ZİKİR SANA CANDIR
Ruh veya ruhani güç deyip duruyorsunuz, ruhu bilmek çok mu önemli?
Ruh gücümüz başkalarının ruh gücünden etkilenir mi?
Başkasına yaptığımız dualar, onların ruh gücünün kuvvetine göre mi onlarda sudûr eder?
Kişi okuduğu zikirlerle fenafillâh denilen Allah’ta fena bulup yok olma halini yaşar mı?
Fenafillâh işinin hakikati nedir?
İnsanlara yalnızca amelleri kalıyorsa, başkasına yapılan dualar nasıl olur da onlarda etki eder?
Hani insana yalnızca çalışması vardı?
Zikirlerle vehmimiz ve düşünce planımız gelişir mi? Yapılan zikirlerle kalp şeytandan arınıyorsa, zikir okuyanlarda neden hâlâ vesveseler oluyor?
Şeytan o kalpten uzaklaştıysa nasıl oluyor da vesvese vermeye devam ediyor? Her insanın aldığı vesvese türü aynı mı?
Bu soruların cevaplarına ulaşmak için tefekküre dalalım…
Et kemik bedenimiz ölünce, ruhumuz ismimizi dahi alıp götürür ve ortada cenazemiz kalır. İşte burada ruhun önemi gözler önüne serilir. Artık Ayşe, Fatma, Mehmet, Hasan, Nazım vs gitmiş, adına cenaze denilen ceset kalmıştır. O zaman bırak cenaze olacak bedeninin peşine takılmayı, esas olan varlığını geliştir. Cenaze olacak bedenini terk et, o seni terk etmeden. Yani sen onun için olma, o senin için olsun. İşte bunu başar. İşte o zaman en büyük mücahit olursun. Bunu başarmak için de, zikir okumak gerekir.
Can cananın kendinden yansıyan nurundan verdiği canla canlanır. Bu can başka yerde değil sende senle oluşur. Fark et bu canı ve canlan hak yolunda. İşte bu canlanma temenni ve nedametle değil, bizzat zikirle gerçekleşir. Onun için de sakın ruhu olmayan kelamı telaffuz etme ve ruhsuz kelamın konuşulduğu yerde de kalma. Çünkü ruhsuz kelam ölü olarak doğar, ölünün ölüye faydası da olamaz.
Yegâne can veren Allah’ın; ilminden yansıttığı capcanlı olan Esmâ-i hüsnâ diye adlandırılan öz kuvvelerinin oluşturduğu dokumanın, yani yaptığı tecellinin oluşturduğu kuvveyle diril. Öylece nuru en derununda seyret. İşte o zaman capcanlı olursun.
Bilmez misin ki, ölü doğanın cenaze namazı bile kılınmaz. Kısır olan kelamın çocukları olmaz. Ruh verilmeyen kelam kısır olur. Manadan kısır kalanın ne tadı olur ne de tuzu. Sadece sırtta yük olur.İşte ruh, ancak sahibin olan Allah’tan gelirse fayda elde edersin. Bu ruha ise, ancak sünneti seniyye ile ulaşır ve sünneti seniyyenin çeşmesinden süt içmekle gelişirsin.
Sen, sen ol, mutlak şaşmaz çeşme olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin çeşmesinin dışındaki sütle beslenenlere, sakın iradeni ipotek etme ve çeşmelerinden de sakın süt içme. Yoksa özün hüzün dolar ve mahrum olanlardan olursun. Çünkü gayrı sütler zehirdir. Dıştan süslü ve çekici olur ama içeriği seni senden eder. Onun için de tek hududlandığın sofra Hz.Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sofrası olsun. Çünkü O, sadece senin için yararlı olan sütü verir ve onun sütü, seni besleyip büyütür.
Hududlanan hududlanır, öylece hududunun dışından habersiz olur. Hudud çizeni besler ve ona köle olarak yaşantısını noktalar. Önüne gelen sofradan nasiplen ama sofrayı sahiplenme, sahiplenirsen onunla hududlanırsın. Kısıtlanıp melül olursun. İşte Muhammedi sofra sonsuz bir denizdir ki, içi sonsuzluğa bakan kuvvelerle donatılmıştır. İşte senin fıtratın, o deruni kuvvelerden müteşekkildir. Zikirler o içerikteki fıtratını sana hatırlatır. Düşünsene; hakikati hissetmek için ne kitaplar okudun, ne yollardan geçtin, ama olmadı. Sen de buna şahitsin. Okuduğunu bol bol anlattın da, içindeki hakikatları bir türlü nefsinde hissedemedin. Öylece edindiğin bilgilerle avunarak ve çevrene bilmişlik havası atarak günlerini sonlandırdın.
