ZİKİR SANA CANDIR
Ve marifet…
Marifet Allah’a tam eriştir. Tüm varlığının sahibinin Allah olduğunu hissetmektir. Bu hissedişi zahiri ve batını olarak tadıp öylece Allah’ın cemaline ermektir. Allah’ın cemalinin güzelliğini yaratılmışların güzelliklerinde görüp tüm yaratılmışlara karşı saygı ile dolmaktır. Öylece yaratılanı yaratan için sevip asla ve asla kimseye bir zarar vermemektir. Bu hal mana yolcularının öz halidir ki, Allah’ın yarattıklarına karşı hizmet etmekte ram oluştur.
Bunu bir örnek ile izah edelim. Marifeti hissediş, ağaç kökünün toprakla buluşması gibidir. Tüm yaşam gıdasının geliş yerini anlaması gibidir. Önce fidan ekilir ve o fidan kök atar. Sonra toprak kökü kaplar, sarmalar ve besler. Sonra kök ve toprak bütünleşir. İnsan da yaptığı amellerle uyanır. Kendine gelir. Bir fidan gibi büyümeye başlar. Kök atar ve kökler besinlerini topraktan emerek yaşamaya devam eder. İşte kişinin Allah ile kaim olduğu hakikatini hissetmesine yani bu bütünleşmeye mana ilminde marifet derler.
Burada izah edilen husus kulun bireysel manada Allah ile birleşmesi değildir. Buradaki amaç, kişinin tüm güç ve kuvvetinin Allah’ın güç ve kuvvetiyle kendinde icra olduğunu anlamasıdır. Zaten bunu “LA HAVLE VE LA KUVVETE İLLA BİLLAHİL” cümlesiyle izah etmekteyiz. Çünkü biz varlığımızı Allah’ın zatından değil, Allah’ın nurundan yani ilminden almaktayız. Allah, zatı olarak yarattıklarından münezzeh olup asla ve asla kul ile bütünleşmesi düşünülemez. Böyle bir bütünleşme fikri panteistlik olup, hakikatle alakası yoktur. Öylece kul, kendisiyle kaim olduğu Rabbini tanıyarak, Rabbinin kendisinin rezzağı olduğunu anlamış olur. Öylece Allah’ın Rezzak ismini hissederek Allah’ın rahmetinin kendisini kuşattığını anlar. Bu bütünleşmeye dikkat edin, ağaç toprak olamaz, toprak da ağaç olamaz. Ağaç topraktan beslendiğini idrak eder. Tabi bu bir örnektir, esas mesele olayı idrak etmektir.
İşte bizler mutlak hakikati hissettirmek için bize verilen örneklerdeki manalara dikkat ederek o örneği olması gereken yere koymalıyız. İşin hakikati ise, örneklere sığmayacak kadar derindir. Verilen örneklerde anlaşılması gereken manayı alıp örneği çöpe atmalıyız. Yoksa örneğe takılır, işin hakikatinden uzaklaşmış oluruz. İşte bu hakikati hissediş ancak zikirle mümkündür. Yoksa bolca işin felsefesini yapar ve öylece fasid bir dairede dönüp dururuz.
Çok dikkatli olmalıyız. Şeytani düşüncelerden uzak durmalıyız. Biri der ki Kâbe benim içimde, kabeye gidip araplara para yedirmem. Diğeri hâşâ Hak benim içimde namaz kılmama gerek yok der. Bilmez mi ki, Hakka hulûl olamaz. Nasıl ki, dışımdadır diyen hata yapıyorsa, içimdedir diyen de hata yapar. Hatta der ki Kur’an da namaz yok, Kur’an salât der. O da dua demektir ve zaten hayatım dua der. Ve daha nice saçmalıklar… Ve daha neler neler…
Şeytan bir sağdan yanaşır bir soldan, bir ileriden bir geriden, bir alttan bir üstten. Baktı ki olmadı, insanın içine girer. Çok dikkatli olmalıyız. Girdaplara kapılmadan hakka yürümeliyiz. Her boyut ve bedenin hakkı verilmelidir. Nasıl ki bu beden bu dünyada yaşarken toprağın suyuna ekmeğine muhtaçsa, aynen öylede bu bedenden canlanan ruh da, bu bedenin tabi olduğu yeryüzünün altın oranında yer alan Kâbe’nin nuruna muhtaçtır. Her şeyi soyutlayıp dini kavramları itibarsızlaştırmak ilim olmasa gerek. Allah ilmin hazmını ihsan etsin. Balın tadı nasıl diyenlere önce tadarım sonra söylerim. İşte bu tad ancak zikirle dimağına iner.
