ZİKİR SANA CANDIR
İnsanın mes’uliyeti nerede başlar?
Mes’uliyetimizle zikir arasında bir bağlantı var mı?
Zikirle fark ettiğimiz en büyük algılama ne olacaktır?
Bunun için ne yapmamız gerekir?
Haydi tefekküre…
Öncelikle bilelim ki; insanın mes’uliyetinin başlama noktası, onun akıl ve baliğ olma noktasıdır. Aklı başında olup neslin üremesi için gerekli hormonsal sistem devreye girince, insan mes’ul olmaya başlar. İnsan da, diğer tüm varlıklar gibi Allah’ın nurundan yansıyan ve Nur-i Muhammedi olarak isimlenen bir tutam nurdan varlığını alan bir birim olarak var edildi. Allah, tüm varlıklar içinde insanı kendine halife olarak seçti. İnsana izin verdi ki Esmâ-i hüsnâ isimleriyle işaret edilen manaların işaret seyirlerini, kendisinde var ettiği dokuma sayesinde, daha da yücelterek içeriklerine dalıp, seyrine seyir katsın.
İnsana izin verildi ki; onun nurunda yani nurdaki mutlak mana terennümleri olan ilminin içinde, Esmâ-i hüsnâ olarak tarif edilen mana içeriklerinin kendisindeki dokumalarından ötürü, nimete eren veya sıkıntıya boğulan kişiler gibi işletip yeni yeni oluşumlar oluştursun. Çünkü ne varsa insanda vardır ve tüm rızkı bizzat yaratım anında kendisine derç edilmiştir. Dışarıdan kendisine bir şeyin eklenilmesi veya çıkarılması söz konusu değildir. Tüm olay, insanın bizzat kendisinde mutlak olarak olanın farkına varmasıdır. İşte bu farkına varmaya da, uyanma veya ölmeden önce ölme hali denilmiştir.
Tüm manalar onun olduğu için ve bizim varlığımız da onun ilminden ve vechinden yansıyan nurundan meydana geldiği için, aslında her şeyi o yapıyor. Ancak, bize istekle donanımlı bir gölge nefis verildiğinden, yaptığımız fiilleri istekle arzulayıp yapmak için yönele bildiğimizden, yapılan fiilin sonucu müspet veya menfi olarak bize yansır. Dolayısıyla da bu noktada mes’uliyetimiz başlıyor. Ama her hal ve şartta tüm herşeyin melekûtu Allah’ın elinde olduğu için de, mutlak yaratıcı yalnızca bizzat Allah’tır diyoruz.
Biz, bize tanınan hüküm dâhilinde, yapmış olduğumuz müspet veya menfi amellerle, Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin bizde dokuyarak oluşturduğu içeriği zenginleştirebilir veya fakirleştirebiliriz. Yani bizde oluşturulan dokumanın içeriğinin karışımını, yaptığımız amellerle değiştirerek, her an yeniden düzenleriz. Düzenlemeye bağlı olarak da, seyrimiz sürekli değişkenlik kazanır. Ama her hal ve şartta bileşkemizdeki tüm içerik Allah’ındır. Dolayısıyla yaratan bizzat Allah’tır. İşte Tevhid, bunun idrakiyle yaşamaktır. Öncelikle bunu iyice fark etmemiz gerekir.
Nefsimiz, varlığımızı oluşturan içeriğin değişimine göre fiillere otomatik yönelir ve hatta hatta farkında olmadan kolayca fiilerin içinde kendisini bulur. Örneğin kişi, zinaya götürecek fiillerle, o menfi olan fiile yaklaşmışsa, onun bileşkesi o fiili yapacak bir şekilde pozisyon alır. O yüzden de ayet, zina etmeyin demiyor, zinaya yaklaşmayın diyor. Çünkü bileşkede kıvam oluşmamışsa, zaten fiil de oluşmaz.
Her yakınlaşma ile kişisel melekeler, yakınlaşma duyduğu yönde daha güçlenmeye başlayacak ve en sonunda o fiil, sıradan bir amel olarak kendisine yansıyacaktır. Sonra da kişi, hiç zorlanmadan yakınlaştığı fiili işleyecektir. Bu kural, tüm fiillerimiz için geçerlidir. Çünkü işlenilen her bir fiil, alışa alışa sıradanlaşır.