Oysaki Allah’ın senin hakkında bir hesabı vardı. Bu hesap senin temel fıtratını sana sunmaktı. Öylece Allah seyri için kâmil kul olmaktı. Allah’ın hesabı tüm hesaplarımızı alt üst eder. Çünkü var ediliş amacımız; nefsimizin istikametini Allah’ın hesabıyla hesaplandırmaktı. Onun hesabıyla hesaplanmadığımız her an ise, zarardayız. Bu zararın sonucunda, Allah ile aramız açılacaktır.
Allah’tan mahrum kalınmaması için Allah ile aramızı bozmayalım. Nefs-i emmâreye gem vuralım. Bunun kolaylaşması için de zikirden feragat etmeyelim. Nefsim bil ki, zikirsiz yol alınamaz. Yaşamın derinliklerindeki köşe bucaklar dolanılamaz. Nefsin istek ve arzularına gem vurulamaz. Hele hele özdeki hazineye hiç erişilemez. İşe tüm zikirler hakka doğru yürümek için önümüze konulan yol işaretleridir.
Yol işaretleri yani zikirler, yolun istikametini tarif içindir. Yoldaki çukurları sunmak için değildir. Sabırla arabanı sür ve yol işaretleri olan zikirlerine sarıl. Allah’ı zikrederken her zikirle beraber, Allah “buyur ey kulum” der. İsmin içeriği ile kuluna karşılık verir. Zikri daimi, kalbe oturan muhabbetullahtır. Zikirden yoksun olan kalp ise, kapkara olur.
Zikrullah yani Allah’ın zikri senin azığın olup en kapsamlı çalışmadır. Ama bu zikir doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ’nın dışına çıkmamalıdır. Zira sadece doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ’nın ihsası bizden istenilmiştir. Ama her ne hikmetse nefsimiz hep başka arar. Çünkü nefis afakî bakış ister. Bu bakış ise, onun yaratımıyla ilişkili bir illizyondur. Bu afakî bakış ise, başka zikirlerle oluşur. Yani doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ içeriği bizi enfusumuzda mahir ederken, bunların dışındaki esmalar, bizi afakımızda kaybettirir. Bilincimizi yanlış şartlandırıp öylece öz kuvvelerini ona unutturur.
Allah çalışana verir. Bu kesin bir kuraldır. Ama dengesiz yapılan zikirler kişinin kişiliğini bozarak psikolojik sorunlar oluşturur. Kişi; dengeli ve yerinde yapacağı zikirlerle, benlik kıskaçı olan letaiflerinin tasarrufunu eline geçirir. Böylece kişi, marifetullaha ulaşmış olur. Esmâ-i hüsnâ zikirleri ile kişilik kıskacı olan letaifler çalışacağı için, zaten direk gerekli olan temizlik ile benliği nurlandırma oluşur ve nefs-i emmârenin tutunacağı bir yeri kalmadığından, nefis direk ehilleşir. Allah adını ağzına alıp zikir yapmaya üşenenler, zikirle dalga geçip tehlikelidir der dururlar. Hâlbuki kalp Allah’ı anmakla huzura kavuşur.
Kişide oluşan yıkıntılar ancak yerinde bir zikir çalışması ile onarılır. Kişi bilinçli zikir okuyarak düşünce âleminin yönünü değiştirmekle içinde bulunduğu puslu durumdan kurtulabilir. Bu kurtuluş vakti kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Ayrıca bu sisli ve puslu bakışlardan kurtulmak için zikirsiz olarak kişi sadece dua ederek ve isteyerek hakka yönelse, birçok sıkıntılarla yüzyüze kalabilir.