Harut ile Marut’un öğretilerini hatırlayın. Bu öğreti karı-koca arasını ayırmak için kullanıldı. Demek ki her ilim veya öğreti nimete erenlerin yoluna götürmez. Kendini et kemik bedenin kısır döngüsü ile tatmin edenlerin kalplerindeki boşluk ve yara hep içlerini deşer. Bu deşme bir uyarı olup kendilerine gelip uyanmaları için içlerine atılan ilahi bir ihtardır. Sabah, öğle ve akşam güneşin doğuş, batış ve göğün ortasında olduğu vakitlerde kerahat vakti olmasının sebebi hikmeti, güneşin tepe noktası ve ufuk çizgilerinde olma anında insani şuurun öze doğru yolculuğunda kitlenmiş durumda olmasındandır…
Güneş ışınlarının açısı, 90 ve 180 derecede kişinin üzerinde bulunduğu kara parçasına vurduğu anda, insanın bedeni müsbet anlamda ruhun ondan tezahürü duracak kadar minimize olur. Onun için namaz yani salât idraki oluşamayacak kadar düşer. Ama o saatlerde zikirler okunabilir. Çünkü namaz direk ruhun bedenden tezahürüdür. Zikir ise bedenin ruhu etkileme olayıdır. Başka deyimle… Namaz uruçtur… Zikir nüzûldur. Tenezzül eden ruh ise bambaşkadır.
Uyku en iyi düzenleyicidir. Özellikle gecenin ilk iki yarısını uykuyla geçirmek kişi için adeta bulunmaz bir azıktır. Diğer bir yarısını ise zikirle geçirmek insanı geliştirir. Günümüz insanı ilk iki kısmını uyanık geçiriyor ve son kısmını ise uykuda. Sonra hastalıklar diz boyu sürüp gidiyor.
Nefs-i emmârenin ve nef-i levvamenin katranında yaşayan için her bir zikir biraz arındırır. Zakir için her bir günah, kişiyi zikirden biraz uzaklaştırır. Kişi mülhimede aldığı yönelim ilhamlarıyla ihtişamı hisseder. Mutmainnede kalbi hak üzere tatmin olur. Raziyede Allah’tan razı olur. Marziyede Allah kuldan razı olduğunu bildirir. Melekler de onu sevmeye başlar. İnsanlar ona karşı edep üzere olmaya başlarlar. Safiyede ise, kişi arı ve duru olur. İşte her bir günah, kişiyi ulaştığı bu deruni hakikatten biraz daha uzaklaştırır.
Esmâ-i hüsnâ zikirleri kesinlikle okunmalıdır. Yoksa hissiyat oluşmaz. Kitabın ikinci kısmında zikirlerin hassaları bölümünü inceleyip anlamlarını idraklere arz edebilirsiniz. Hangi derece ve bakış açısına gelirsen gel… İbadetler, zikirler ve haramdan korunmalar kesinlikle gereklidir. Belli bir noktadan sonra düşer diyen yanılmıştır. Onun için de bilelim ki, zikrin yolu çok incedir, yolcuları da yasemince rengarenk ve güzel kokuludur. Beş duyu çalkantısı kalbin yolunun unutulmasındandır. Allah’a ermeği maddi olan beş duyu âlemîne indirgemek, fenayı ve aşkı bu alanda aramak kadar derin bir sapkınlık olamaz.
Küsmek yakışmaz Allah kuluna. Kulak verir kulların niyazına nazına. Kalbinde yer verir onların haykırışına. Hak ile olur dokunmaz elin arına. İşte sende hak yolunda gideni bilirsin. Hakka yüzünü gövden ile çevirirsin. Eğer ki zikirle hemhal olursan, sen de öz hakikatinde erirsin.
Zikir ve yöneliş bakımından cuma günü öğle namazı saati çok önemlidir. Erkeğin öğle saatinde camide bulunup hutbeyi dinlemesi şarttır. Bayanın da müsaitse gidip dinlemesi veya cuma saatinde kesinlikle evinden dışarı çıkmadan ve alışverişten uzak olarak o saati zikir ve okumakla geçirmesi gerekir. Yoksa cumamız mübarek olmaz. Aksine keder olarak kişinin ruhi dengesinde olumsuz etki bırakır. Bu olay o kadar önemlidir ki Allah, Cuma süresi adında Kur’an-ı Kerim’de buna özel yer ayırmıştır.
