İNSANDA OLUŞAN TECELLİLER

ZİKİR SANA CANDIR

Cin ve şeytanlar insanda tecelli edebilir mi?

Allah  her yerde hazır ve gören iken ve onun nurunun seyrini seyreden her bir yaratılan onun kulu iken, onun tecellisi nasıl olur?

Eğer insan; cinler ve şeytanların yönledirdikleri zihinsel fikir oklarına yani kalbe attıkları vesveselere göre hareket edebiliyorsa, o zaman insanlar bunların halifesi mi olur?

Allah’ın sınırsız kuvvet, kudret ve yaratım hali nerelerde tecelli eder, sınırları neresidir?

Allah her yarattığını âleme ilân eder mi?

Allah kullarına danışır mı? Tecelli halini kim sınırlayabilir?

Allah’ın sınırları ve seçtikleri belli midir?

Şimdi de bu sorular üzerine biraz tefekkür edelim.

Öncelikle bilelim ki; cinler ve şeytanlar insanda tecelli etmez. Çünkü her varlık ayrı ve özel olarak yaratılmıştır ve cinler tümüyle ayrı bir sınıftır. Kendi içlerinde ise, birçok gruba ayrılırlar. İnsan ruhunun yönettiği kalp ve uzantıları olan diğer organlar, insanlardan zihinsel fikir okları aldığı gibi, cinlerden, hatta hayvanlardan, hatta hatta ağaç ve bitkilerden ve dahi yıldızlardan ve diğer âlemlerde var olan her bir yaratılmıştan da zihinsel fikir okları alarak kalbine ilhamlar doğar.

İnsan özünde yer alan nari katmana eş değer zikirler okursa; nari katman cinlerin kullandığı katman olduğu için, cinlerin yoğun zihinsel fikir oklarına maruz kalabilir. Onun için de, zikirler kafaya göre rastgele okunmaz. Çünkü okumaları nari katmanın frekansları olan EBCED hesabına denk gelirse, işte o zaman kişide olumsuz sonuçlar oluşabilir. Şeytanlar hem cinlerden, hem de insanlardan olabilir. İster cini olsun, ister insi olsun, şeytanlar insanda tecelli edemez. Sadece vesveseler vererek vehmini körüklemek suretiyle emirlerine almak isterler.

Allah, ulûhiyeti itibarıyla tüm yarattıklarından münezzeh olup, yarattıkları üzerinde mutlak hüküm sahibidir. Allah, yegâne ilah olarak, benlik vererek yarattığı kullarının üzerinde istediği hükmünü istediği gibi icra eder. Ayrıca Allah, yarattığı varlıklarını da birbirleriyle terbiye eder. Allah’ın hükmü dâhilinde kendisine çizilen rububiyet dairesinde bulunan insan, kendisine üfürülen ruhu ile sahip edildiği kalbini öyle kullanabilir ki, Rabb-ul Âlemin ile kendi rububiyet alanını senkronize edip, terbiye dairesini genişleterek, Allah’ın nurunu özünden kendi nefsine akıtmak suretiyle, kendi terbiye alanını güzelleştirebilir.

İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak var edildiği için özünde doksan dokuz öz cevherin tümü mevcuttur. Dışsal varlıkların her biri ayrı kuvveye haizdir. Dolayısıyla eğer, kişi kendi nurunu üretmezse, afakî varlıkların oyuncağı durumunda olur. Allah’ın düzeni boşluk kabul etmez. Ya çevrenin kullandığı bir robot olursun, ya da kendi nurunu zikir, tefekkür ve şükür ile izhar edersin.

Her varlık da, öz cevherden aldığı oran ve miktar nispetinde Allah’ın kudret ve kuvvetinin tecellisi için bireysel ayna olur. Öz cevher derken, bu öz cevher asla Allah değildir. Allah’ın yarattığı bir tutam nuru olan ve Nur-i Muhammedi olarak isimlenen övülmüş nurundan başka bir şey değildir. Çünkü Allah’ın mutlak zatı için cevher düşünülemez. Allah böyle tanımlamalardan kesinlikle münezzehtir.

