LETAİFLER VE AHFAYA GİDEN YOL

ZİKİR SANA CANDIR

Allah ismiyle bize kendisini tanıtan mutlak zatın kendinden kendine yansıyan nurunun içeriği olan kuvveler, şekerin içindeki tat gibi her tarafımızı oluşturur. Bedenimiz, ruhumuz, manamız, sırrımız, hafimiz veya ahfamız yani her şeyimiz. Kalp, ruh sır, hafi, ahfa derken bilmemiz gereken hakikatlere az değinelim. Kalp bedende veya bedenin aynı anda her yerini dolduran ruh beden de sol göğsün altında bulunan, kişiliğin merkezidir. Hakikati ise arşın üzerine konumlanmıştır. Ve insan da bulunan Allah’ın evi olarak tasvir edilmiştir.

Ruh, yani kişiye Allah katından üflenen ruhun konumlanma merkezi sağ göğsün altıdır. Kalbe bakıp onunla beraber çalışır ve ölümden sonra kişinin benlik merkezine ev sahipliği yapan ikincil bedenimiz olan ruhla beraber et kemik bedeni terk eder. Üflenen bu ruh, kişilik ruhunu oluşturan ve et kemik bedenin ölümüyle bu et kemik bedeni terk edecek olan ruh bedenin üzerinde, kişide birimsellik oluşturarak berzaha geçişini sağlar. Sır, kişinin sahip olduğu ilmi ledünün aktığı merkezdir. Yeri kalbin üst tarafındadır. Asla anlatılamaz. Kalbinde yaşarsın. Ama anlatamazsın. Bunun dereceleri ayrı ayrıdır. Her insanda ayrı bir derece bulunur ve bu onun sırrı olur. Ona melekler bile muttali olamazlar. Çünkü kelimelere ve hatta düşüncelere bile dökülemeyen kalbin gizli halleridir. Hafi, düşünceye gelmeden yaşanan güzelliklerdir. Ahfa ise, üflenen ruhun gizli gizli hakikatine bakışıdır. Bedenin yaydığı ince buhardan dolayı da ahfa perdelenir.  Ahfaya inmek farz olmadığı için, şeriatın helal kıldığı her şey yenilebilir. Ahfanın sırlarına muttali olmak için, az yemek, az uyumak ve az konuşmak gerekir. Ahfa Zati nurun tecellisine açılan son perdedir.

İşte orucun önemi bu noktada ortaya çıkar. Oruc, kişinin Rabbiyle iletişime geçip samediyyette yol alması içindir. Kişilik bilinci bu gördüğümüz bedenle başlar. Sonra kalbe iner. Sonra tüm organlara yansır. Sonra sırrısına iner. Hafisi sadece Allah demeye başlar. Sonra ahfasına iner ve derken samediyyet nurları kişiye akmaya başlar. Gözü Allah’ın rahmet yağmurlarını seyretmeye dalar. Ve kendisi de o rahmet damlalarında bir şule olur. Artık kimseyi kıramaz olur. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz gibi kimseye LA diyemez olur. Sadece LA İLAHE İLLELLAH derken LA kullanır. İşte girişi oruç ile başladı. Akıl ve sır anlamaz Allah işini. Ancak ahfa da seyreden mest olur.

Oruç tutmak kişiden samediyyet nurlarının açığa çıkmasını sağlar. Samediyyet nurları ile bilir ki, sadece Allah’a kuldur. Allah’a hilafetinin farkına varır. Artık insanlara boyun bükmez. Bunun tam olarak zuhur etmesi için, bedenen oruç tuttuğumuz gibi ruhen de tutmalıyız. Sırrımızı ve ahfamızı da eşlik ettirmeliyiz. Böylece samediyyet nurları akar. Sırrımızda sadece Allah kaldığında, sevgimiz Allah için olmaya başlar. Oruca sırrımızı eşlik ettirdiğimizde, artık sırrımızdan sadece hak sedası kalbimize iner ve HANNAS olan şeytan zincire vurulur. Zira şeytan hannas özelliği ile kalbin üzerine oturur ve kişiye mırıldanır. Kişi kalbinde oluşan mırıldanmayı kendi sesi olduğunu zanneder. Oruca hafi’mizi eşlik ettirdiğimizde, Allahın kudretinden bize dokunan kudreti canlı tutarız. Öylece şeytanı uzaklaştırmış oluruz. Oruca ahfamızı eşlik ettirdiğimizde, artık sırf hakkın yaratım tecellisi kalbimizde parlar durur. En üst düzey ve Allah likası, işte ahfada tutulan oruçtur. İşte burada yokun yokluğu aşılır ve mutlak levha seyredilir