Zikrin tüme varış şekli, aklı ve kalbi aynı hizaya getirmektir. Kendini bilmeden kitaplar deviren, zikirden uzak ve gönlünden bihaber sözde âlimler sardı âlemi. Gün ayık olma günü, hayr ve şerri karıştırmadan sağlam adımlarla sıratta yürüme anıdır. Şükrü doğuran fikirdir. Fikri doğuran zikirdir. Zikri doğuran ise, inandığın birini bulmandır ki başlayasın. İnanmayan başlamaz. Ensesi kalın diyorlar ya işte zikir, manevi enseyi kalın eder. Öylece zahiri ve batini kapılar açılır. Hatta hatta bazen çok önemli ilmi kayıtlar rüyada ilham olarak alınır.
Asıl eşiniz yatağını değil düşüncesini paylaştığınızdır düşüncesi, kişiyi şeytanın yolunda yuvarlatan ana eksendir. Öyle düşünen veya yazan kişiden hızlıca uzaklaşın. Çünkü bu düşünce şeytana kapı açan en büyük anahtardır. Bu düşünce ise, en çok zikir ehlinin kalbine gelir. Öylece eşinden başka zikir ehli olan veya kendisi gibi olan kişiler aramaya başlar. Bu arama hırsını da şeytan kulağına üflemiş ve onu helalinden uzaklaştırıp haramıyla bütünleşik edip kalbinin derin terennümlerini kapatmak istemiştir.
Demek ki her ilim veya öğreti nimete erenlerin yoluna götürmez. Harut ile Marut’un öğretilerini hatırlayın. Birçok öğreti karı-kocanın arasını ayırmak için kullanıldı. Onun için de bilelim ki, kişiyi yükselten zakir olan karı veya koca değil, bizzat kişiden yükselen kendi çabasıdır. Onun için de hangi zikir veya düşünce akımı sizi eşinizden soğutuyorsa veya aranıza zahiri veya batını sevgisizlik aşılıyorsa o şeytanidir ki o zikirden ve o öğretiden kesinlikle uzaklaşın. Olayın fuhulu tarafından tespit ve telkin edilen zikirler ilaca benzer. Dozuna dikkat etmek gerekir. Yoksa zehirler veya etkisiz kalır.
Çakılları kum yapan “su”dur. Kayaları çakıl yaparken, çakılları kum yaparken duyulan ve doyulmayan bir uğultu var ya işte ona zikir diyebiliriz. Kum taneleri gibi şuurumuzdaki mana bileşkelerindeki bileşenleri düzeltip işlevsel eder. Öylece harç için şekillendirmiş olur. Bilmek doyum vermiş ise ve buna rağmen eksik hissedip tad alamıyorsan, bir yerde eksiklik vardır ki kalbinde çarpıntı yapmaktadır. İşte sendeki çarpıntı Rahman’dandır. Sendeki hal deryayı ummandandır. Bahri basitin buharındandır. Tarıktaki su gibi aradaki perdedendir. Rahmet-i Hüda’nın fermanındandır. Buharlaşan suyun bulutlaşmasındandır.
Yapılan tüm zikirler, nefsimizi nimete erenlerin bakışı gibi basirete erdirerek, mutlak bakışının üzerindeki manevi kirleri temizlemeyi hedefler. Öylece bakışını hak yolunda keskinleştirerek, Allah nurunun tecellisinin oluşmasını sağlar. Her hâlükârda ortaya çıkan gene de Allah dileğidir ki, zaten seni ve varlığını yaratan Allah’tır. Tüm bu istek ve dilekler onun hükmü ile belirlenmiştir.
İslam’a sosyal adalet dinidir demek büyük hatadır. Çünkü İslam, Allah’ın varlıkta yarattığı düzenin adıdır. Zaten İslam’dan insanı ilgilendiren bölümde beş temel eksen bulunur. Bu beş esas çerçevesinde hayat dizayn edilir. Beş temelden biri Allah ile kul arasındaki bağlantıdır. Diğeri ise kul ile kul arasındaki bağlantıdır. Biri kesilse düzen bozulur. Kur’an-ı Kerim’de namaz ve zekât her zaman ayrılmaz ikili olarak zikir edilir. Tüm anlatımlar olayı bilmek için değil, olayı uygulamak içindir. Uygulanmadıkça tüm bilinenler sırtta yüktür. Dua yönelmektir. Salâtın bir manası duadır. Bir manası zikirdir. Bir manası da rahmettir. Üç manada da yöneliş vardır. O yüzden namaz dahi yönelerek kılınır.
