HU ZİKRİ

ZİKİR SANA CANDIR

HU isim zamiri zikir olarak okunabilir mi?

Bilmemiz gereken hususlardan birisi HU zikridir. HU zikri, zikir olarak değilde, gönüldeki hedef olarak yerini almalıdır. Zaten bakış sahamızdaki temel hedef, HU işaret zamiriyle kendisine işaret edilen mutlak zattır.

İşte halk arasında oluşan bu kanaata ve halin adına HU zikri denilmiştir. Zaten temel yönelişimiz bu kanaati şuur dünyamıza yazmaktır. Daha açık yazarsak, yaptığımız her eylem veya her zikir ile zaten kalbimiz HU der. HU isim zamiri, zikir olarak okunmaz. Zira “HU”, birimsel algılanıştır. Bazıları hu hu hu diye okuyup dönerek dans ederler. Bu sadece kişisel bir tatmindir.

Yükselmek isteyen kişi, delice hareket ederek değil, aklını kullanarak, bedensel tatmin ve çevresel dürtülerden uzak durarak ve gerektiğinde halvete dalarak zikir ve tefekkürle yol alır. İman ve akıl doğrultusunda hakka teveccüh ederek hakikati olan kuvvelere ulaşır. Öylece kuvvelerin sahibinin kendisine olan yakınlığını tespit edip zevkine erer. HU ismi, tümüyle masivadan geçiş oluşunca kalpten dile akar. Öylece kişide saklı olan nefes-i rahmanı dillendirir. Bu nefesin, bildiğimiz üfürmekle alakası yoktur. Bu nefesin tarifi de yoktur. Bu nefesin matla’ı da yoktur. Bu nefesin karinesi de yoktur. Bu nefesin sesi ve hissesi de yoktur. Bu nefesi hissediş vardır. Bu nefesi hissediş, kişiye özgü olup sırf teslimiyetle kişiden seyri başlar. Bu seyir edilince, kişisel akıl ve iman yerinde olup asla bir iz’ansızlık mevzubahis olmayacaktır.

İşte iz’anla anmanın dışında söylenen HU zikri, gerçek istenilen hedefe ve işaret edilene götürmez. Zira kişi önce ne istediğini bilmeli ve adımlarını da ona göre atmalıdır. Zaten doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ içinde HU isim zamiri yoktur. Çünkü HU isim zamirinin zikri, hal (حال) zikri yani yaşamın sesleniş zikridir. Kal (قال ) zikri yani sözle söylenen söylem zikri değildir. HU zikrinin hakikati ancak, terki terk denilen yaşam hissiyatıyla kişiye açılır. Bu konuyu biraz açalım. Belki olay daha iyi anlaşılır. Terki terk denilen hal, kişinin basiretinin hakka teveccühü olup, bilincinin temaşası hakla huzur bulup, kalbinden masivayı terk ettiğinin bile farkına varamayışının adıdır.

Eğer kalp, insanlığına ulaşan ve ilahi ferman olan Esmâ-i hüsnâ zikriyle güçlenirse; o zaman kişi, bunun semerelerini yaşar. Yoksa sadece lafını edip kendini tatmin eder. Her insanın göğüs kafesinde beş bölge vardır ki, hakikate giden yol, bu beş bölgenin istenilen kıvamda olmasıyla gerçekleşir. Bunların merkezi kalp olup diğer tüm letaifler, kalp ile değer kazanır. Bu konuyu kitabın sonuna doğru “Letaifler ve ahfaya giden yol” başlıklı konuda, detaylı bir şekilde izah eyledik.

Eğer kalp güçlenmeden, kalp kendisine lazım olan gücü ve kalp safiyetini elde etmeden, göğüs kafesindeki diğer letaiflere doğru bir yönlendirme yaparsa, o bölgeler güçlenir. Ama kalp güçsüz olduğu için de, yani maneviyatta gerekli gücü elde edemediği için, kalbin üzerinde bir baskılama oluşmaya başlar. Kalp maneviyatta güçlü olmadığı için, bu defa kalbin yönelimi nasılsa, kişi o yön üzerinde bir etki, yani bir güç patlaması yaşar. Örneğin kişinin gönlü tam masivadan kurtulmamışsa ve Allah yanı sıra diğer varlıklarla veya hislerle dolu ise, kalbi tam paklanmamış ve saflaşmamış ise, ama burada kalkıp sağ göğsün altındaki ruh üzerinde HU, ALLAH, HAK gibi zikirleri çekerse veya sol göğsün üstündeki sır üzerinde HU, ALLAH, HAK gibi zikirleri çekerse veya sağ göğsün üzerindeki hafide HU, ALLAH, HAK gibi zikirleri çekerse veya gırtlağın altındaki ahfada HU, ALLAH, HAK gibi zikirleri çekerse veya alındaki nefsi natıka üzerinde HU, ALLAH, HAK gibi zikirleri çekerse, ama kalp maddi veya manevi planda tümüyle tüm masivadan tam arınmamış ise, işte o zaman onlarda bir güç patlaması oluşur. Bu defa kalp hangi yönde ise, kişide o yönde bir sürükleme mevzubahis olur.