Tüm insanlığa yönelişimiz, onlarda gördüğümüz nefesi rahman için olur. Tıpkı Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz gibi rahmet eli olur. Öylece her bir varlığın üzerine rahmet kanatlarını açar. Tüm öfke ve kinini yutup seyrinde daim olur. İşte orucun karşılığını bizzat Allah sürpriz olarak bize sunacaktır. Oruç tutmak, Allah’a iman ettiğimizin en büyük şahadetidir. Çünkü günün birçok saatinde tek başımızayız. Su içebiliriz, yemek yiyebiliriz. Hiçbir insan da görmez. Ama hemen der ki “BEN”imiz, Allah seni görüyor ve yemez içmeyiz. Gördünüz mü? Tek kaldığımızda, topluluktaki ameli işleyen kişi için Allah der ki; Bu kulum benim has kulumdur.

Üflenen ruh, benliğimizi oluşturan esas candır. Rahmanın bülbülleri, Allah nuruyla gönülleri mest olur. Kalpleri mesrur olur. Ruhları şifa bulur. Sırları sırla hemhal olur. Hafileri ateşten geçer. Ahfaları piru pak olur. Sütle suyun karışımı gibi yolu “Nur”ullaha doğru olur. Aşkın işi daha “hafi”de biter. Ahfa da aşkın emaresi bile yoktur. Onun için bizim meşrepte çoluk çocuk işi olan ile işimiz olamaz. Ahfa da eremeyende ucub bitmez. Nefsi terbiye ile tüm letaifler geçilir. Onun için de en etkin yol zikirle hemhal olmaktır. Rabıta ile muhabbete gömülmektir. Kişi ister inansın ister inanmasın, ister anlamını bilsin ister anlamını bilmesin, orijinal a”rab”ça olarak yapılan zikirler ve dualar insanın ruhu ve bedeni tarafından faaliyete geçirilir. Esma zikirleri de öyle, dua zikirleri de öyle. Çünkü a”rab”ça ile insan ruhi yapısı arasında birebir uyum vardır. İnsanın ruhu, şuuru, sırrı, hafisi ve ahfası bire bir a”rab”ça ile uyumludur.

Madem Allah yanı sıra tüm şahitlerde a”rab”ça olan Kur’an-ı Kerim’in sureleri gibi bir sure getiremedi ve getirmekte acizdirler, o zaman bize kalan tam bir teslimiyet ve sıdk ile ona yönelmek ve içinde kendimizi bulmaktır. Allah cümle insanlığı okunan Kur’an ile buluştursun. Dilini öyle bir mühürle ki Allah’ın razı olmadığı şeyleri konuşmasın. Kalbini öyle bir mühürle ki Allah’tan gayrisine meyletmesin. Ağzına öyle bir kilit vur ki helâl olmayan bir şey oradan geçmesin. Diğer azalarını da öyle bir mühürle ki ihlâssız bir amel işlemesin. Senin fikrin Allah olduktan sonra, sen fikri Allah olmayanla hemhal olursan, geri sararsın. İşte tümüne ermek ancak zikirde ram olmakla gerçekleşir.

Allah zevki öyle bir zevktir ki, gayriyi yok eder. Bu ahfadaki dokunuştur. Bundan önce yolculuk devam eder. Gayrı yok olunca ise, gayrının yokluğunu gene de sen seyir edersin. Sen bunu seyir etmeden önce de gayrı yoktu. İş o ki, sen de bu seyre ulaşasın. Bu seyre ulaştığında, sen seyrin mutlak sahibi olmazsın. Seyrin mutlak sahibinin sadece halifesi olursun. Et kemik bedenin zevkleri uğrunda süre giden bir yaşamın var oldukça, sen mutlak sahibin halifesi olamazsın. Et kemik bedenin tüm döngüleri seni esir etmesin. Seni esir aldığında kalbi yolcuğa eremezsin. Kalbi yolculuk toprak olan beden ile mücadele ile başlar. Bazıları çilehanelerde dirsek çürüterek ulaştılar. Oysaki direk letaifleri çalıştıran zikirde yoğunlaşırsan, topraktan geldiği için rehaveti besleyen ve kalpten yoksun bırakan emmareleri geride bırakırsın. Bedeni rehavete düşüren rehavetler geride kaldığında ise, sen ruhuna dalarsın. Ruha dalış ile nefis gürleşir. Kendisini bir şey zannetmeye başlar.

