım babında hayat sıfatı müteallik olur. Evvel ve ahir… Cemal esması… Öylece bizim için bir başlangıç ve son biçilir.
Başlangıcımızdan önce evvel Allah… Başlangıcımızdan sonra ahir Allah… Zat için batın düşünülemez. Hiçbir kavram orada Mevzu bahis olamaz… Bilinen ise cemal nakşı…
Lahuti âlem ise, cemal ve celalin üzerinde müteallik olduğu tanımsızlık diyarıdır.
Celal sıfatında, asla mahdut olanlar bir seyre giremezler.
Dağa tecelli edince, toz buz olmuştu ya… İşte öyle… Cemal ise seyirde daim eder hak… Sınırlı olanlar…
Hani birbirimize deriz ya… Cemalini göreyim, ama celalini göreyim demeyiz…
Allah’a da öyle deriz. Çünkü celal de bir görüntü olamaz. Celal deyince kızgın azap gazap vs geliyor akla, lakin buradaki olay tümüyle bambaşka bir çerçevede ortaya konur.
Cennette Allah’ın cemalini görür iman ehli… Celali zatı nuruna da sirayet eder. Bölünmemiş nur ve hudutlanmayan mutlak nur. Cemal’i ise, bir tutam nurun içeriği olarak müşahede edilen alan…
Celal de zata müteallik… Mutlak zat ve öz nuru celal… Mutlak zat ve öz nurunun seyrine arz etmesi cemal… Yani mutlak nur celal, ve Muhammed’i nur cemal. Muhammedi nurun seyri ve gizli hazinenin zuhuru ve seyri…
İşte biz ancak teslimiyet ile bunun halini yaşarız. Yoksa kendimizi mürebbi zan ederiz. Suretsiz yani bilemeyeceğim hâlde yani hakikati olan durumda kalsın benim için. Yoksa gizli veya aşikâr şirkte şirket kurarız
Hani İmam rabbani ks cennette dahi görmem istemem demesi de bu hususta bize ipucu sunar. Cemalini gördüğünde, artık celaline dalma mevzusu son bulacak. Onun için de öyle duada bulunmuş.
Bu şu demek değildir, cemalini görmeyeyim… Bu şu demektir, cemalini gördüğümde, celalinden beni perdeleme, öylece celalinde tüm cemal kaybolsun. Yani fenafillâh halinin verdiği sekrin ortaya çıkardığı o sonsuz zevkin tadını orada da devam ettireyim. Bu konunun izahı Mektubatta yazılmamıştı… Ama izahı aynadan bu kadar aşikâr oldu.
Bu konular her gün yazılamaz. Çünkü insan dayanmaz. İçinde bir an gelir ve kıvılcım açılır. Hz. Musa’nın baktığı dağ gibi kişinin kendisi toz buz olur. O yüzden celal ile ilgili kimse yazmaz. Hep cemalle ilgili yazılır. Zaten yazılabilinirse, celal olmaz. Çünkü celal, işte yakıp yok eder tüm cemalleri. O yüzden de bahsedilmez.
Yani celal, korkulası bir şey değil… Kızgın falan değil… Aşkın olan demek… Ha deriz ya, yetmiş bin kat düşürülmemiş nur. İşte tam da orası…
Matematikte evrensel küme konusu var… Tüm kümeleri kapsar. Evrensel küme tüm kümelere ev sahipliği eder de hiçbir alt küme ile sınırlanamaz. İşte yetmiş bin defa daha yoğun olan ve tüm nur zerreciklerine ev sahipliği yapan mutlak nur, hiçbir nur küresi ile sınırlanamaz. İşte orası mutlak celal yurdudur.
Mutlak nurun bir tutam nuru içine çekip alması gibi mi bir hayret kapısı olarak önümüze açılır.
Bu konuları pek yazmayız. Cemal içre konuları anlayalım bize yeter. Ötesine geçiş, aklı baştan alır. Akıl baştan alınınca, hemen kalbe indirelim. Yoksa mecnun oluruz. Vallahi gün gelir ağlayanımız bile olmaz. Kendin ettin kendin gördün, derler.
Hani sır falan derler ya… Aslında sır değil… Sadece konuya uzak olanların aklını yitirmemesi için öyle denilmiştir. Zira bu konuya akıl yetmez, iflas eder. İman devrede olmalı ki kişi dengede kalsın.
İman çok güçlü bir meleke… Gücünü taa arşın ötesinden alır… O yüzden AMENERRESULU ayeti miraçta nazil oldu. Peygamberimiz sav efendimiz, o aşkın miraç gecesinde mutlak iman ile donatıldı. Öylece erimeden taa kabı kavseyne kadar gitti.
İşte Müminler de iman eder… Öylece seyir içine seyre dalar. Yoksa akıl miğferinde etrafında dolanır ve ona isabet eden bir kaç kurşunla miğferi başını zorlar ve en sonda ne miğferi kalır ne de baş…
İmanla geçmek, yani mantıkla değil ama teslim olalım. Çünkü mantık celal de işlemez ve her zaman cebelleşir. Zaten mantık cebelleştiği için de mantıksal olarak fikir yürütüp imanın gereklerine inilmediğinde, kişi dünyaya düşer. Yani dini reddedip kâfir olur. Kâfirin içeriği ise birçok alt başlığı teşkil eder. Ateist, deist veya başka bir ….ist ile biten kavramla kendilerine isim bulurlar. Oysaki tümü de kâfirdir.
Eğer iman yoksa ve kişi her işte bir mantık arasa ve mantığını keşfedemediğinde ise, o kurşunları kendi kendine sıkar ve sonra da dinden imandan uzağa düşüp firavun şeklinde kendisini müstağni görür.
Dışarıdan biri veya bir güç değil, insan kendi yapıyor kendine en büyük zararı da… Kârı da… Tabi yerine göre ya kazanır veya kaybedenlerden olur. Çünkü her şey insanda gömülü… O yüzden dua et ama sebepleri karıştırma, iste geç, bulandırma suyu.
Bu konular kalbi mest ediyor… Cemal de ararsın işin mantığını. O da ya çözersin veya çözmezsin. Çok mu ağır oldu bu yazılar bilmem… Ama konu kısaca böyle…