Hakikat denilen ve NEFY VE İSBAT olarak izah edilen (LA İLAHE!?! “İLLELLAH”) olarak formüle edilen ve tasavvufun zirve hali olarak bilinen zikri dahi, “kalbini güçlendirmeden” mutlak bilinmezlik denilen o sır ilmi eğer ki kişi derk ederse, durum daha da korkunç olacaktır. Zira artık “kalbi itminan” o yönde kişiyi celp etmiş ve o halin verdiği itminanla artık kendinden geçmiştir. Artık dönüp kalbini güçlendirmesi olayını kapatmış ve kendisini hak sanarak günlerini geçirir olmuştur. Öylece bir cezbe haliyle dolup taşmıştır.

Kalbini tam itminana ulaştırmadan diğer letaifleri güçlendirerek veya NEFY İSBATLA benlik kabuğunu kıran kişilerin, artık kendilerini frenleyecek bir unsur dahi kalmamıştır. Çünkü korunması emredilen benliklerini yakmış ve kendilerini çıplak olarak bırakmışlardır. Benliklerini yaktıkları için de, elini eteğini halktan çekmiş ve öylece hakkın bilinmesi için var ettiği halkı silerek ve halkta hakkı “gizlemiş” vehmederek bizzat her bir varlığın kendisinin hak olduğunu zanlarınca iddia ederek, dillendirmişlerdir. Hakkı da Allah olarak addedip halka da Allah demeye başlamışlardır. Öylece kesretteki bu vahim duruma ermişlik adıyla etiket vurarak kendisinde oluşan derin hipnozla aşk halini kendisinde zirveleyerek, meczup olarak yaşama tutunmaktalar.

Oysaki Allah, her varlığı hakkıyla yaratmıştır. Yaratılış gayesini en muazzam derecede zuhur eder. İşte hak, Allah’ın sadece bir ismidir ki; onun nurunda kuvvelerden sadece bir kuvve olarak parıldar. O kuvve ile yaratım, en yerinde bir oluş gerçekleştirir. Yani Allah “El HAK” dediğimizde sadece Allah’ın bir sıfatı anlaşılıyorken, “hak” kelimesi çıplak olarak geldiğinde, sadece Allah’ın sıfatı olarak anlaşılmaz. Zira insan dahi, birçok defa hakkını alıp vererek hak üzere olur ve bu sıfatla sıfatlanır. Dolayısıyla insan, hak sıfatını birçok defa hak ederek kendisine has eder. Ama “EL HAK” ismi, sadece Allah’a aittir. Zira başında EL takısı gelerek marife edilmiş ve bilinen yegâne hak olarak; Allah’ın sıfatı olan HAK sıfatına işaret edilmiş olur. Hangi kavramın nereye uzandığını bilerek, düşünce âlemimizi şekillendirelim. Zira Allah’a karşı en derin huşuyu ilim ehli duyar. Gerisi işin aslına riayet etmeyerek sayılı olan ömürünü tamamlar.

Hak isminin başında “EL” takısı gelmediğinde, kişinin Rububiyet alanına göre fıtratını yaşamaya işaret edilir. Örneğin; Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, “beni gören hakkı görmüştür” dediğinde, olması gereken fıtratın kendisinden zuhurunun seyrinin dilendiğini söylüyordu. Bunu yanlış anlayan ise, bu söylemle Allah olarak o mahalde zuhur ettiğini sanıyordu.

Bilelim ki “ben”liğinin kabuğunu kırmak dinde kesinlikle yoktur. Bu hal bir psikolojik vakadır ki, bunun için ayette “dinde ruhbaniyet yoktur” denilerek, bu hale yöneliş kesinlikle yasaklanmıştır. Ama insanlar her ne hikmetse bu hale aday olup, bu yolda çalışma önerenlere aldanıp, hakikatin o olduğunu sanarak kalbini güçlendirmeden, direk “NEFY İSBAT” yaparak benliklerini ortadan kaldırmışlardır. Oysaki; kişilik bilinci, “NEFY İSBAT”tan önce ilimle donanmalıydı. Zikirle kemale ermeliydi. Kendi nefsini tanıyıp öylece amellerini yapmalıydı.