Kişi hakikati hissetmeyi isterken, nefsi arınma olmadığı için ve duasının makbul olması için mal, can ve evlatların sınavlarıyla kavrulabilir. Bu kavrulmanın tümü, onları sahibi olana tevdi etmek içindi. Oysaki zikirle letaifler temizlendiği için, mutlu bir şekilde tüm eşikleri geçip Rabbiyle hemhal olacaktı. İşte ey kul, seni özüne indirecek gerçeğin zikir olduğunu farket. Özüne götürecek Rabbinin zikriyle hemhal ol. Sonra bak aynaya ve gör sevgilinin yüzünü, yüreğinin taa derinliğinde.
İnsan hulkiyeti olarak iyidir. Ama et kemik bedenin zevkleri içinde gözünü açtığı için, kendisini en alt mertebede görmüştür. Hakikatine iman edip Allah’ın havl ve kuvvetiyle kaim olduğunu idrak ederek yaşayıp, salih amel işleyenler ise, insani hulkiyete bürünür. Yoksa et kemik bedenin zevkleri içinde gömülüp hayvandan aşağı iner.
Olaya kapsayıcı olarak baktığımızda; Hak ismi münferid olarak, Allah değildir. Ama Allah, mutlak olarak Hak’tır. Çünkü Allah ismi, hu adıyla işaret edilen mutlak zatı tarif ederken, Rahman dışındaki kalan diğer Esmâ-i hüsnâ’lar; mutlak zatın vechinden görülen mutlak nurun, ayrı ayrı özelliklerini tanımlar. Bu tanım, rahman dışındaki tüm Esmâ-i hüsnâ’lar için aynıdır. Zaten bu gerçeğe vakıf olan bazı kişiler “ENEL HAK” demişken, hiç kimse “ENE ALLAH” dememiştir. Şayet diyenler olmuşsa, onlar da cahilliklerinden demişlerdir.
Ama Rahman ismi de, Allah ismi gibi mutlak zatın yaratılanlara bakan müsemmasına isim olmuştur. Onun için de kayıtlanması muhaldır. Ama diğer tüm isimler, kayıt altına alınabilir. Ve kesret âlemindeki varlıklara isim olarak konulabilir. İşte Hak ismi de diğer tüm Esmâ-i hüsnâ’lar gibi, Allah’ın özelliklerinden sadece bir özelliğe verilen isimdir. Dolayısıyla kendisini bize Allah ismiyle tanıtan zatı, sadece bir özelliği ile sınırlamak muhaldir.
Her birimizin kendi birimsel zatı ve sahip olduğu tüm varlığı, HU işaret zamiriyle kendi zatına işaret edilen ve Esmâ-i hüsnâ isimleriyle kendisini tanıtan mutlak zatın; her bir isim ile işaret ettiği mana içerikleriyle, nurundan bir tutam nur olan Nur-i Muhammedi’nin, dörtte bir bölümüyle yarattığı ve levha üzerinde oluşturduğu yazılımı sonucunda, o bir nokta nurun diğer bir bölümü ile oluşturduğu ve adına tümel olarak ferş denilen temel zemin üzerinde işlediği dokumaların oluşturdukları bileşke ile bireysel rububiyet alanlarının kendilerini meydana getirmesi sonucu oluşan oluşumlardır. İşte bunun dışında yaratılan tüm birimlerin herhangi bir asli zatı yoktur.
İnsanın yaratılışı ise, tüm Esmâ-i hüsnâ dokumalarının bileşenleri ile kişilik ferşi üzerinde bir bileşke oluşturulup, kendisine sanal benlik verilerek ve ruhundan üflenilerek yani sonsuzluk nazariyesi kazandırılarak, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olmuştur. İşte insan, tüm varlıklardan ayrı olarak, kendisine ruhundan üfleyerek, zati seyir zevk haline ulaştırıldı. Öylece, sonsuz bir yaşam bakışına kavuşmuş oldu.
İnsan et kemik bedenin zevkleri içinde gözünü açtığı için, kendisindeki sonsuzluk ruhunu dünyada arar oldu. Manevi yapısını unutan insan, dünyevi sayısız ihtiraslarla gününü gecesine kattı. Ulaştığı bir hedefte oluşmadı. Çünkü dünyanın insana sağladığı eziyetten öte değildi. İşte tüm eziyetlerden ancak, zikir yapanlar arınır, zikirden yoksun kalanlar ise, paslanır.