Allah rububiyetiyle ötelerde değil ki birilerinde hâşâ hulûl edip zuhur etsin. Her bir varlık; zaten onunla kaim olarak varlık planında yerini alır. Yani her bir varlık; onun ilmiyetinde bir nokta nurundan var eylediği Nur-i Muhammedi’nin bir bölümü olan levhanın yazılımını, ferşin üzerinde yaptığı dokuma ile oluşturmuştur. Yani bu dokuma, gene Nur-i Muhammedi’nin bir bölümü olan kalem ile ve gene Nur-i Muhammedi’nin bir bölümü olan arşından yaptığı nüzûl ile ve gene Nur-i Muhammedi’nin kalan dördüncü bölümüyle var kıldığı mahlûkatıdır. Ki bu dörtüncü bölümün tümüne ferş denilmiştir. Ferş ise kendi içinde birçok isimle anılır olmuştur. Tüm yaratılmışlar, tüm varlığını onun nurundan alıp, gene de nuruyla sınırlanır ve nuruyla elde ettiği kıvam dahi her birinin terbiye alanıdır. İşte terbiye alanı rububiyet dairesidir. Ama unutma ki; Allah Rabb-ul Âlemin olarak tüm yarattıklarından A’la olarak kesinlikle münezzehtir.

Kimse kendisini sınırlanamaz olarak tanıtamaz. Her kul kesinlikle sınırlıdır. Fena dairesinde bekayı seyirdedir. Bekayı seyir ediyor diye hâşâ baki değildir. Baki olan yalnızca Allah’tır. Doksan dokuz diye bize isimleri sunulan ve varlığa öz cevher olarak yaratılan Nur-i Muhammedi’de dokuma yapılan müsemmaların dokunuşları ile var edilen her bir oluş, zaten diğer oluşlara yani varlıklara bir ilanı seyirdir.

Oluşundan haberdar olamadığımız sayısız âlemler de elbette ki mevcuttur. Mutlak vücut sahibi başka bir varlık yoktur ki; Allah ona danışsın. Yani onun yanısıra kimse yok ki; ona danışıp karar versin. Kendi bizzat diler, seçer, karar verir, oluşturur ve yaratır. Ayrıca onun yanı sıra Vacibu-l Vücud olan başka kimse de yok ki, ona sınır koysun. Onun yaratımında sınır yoktur. Onun Mutlak Zatı için de, hiçbir açıklamada bulunulamaz. Çünkü mutlak zat dediğimizde tüm tabirler düşer.

Tabi burada, mutlak zat için hiçbir tabir yoktur derken, bu zati hakikatin bizzat tarifi için söylenmiştir. Ama kendisinin sahip olduğu özelliklerinden, kendisinden haber verdiği kadarını da elbette biliriz. Yoksa kendisine yönelemez hem irtibata da geçemezdik. Yani söylediğimiz her tabirin uzandığı mutlak noktayı bilmemiz icap eder ki, sahibiyle iletişimde olalım. İşte buradaki, onun hakkında nasıl olduğunu düşünmeyiniz tabiri, onun zatının ne olduğu hakkında tasavvurda bulunamayacağımızın ifadesidir. Zira Allah’ın Zatı, onun kendi hakikati demektir. Onun hakikati ise, hiçbir hakikate benzemez. Çünkü tüm bildiğimiz hakikatler, Allah’ın ilmiyetiyle vechinden yansıyan nurunun bir katresinde nakşettiği içerikten öte değildir. Biz dahi bu içeriğin ta kendisi olarak ve içinde varlık sahibi olmuş ve vücut bulmuşuz.

İşte bu gerçeği izah babında “Allah’ın yarattıklarını ve sanatını düşünün, Onun Zatını düşünmeyin” anlamına gelen ve farklı ifadelerle bize ulaşan bir çok hadisi şerif rivayeti mevcuttur. Bu hadisi şeriflerin rivayetlerin birinde “Allah’ın yarattıklarını ve sanatını düşünün, Onun Zatını düşünmeyin.” ifadesinden sonra, “çünkü Onun hakkını veremezseniz” ilavesine de yer verilmiştir. Ayrıca şu hadisi şerif de bize hakikatin yolunu çizmektedir; “Her şeyde tefekkür edin, ancak Allah’ın zatında tefekkür etmeyin.”.(İbn Hacer, 13/383)

Yorum yapın