Çok duyduğumuz sözlerden birisi de şudur ki; daha önce düzgün biriydi ama zikir okumaya başladıktan sonra durumu değişti. Kendisini bir zikre adadı, ama daha çok kötülük işlemeye başladı. İşte buradaki konu; kalb, hakkın marifeti ile ve şeriatı garranın nuruyla hem de planlı ve yerinde bir zikir çalışmasıyla tam teslim bir halde güçlenmeden; direk ruhu, sırrı, hafiyi, ahfayı ve nefsi natıkayı güçlendirmekten dolayıdır. Bu beş nokta, eğer ki kalp güçlenmeden güçlendirilirse, kişiyi birçok olumsuzluk bekliyor demektir.

Ayrıca bilelim ki; insanlara, hakikat ilmi diye sunulan “NEFY İSBAT” dahi, kalp kendisinin asli yeri olan arşı alanın üzerine çıkmadan, direk HU zikriyle kişiliği zihnen yok etmek kadar riskli bir çalışma yoktur. HU zikri zaten sonradan icat edilen bir zikirdir. Esmâ-i hüsnâ içinde yer almaz ve zikir olarak okunmaz. Bu zikirle kişi tüm bilinç dünyasını bloke eder ve kendinden geçer. Oysaki islam, bu şekilde bir çalışma önermemiştir. Sadece doksan dokuz esmanın ihsası istenilmiştir. O yüzden diğer letaifler üzerinde herhangi bir işlem yapmadan, eğer ki kalbimizi bir çok çalışma ile güçlendirirsek, kalp güçlendiğinde diğer letaifleri otomatik olarak arkasından çekecek, ve tümünü işlevine uygun olarak yönetecektir. O yüzden ayete baktığımızda diyor ki, kalp ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur. Yani diğer beş bölge üzerinde zikir çekmek yerine, kalp üzerinde yoğunlaşma olursa; ama etraflıca, planlıca ve tüm manaları içerecek şekilde bir çalışma olursa, diğer letaifler peşinden sürüklenir ve öylece kişi, doğal bir olgunlaşma ile yetişmeye başlar.

Burada şu hususa da değinelim; “HU” zamiri, Allah’ın ismi değil, MUTLAK ZATA işaret için kullanılır. Sadece İHLAS SURESİNDE müstakil olarak gelmiştir. HU denildiğinde, artık tümüyle ve her yönüyle bilinç kapatılır her şeye. Hatta hatta bırak diğer Esmâ-i hüsnâ’ları, Allah isminden dahi geçilir. Artık ne isim ne de resim kalmıştır. HU zikrinin hali, mutlak zati seyir zevk halidir. Bu haldeki kişi, artık KÜN  FE YEKÜN halini bizzat fil hakikat yaşar. İşte bu hali yaşamadan HU zikri çektirmek, çok büyük hatadır. Zaten HU ZİKRİ çekilen bir zikir değil, halin dışa vurumudur. Yani HU diyen kişinin, artık bakış dünyasında isim ve resim yoktur ki SADECE HU deyip tüttürür.

Tarihteki birçok yetiştiricinin müritlerine verdikleri “HU zikri” kişiye özgü bir zikirdir ki, zati seyir zevk halinin hissiyatını yükseltmek içindir. Bu da ancak, kalp tam kıvama geldikten sonra, gönülden dile akmıştır. Kalbi arşı alanın üzerine çıkarmadan direk o suyu vermek ise, kişinin kişiliğini mahveder. Niyazi misri, yıllarca ilim tahsilinden sonra yaşadığı 100 günlük sıkı çile ve riyazetten sonra, ancak HU diyerek mürşidine cevap vermiştir. İşte bu hali anlatmak için bu çok önemli olan konuya değindik. Yazdıklarımızı tüm etrafları seyrederek yazıya döküyoruz. İnşallah burada anlatmak istediğimiz unsurlar tam anlaşılır. Yoksa hâşâ biz evliyanın yanlış yaptığını söylemedik..

Burada demek istediğimiz husus; evliyanın intihadaki uygulamalarını, iptidai olan kişilere uygulanışının hatalı olduğundan dem vurduk. İlkokul düzeyinde bir öğrenciye, master yapan bir öğrencinin ilmi yüklenildiğinde, hiçbir şey anlamayacaktır. Ama heveslenip abisinin kitabını karıştırırsa, biraz hevesini söndürecektir. İşte bizim amacımız hevesi gidermek değil, bizzat yaşamı keşfetmektir.

Yorum yapın