Zahiri Kâbe’yedir ama esas vechullahadır yöneliş. Bundan gaflette olanın yoktur namazdan feyzi. Semaya varmadan melekler, buruşuk bir elbise gibi kişinin yüzüne vurur. Sadece ruhuna besini vermiş ama tadından mahrum kalmıştır. Hadisi kutside geçer ki; “Allah’a yaklaşan insanda gören göz, duyan kulak, tutan el onun olur.” Ama koklayan burun olmaz… neden? Çünkü bir damla su deryaya karışsa ve deryanın akışına kendini bıraksa da, damlanın hüvviyeti gene damladır. Damla derya ile hareket eder. Hayat verir veya yıkar geçer parçalara ayrılır veya her bir cüz’i bir yere gider de, ama damlanın damlalığı genede yok olmaz.
İşte insan da öyle; çok ibadet, zikir ve kullukla insan Allah’a yaklaşır da yaklaşır ve öyle olur ki artık, kişi Allah’ın rızası gibi görür, Allah’ın rızasına uygun duyar, Allah’ın rızasına uygun tutar, ama onunla koklamaz. Çünkü kokuyu alan ferdin kendisidir. Yani yaptığı amelde fayda kişinin nefsinedir. Zikirleri okuduğumuz zaman hedefimiz Allah olmalıdır. Yolda gördüğümüz güzelliklere takılırsak, geri kalırız. Teferruata aldanıp öze yönelemeyen, kıyılardan kurtulamaz.
Öz nedir bilirmisiniz? İçimizdeki derin sessizlik. Derin sessizliğin somut örneği, Yusuf’un kuyusudur. Yusuf kuyudan çıkıp sultan olmuştur. Hayvanlar umumi bir hamd ve tesbihattadırlar. Bizler bunu ne işitir, ne de görürüz. Ama onlar zikirlerini bilirler. İnsana serbest bir irade verildiğinden insan doğal olarak oluşan bu hamd ve tesbih ahenginden ayrılmıştır. Onlar kendi varlıklarının yapısıyla sabit olup, öz yaratım planlarının dışına çıkamazlar. İşte bizim hayvanlardan farkımız, bize sunulan tüm kuvvelerin her birini artırma veya azaltma yeteneğidir. Bu artırma zikirle, şükürle ve tabi ki fikirle oluşur. Zikir, şükür ve fikire dua denilir. İnsanın değeri ise, bununla ölçülür. Duası olmayana ise, Allah değer vermez. Ayrıca bilelim ki, ağzımızdan çıkan sesin frekansını yakalayamayan bazı canlılar da bizim koklaşa koklaşa anlaştığımızı zannederler. Tıpkı bizim, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşırlar dememiz gibi. İnsan kulağı 20 ile 20.000 arasındaki ses titreşimlerini algılar. Onun için de biz insanların diğer varlıkların konuşma dilini ve tesbihatını algılama kapasitemiz yetersizdir. Dolayısıyla onların doğal varoluş amaçları doğrultusunda oluşan tesbihatını duyamamaktayız.
Her canlının bir hafızası vardır. Kandırdığın veya haram yedirdiğin hayvanın etini sütünü tükettiğinde, ona yüklediğin manevi erdemler sana da yansır. Bir ravi hadis rivayet etmek için, aylarca seyahat eder ve nihayet hedefine ulaşır. Ulaşır ulaşmasına da eli boş döner. Niye mi? Hadis rivayet edeceği şahsın boş yem torbasını uzatarak deveyi çağırdığını görür. Ona der ki sen boş torbayla deveyi kandırırsın. Sana itibar edilmez. Ve orayı terk eder. Bazı aklı kıtlar da hadisi şeriflere utanmadan dil uzatır. Allah isimlerinin tekrarı yani zikri ile kalbe gelen güzellikler olduğu gibi, hayvanlara yapılan güzelliklerle de kalbimize marifetullahdan hisseler doğacaktır.