Burada zikre aman verilmemelidir. Yoksa nefis uçup kaçtığını zannedip seni derine inmekten mahrum eder. Ruh nefisle varlık âleminde yer aldığı halde kendisini et kemik beden zanneden nefsin boyunduruğunda olmamalıdır. Nefis ruhi deruna yoldaş olduğunda işler yoluna girer. Bir basamak altı sır vardır. Burası da ateşten bir gömlektir. Nefsin en büyük afetleri burada açığa çıkar. Kibir ön plana çıkmaya başlar. Kimseyi beğenmemeye başlar. Kendisini hak olarak görüp gerisini kendisini yükselten alt yapı olarak zanneder. Yahudilerin yaptığı gibi, kendisini seçilmiş kavim ve tüm insanlığı da kendisine hizmetkar olarak görmeye başlar. Oysaki kendisi hak ile hemhal olduğu gibi kendinden gayrı her bir şeyde aynen öyledir. Kimsenin kimseden takva ehli olmasının dışında da bir üstünlüğü yoktur. Gayrı her şey bunun farkında değilse ve sen bunun farkına varmışsan, bu seni büyütmez. Üstelik sana muazzam bir yük yükler. Artık farkına vardığın oluşu anlatmak ve öğretmek durumunda olursun.

Bunun daha derininde hafi vardır. Su gibidir. Girdiği kabın şeklini alır. Artık herkes ile onun gibi olmaya başlar. Burada da nefsin afeti devreye girer. Bu defa bu hali kendi lehine çevirmek ister. Toprak baskısındaki nefis dikkat etmezse, zalimle zalim olmaya başlar. Bir ötesi ahfadır. Burası en değerli konumdur. Süt ile suyun karışımı gibi kendi yapısının Allah’ın esma kuvvelerinden müteşekkil olduğunu anlar. Burada ucub belası vardır. Kişi nefs-i emmâreye dikkat etmezse, içinde olduğu hal nazariyesiyle kendisini kutlu görmeye başlar. Kendisine apaçık hak der durur. Oysaki sadece kuldur.

Aslında varlığın temeline inildiğinde; on sekiz bin âlem tek bir âlem olarak bize haykırır. Onun için de paralel âlemler değil bir tek âlem vardır. Algılama ve görme sınırımız çok düşük olduğu için, sadece ihtiyacımız kadarını görüyoruz. Ama insanın göğüs kafesinde beş bölgeyi harekete geçirdiğimizde, mutluluk üst seviyeye çıkar. Evrende fark edemediğimiz birçok güzellikleri kalbimizde hissetmeye başlarız. Buna kalb gözü denilmiştir. Sol tarafta sol göğsümüzün altında bulunan kalp, sırf Allah sevgisi ve zikriyle mutlu olup tatmine ulaşır. Bu manevi bir makam olup arşı alanın üstüdür. Sağ göğsün altında olan ruhun yüzü, kalb Allah’a dönük olunca mutlu olur. Sol göğsün üstündeki sır, kalp ve ruhun, Allah’ın sevgisine ve cemalına mazhar olunca devreye girer. İşte o zaman Allah’ın mana sırları kalbe akmaya başlar. Sağ göğsün üstünde yer alan hafi sırlanıp ruh oraya ulaşarak kalbe nazar ettiğinde, Allah’ın rahmetinin azametini hissetmeye başlar.

Bu şuna benzer; bir bardak su düşünün, içine kaşık batırırsanız su kaşığı ıslatıp kapsar. İşte buraya erişildiğinde kişi Allah’ın rahmetinin kendisini kapsadığını hissetmeye başlar. Boğaz halakının altında ahfa var. Burası Allah’ın mutlak kudretiyle kaimiyetin hissiyat yeridir. Artık orada kişinin bireysel hiçbir gücü kalmamış ve tüm gücün tecelli mercii olarak Allah’ın nuruyla hemhal olduğunun farkındalığına ermiştir. Yaşayan gene de kişilik benliğidir. Yani insandır. Şuna benzer. Bir bardak çay düşünün, içine şeker atıp karıştırdığımızda, şeker içinde kaybolur. İşte burası, bizdeki kendi kuvvet ve gücümüzün Allah’ın kudretiyle kaimiyetini hissediştir. İşte bu hissedişle beraber, alnın ortası olan nefsi natıka açılır. Kalp orayı rahmani faaliyete sokar. Yerden arşı alaya seyre başlar. Bunun tüm kazanımı zikirle meydana gelir. Öyle bir kaç sele parti okumakla olmaz. Disiplin dâhilinde bir yaşamla gerçekleşir.