Bileşkemizdeki tüm manalar Allah’ındır. Allah, bize verdiği iradeyle kişisel bileşkemizi bozuk oluşturalım istemez. Ama, elimizdeki iradeden dolayı da, bozuk oluşumlardan oluşacak sonucu bize yaşatacaktır.
Zikirler ve ibadetlerimizin tümü, müspet olarak bileşkemizi değiştirmek içindir. Ama bu değiştirme bize verilen müsaade kadardır. İşte bu müsaadeye Allah’ın hükmü denilmiştir. Ve her hal ve şartta oluşan bileşkedeki hükmün tümü de Allah’a aittir. Çünkü tüm manaların dayandığı nur sadece onundur. Yalnız oluşan bileşkeden gelecek müsbet ve menfi tüm sonuçlar seni bulacaktır. Bileşkenle sana hibe edilen gölge benlik ebeden var olacaktır. İşte bunu fark et. Herşeyi yap ama Allah yaptırıyor deyip kendini aldatma. Sen küçük kâinatsın. Ve kâinatın tüm nurunu taşımaktasın. İşte sen zikirle bunu anlamaya çalışacaksın.
Madem sen küçük kâinatsın; o zaman ay sende, güneş sende, merih sende, venüs sende. Neptün sende, plüton sende, şiron sende. Üret kardeş üret her şey sende. Üret, seyre dal ve bil ki seyir sende. Bırak öteleri ve ötekini. Sen sende. Ben sende. Mutlak zatına açılan pencere sende, yol sende. Sen aziz bir varlıksın, satma kendini beş paraya. Düşme tanrıçaların peşine ve varlıklarda Allah’tan bağımsız bir güç vehmetme. Tüm havl ve kuvvetin Allah’ın eliyle tecelli ettiğini fark et ve şirkten soyutlan.
İşte bu gerçeğe binaen insan bizzat kendisi, mıknatıs gibi vortex olabilir. Hatta hatta tüm burçların etkisinden de kurtularak bizzat burçlar üzerine gidip, kâinatın efendisine komşu olabilir. İnsan mikro âlem olarak, tüm her şeyini özünden üreterek ve kimseye dayanmadan sadece Allah’a olan kulluğunun farkındalığı ile tüm kâinata meydan okur. Zaten o yüzden kendisine halife denilmiştir. İşte bunun yolu, planlı ve düzenli olarak tekrar edilen zikirlerden geçer. Bunun için de çalışmalarımızı hobi olmaktan çıkarmalıyız. Zira tasavvuf çalışmaları hobi değil, topyekun yönelimdir. Ruhbaniyetten sıyrılarak dengede kalmaya çalışıp hakka nazar ederek halka ulaşmaktır.
Her iki uçta yani teşbih veya tenzihte yoğunlaşmak, farkına varmadan ayağı kaydırır. Hristiyanların İsa Allah’ın oğludur demeleri veya Yahudilerin buzağıya tapınmaları gibi. Avamın bakışı mutavassıt bir duruştur. Bu insanlığın genel bakış açısıdır. Aklını imanla besleyip hakikati okuyanlar ve zikir de daim olanlar, ince sırlara muttali olurlar. Mutavassıt akıl ve zekâ sahipleri tasavvuf kitaplarından heveslenip, bende o ilme sahip olayım derse hata eder.
Aslında başa bela olan kavram sahip olayım kavramıdır. Pazardaki elmaya sahip olayım gibi manevi ilimlere sahip olunmaz. Sahip olmak isteyenin, benliğinin büründüğü tüm bencilliği yani egoyu terk etmesi gerekir. Bencillikten geçen erir. Zorlamaya gerek yoktur. Tasavvuf ehli Allah’a öyle teslimiyetle yaşar ki, cenazenin gassala teslim oluşu gibi nefsi isteklerini terk eder. Bu yol emek ister emek, içiyle dışıyla yolunda olmak gerek. Zikirden uzak, fikirden ırak ve şükürden kısır olursak, mutavassıt bir bakışla göçüp gideriz, nice nice göçüp gidenler gibi.