Kur’an-ı Kerim diriler içindir derken, buradaki dirilik bildiğimiz manada bir dirilik değildir. Zaten ayete dikkat ederseniz, önce diriler kelimesi geçer. Ayetin sonunda da kâfirler kelimesi vardır. Yani ölüden kasıtla, kalbi ölü olan kâfirler denmek istenmiştir. Diriden kasıt da iman ehli olan demektir. Bir kere Kur’an-ı Kerim’e dokunmak için tahir olmak gerekir. Bunu anlamak gerekir. -Şer’i boyutu Baki kalmak kaydıyla- Kur’an-ı Kerim’in anlamını idrak edip hissetmek için ilk önce şirkten arınmak gerekir. Çünkü şirk ehli necistir. Bu ayeti idrak edemeyen anlayışı kıtlar derler ki; bedenen ölüp dünyamızı terk eden için Kur’an-ı Kerim okunmaz.
Ey kul; sayısız dua ayeti vardır. Sen bu dua ayetlerini Allah kelamı ile dünyandan çekilen kişi için yaparsan günah mıdır? Kişi ölmüşüne dua edemez mi? Kur’an-ı Kerim’in tesiri diri kalpleredir. Ebu cehil yaşamıyor muydu? Kur’an-ı Kerim fayda verdi mi ona? Demek ki Ebu cehil yaşayan ölüydü. Biz ölümün yokluk olduğuna inanmayıp, dünya ile ahret hayatına bir tümel yapı olarak bakarız. O yüzden dünyamızdan ayrılanlar için de dua ederiz. Hemde, Allah kelamı ile dua etmekten mutluluk duyarız.
Nefsinde islamın güzelliklerini yaşayamayanlar, zannederler ki dünyada ismi islâm olan bir yönetim olsa mutlu olacaklardır. Aldanıyorlar… Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz nübüvvet ten üç yıl sonra tebliğ yapmaya başladı. Önce nefsinde uyguladı. Çünkü nefsini tanımayan neyi tanıtır ki. İslam, dünya siyaseti için değil, nefsi islah için açıklanmıştır. Nefsini islah etmeyen ne hisseder ki ne versin. Serap peşinde koşar geçer. Zaten İslam nefsin islahını hedef alır. Bazıları der ki, islam sosyal adaleti sağlamak için gelen bir dindir. Hayır, İslam Allah’ın kurduğu düzende kula kulluğunu en güzel şekilde idrak ettirmek isteyen ilahi vahiydir.
Kul özgür iradesiyle islama sarılarak, Allah’ın kulda kulun isteği doğrultusunda yaptığı inşayla, kul hakikatine doğru yol alır. Bu yolculukta ise, hem kendisi ile Allah arasında ilişkileri, hem de kendisiyle diğer yaratılmışlar arasındaki ilişkileri düzenler. Buradaki ilişkileri baz alıp, islam sadece sosyal adaleti sağlamak için gelen dindir derse hata eder. Zaten kul kendisini düzelttiğinde sosyal adalet otomatik olarak sağlanacaktır.
Öğrendiğimiz şeylerin yüzde biri okuyarak ve dinleyerek ise, yüzde 99’u sezgi iledir. Arıya ilham eden Allah insana etmez mi? İşte her bir zikir ayrı bir sezgiye kapı aralar. Mürşit ile derviş arasındaki mekânsal mesafe önemli değildir. Hatta biri dünyada; diğeri berzahta olsa hiç farketmez. Akıtan Allah gene de akıtır. Bil ki “halife insandır” halifeyi dışarda arama. İşte insandan akan tecelli aslında Allah’ın nurunun tecellisidir. Sakın onu insandan bilme. Bazen bazı kişileri gördüğümüzde veya bir yere gittiğimizde deriz ki; “aaa ben bunu daha önce görmüştüm”.
Olayın aslı şudur… Alt bilincimiz olarak hepimizin her hali evrensel planda yazılmıştır. İşte o his anları var ya, beden etkisi zayıflar ve alt sezi planı kişiye açılır. Bu halk arasında Levh-i Mahfuz’u okudu diye anlatıla gelir. Bu durumlar uykuda olabildiği gibi, kişinin ruh gücüne göre uyanıkken de olabilir. Ruhen yakın olduğu kişileri orada temaşa eder veya eski zamanları seyir eder veya ileri zamanları seyir eder veya hiç tanımadığı insanlar ile orada iletişimde olabilir. Sonra kendi dünyamıza dönünce, o haller belleğimize kayıtlanır. Ama genelde o hali unutuveririz. Sonra diyelim ki, geleceği gördüğümüzde, yani o müttali olduğumuz vakit gelince, hemen deriz ki, ben buraya aşinayım. Veya tanımadığı ile görüşünce veya hasbelkader karşılaşınca der ki, ben bunu bir yerde görmüştüm. Tarikatlarda dervişin mürşidini rüyada görmesi de öyledir. Kendi ruhuna yakın öğreticiyi gördüğünde der ki, ben bunu önceden görmüştüm. Aslında olay, beden etkisinin azalıp bilincin ruh üzerinden uzanıp o kişi veya olacakları Levh-i Mahfuz’da veya güncel adıyla bilinçaltının derinliklerinde seyrinden başka bir şey değildir. Olay kısaca böyledir.