İnsanın içsel şuurunda iki katman vardır. Nari ve nuri katmanlar. İşte nuri katman olan öz cevher yolculuğunu değil de, nari katman olan, cinlerin de kullandığı katman üzerinden yapılan çalışmalar ise, bu defa nari bir yükselişle gene de bu beş makam çalışır ama deccaliyet yönünde çalışır. Ve alnın ortasındaki göz dahi açılır. Birçok şeyi görme ve yapma kudretine ulaşır. Bunların irfan ehlinin yanında değeri yoktur. Ölümle beraber yok olacaktır. İstidraç olarak sunulmuştur. Deccal dahi bu yolu kullanmaktadır. Öylece cinleri emrine almaktadır. Bunu kullanıp cinleri emrine alan insanlar da çoğunluktadır. Sahte hoca veya medyum olarak tanınan kişilerin geneli bu yolla insanlara cin musallat ederek eylem yapmaktadırlar. Bir kişinin yaşamında sünneti seniyyeyi terk varsa, göklerde uçsa da, boştur. İşte bu göz açıldığında, et kemik gözle göremediğimiz birçok şeyi görmeye başlarız. Kişinin sapmaması için, amel ve iman birlikte olmak zorundadır.

Evet, iman ve farz ameller işlendikten sonra karşılaşılan her zorluk, kalbimize ulvi makamlar kazandırır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin miracı bedeni ve ruhuyla gerçekleşti. Bizim ise secde ile gerçekleşir. Kalp ruh sır hafi ahfa ve nefis tümü birbirleriyle ilişkilidir. Asla cüda olmazlar. Emmâre, levvame, mülhime, mütmainne, radiye, merdiye ve safiye/kâmile süreçleri nefsin arınma süreçleridir. Nefsin tutunduğu kalp vardır. Nefsin tutunduğu ruh vardır. Nefsin tutunduğu sır vardır. Nefsin tutunduğu hafi vardır. Nefsin tutunduğu ahfa vardır. Yani bu beş bölge nefsin taarruzu altındadır. Bu beş bölgeyi zikirle pakladığımız kadar nefsimiz ve kalbimiz arınır.

Artık kalpten masiva çıkar ve Allah sevgisi yerleşir. Ruhtan masiva çıkar Allah için olur. Sırdan masiva çıkar Allah’ın ülvi sırları inmeye başlar. Hafiden masiva çıkar Allah’ın kudretiyle kuşanır. Ahvadan masiva çıkar Allah’ın kudreti olarak tecellisinin yaşantısına erer. İşte tümü nefsi tekamül eder ve safiyyeye ulaşıp kamil olur. Sonra nefis bekabillah yolunda yolculuğa çıkar. İşte tedavi zikirle olur. Zikirleri okurken nefis sıkılır, bunalır, çırpınır ve okumak istemez. Okumaya devam ile arınır ve rahatlar. İşte nefis bu beş letaif üzerinde hüküm sürer. Bu letaifi temizlemenin dermanı sadece zikirdir. Başka yolu yoktur. Yapılan zikirler ile beş letaifimiz temizlendiği için, onlardan nefs-i emmâre elini çeker.

Zaten otomatik olarak kişi, artık haramdan uzaklaşır. Çünkü artık içinden haram işlemek gelmez. İçinden bir şey gelmezse, zaten işlemezsin. İşte zikirlerle kalp, ruh, sır, hafi, ahfa melekelerimiz hakka rücu ettiğinden, nefs-i emmâre geri çekilecektir. Onun için diyoruz ki, normal günlük yaşantı ile birlikte zikirlere de devam edildiğinde, zaten normal yaşantı fıtrata dönük yönde kıvama gelecektir. Yavaş yavaş ilerleyeceğiz. Acele etmeden sabırla hak yolunda çalışmalarımızı devam ettireceğiz. Öylece et kemik bedenin ağırlığı azalır ve ruh serbest olur. Kişi Allah’a secde ettiğinin şuurunu hissedince olur bu işler.

Ayet delil demektir. Allah’a teslimiyetin delili olmalı sende. Yani secde delili… Öylece cesedini ruhun hükmüne geçirirsin. Yoksa bir ayet okuyayım da olayım diye bir şey yoktur. Zaten böyle olmadığı açıktır. Öyle olsa kesin herkes ererdi. Kalbimiz sınırsız bir bakışla dünyaya baktığı için mutsuzdur. Ruh sonsuzdan geldiği için kalb dünya ile bakıştığında, ruh bunun peşine takılır ve mutsuz olur. Kalp Allah zikri ile sonsuzluğa bakarsa, ruh kalbe bakıp ilahi sırlara bürünerek hafiye erer, ahfada gözünü açıp mutlak kudretle buluşur. Öylece mutluluğu yakalar.

Yorum yapın