Fiilin faili Allah’tır. Çünkü kulu fiiliyle beraber yaratan bizzat Allah’tır. Fiilin zuhuru için oluşan istek ise, kulundur. Bu hakikate Kur’an-ı Kerim’de “ŞAE” fiiliyle işaret edilmiştir. Örneğin bizler bir iş yapmaya karar verdiğimizde, İNŞALLAH deriz. Burada “ŞAE” fiili gelir. Yani kulun istek ve yönelişine göre, Allah’ın kulu hakkında yaptığı yaratım söz konusudur. Arapçada “İN” şart edatı dır. “ŞAE” dilemek anlamına gelir. Ama “ERADE” fiilinden biraz değişken anlam içerir. Zira “ERADE” fiilinde sırf Allah iradesi mevzu bahisken, “ŞAE” fiilinde, kulun isteğine göre Allah iradesinden söz edilir. O yüzden dikkat edin ki, kul bir şeye karar verdiğinde “İN ŞAE ALLAH” der, “İN ERADE ALLAH” demez. Zira eğer “İN ERADE ALLAH” deseydi, kulun iradesi devre dışı kalacaktı. Bu da cebriye mezhebinin itikadıdır ki, bidat olan bir düşüncedir. Yani KUR’AN VE SÜNNETE uymayan bir düşüncedir. “İN ŞAE ALLAH” ise, kul zaten istemiş “o işi” ve “o istemesini” Allah’a havale eder ve Allah’ın isteğiyle senkronize ederek çalışmaya yeltenir. “ŞAE” geçen ayetlerin hepsi böyle mülahaza edilmelidir. Ehli sünnet itikadı bu şekildedir. Yani “ŞAE” de kulun isteği devreye girer ama Allah iradesiyle desteklenerek. İşte kul ister Allah yaratır. İşte kuldan sudûr eden istek ve arzularla, hakkın rahmeti kula tecelli eder. Kul ise, bu rahmeti ya nefsi uğrunda veya hakkın huzuru dâhilinde kullanır. Hakkın huzuru dâhilinde kullanmak için ise, zikirle huzura dâhil olarak, sükûn içinde fikir edip şükürde tatmin olmakla ve Allah’ın vechine dönüş yapmakla gerçekleşir.
Her konuda bize örnek olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, varlıklara gösterdiği sevgide de örnek oldu. Örneğin silâhına, eşyasına ve hayvanına isim takar onlara sevgi dolu bir nazarla bakış ederdi. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Kişi dostunun dini üzeredir”. Diyerek dostlarımızı iyi seçmemizi tenbihledi. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45). Buyurarak edindiğimiz dostlara dikkat etmemizi istedi. Tüm olay onun Allah’ın düzenini hakkal yakin bir bakışla okuyup bize gerekenleri sözleriyle ve fiilleriyle göstermesiydi. Kişi beraber yaşadığı insanlarla, hayvanlarla veya bitkilerle ruhunu senkronize edip onların ruhi donanımını, kendi bilincinin üstüne kopyalar. Bu kopyalama veya yansıma gayrı ihtiyarı olup kişiyi derinden etkiler. Bir süre sonra onlar gibi davranmaya başlar. Onun içinde, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz “kişi sevdiği ile beraberdir” demiştir. Bu da fiili zikrin yansıması olarak kişide tezahür eder.
Kutsi Hadis: “Beni zikretmenin benden bir şey istemekten alıkoyduğu kimseye; dua edenlere verdiğimden daha hayırlısını veririm.” Bu hadisi şerifte diyor ki; O kadar zikirde yoğunlaşın ki, bırak başka düşünce, dua etmeye bile vakit kalmasın. Buradaki esas konu zikrin ehemmiyetini bildirmek içindir. Zikir etmek her şeyden üstündür. Zikrullâhi ekber der ayet. Yani burada dua etmeye vakit bulamayacak kadar zikir yapabilecekseniz, o zaman dua etmeyin. Ama bu kadar zikir yapan bir kişiyi bulamazsınız. Çünkü vaktimizin çoğu boşa geçiyor.