En büyük amel zikirdir. Zikir ise, her ortama göre ayrı ayrıdır. Namaz vakti kılınan namaz o anın zikridir. Ramazanda tutulan oruç o anın zikridir. Zekât vakti, malın temizlenmesi o anın zikridir. Malı olup engel olmadığında hacca gitmek o anın zikridir.
Farz ibadetlerin dışında kalan vakitini ise, doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ’yı yapılarına göre plan dâhilinde günlük tekrarı ile okuyup vakti doldurmak, tüm yaşamımızın genel zikridir. Ama zikirleri okumak sana ağır gelecektir. Çünkü sen afakından gelmesini beklersin. Bil ki afakından sana bir şey gelmeyecektir. Allah ile aldatanlar bir çok enstrüman kullanır. Bu enstrümanlardan biri de fenafillâh olayını çarpıtıp insanların Allah ile hâşâ bütünleşme saçmalığıdır. Ben yokum sadece Allah var demekle sen yok olmuyorsun. Olsa olsa psikolojik bir vaka yaşayarak kendi hüviyetini yok saymışsın.
Ben yok oluşumu zati makamdan zevkle seyrediyorum diyerek de kendini kandırma. Bir kere o makamlarda seyre ulaşanların konuşacak sözleri tükenir. Allah seyredilmek istemiş ve seni sanal bir benlik ile var etmiştir. Bu varlığını da, EL Cebbar ismi dâhilinde EL Musavvir isminin müsemması ile suretlendirerek varlık âlemine yerleştirmiştir. İşte sen aşk ile kendimi yakıp onunla bütünleştireyim dersen, yanılırsın. Eğer kendimizi aşk sarhoşluğuna kaptırıp, fena makamını basit bir yokluk zannedip, amelden el etek çekersek, dünya ve ahirette nefsimize zulmedenlerden oluruz.
Ama fena olma olayını, kendi amel ve düşüncelerimizi kaldırıp yerine Allah’ın emirlerini ihya olarak anlarsak, o zaman fenayı doğru değerlendirmiş oluruz. İşte bu fena, hakiki manada kul olmayı bize idrak ettirir. Hem de bu fena, Allah’ın azametine karşı yoksulluğumuzu da bize idrak ettirir. Tüm havl ve kuvvetin Allah’ın yaratımının tecelli etmesiyle bizde zuhur ettiğine şahit oluruz. Böylece mutlak ihsana kavuşur ve Allah’ı görürmüşcesine mutluluğa ereriz. İşte bu mutluluğa ermek için, zikir ve tefekkürde derinleşmek gerekir. Böylece ilim ve irfan yolunda hakikatimize yolculuk etmiş oluruz. Yoksa kendi kendine bu şuur bizde zuhur etmez. Lafını ederiz de herhangi bir içeriğe ulaşamayız.
Gıyabında kendisine dua yaptığın kişiden, onun ruh gücüne paralel olarak, o yaptığın dua sana geri döner. Ayrıca başkasına yapılan dualar ile kişide haset denilen baş belası haslet kaybolur. Haset günahı nefsin en büyük zaafıdır. Bu zaaf ile kişi hakikatinden uzaklaşıp insanlar ile uğraşır durur. İşte insanların adını anarak onlara içten içe sessiz ve sözsüz yaptığımız dualar ile nefsimiz tezkiye olacaktır. Onun için de insanlığa sessiz ve sözsüz dua etmeye çalış. Boynunu bük ve Allah’a bak, annesine doğru boynunu bükmüş çocuk gibi. İşte o zaman seyret tecelliyi. İşte en makbul yöneliş odur. Yöneliyorsun, boynunu büküyorsun ve umutla bekliyorsun. İşte bu tecelli ile müthiş nur akar ve sen buna bizzat şahit olacaksın.
Başkalarına yaptığımız dualar veya beddualar ile eğer onların ruh yapıları müsaitse, onlarda başkalaşım yababiliriz. Onların şuurları üzerinde değişim yaparak onları istenilen kıvama doğru yönlendirebiliriz. Ama bilelim ki yönledirdiğimiz her bir dua veya beddua, karşı tarafa gidip oradan bize geri dönüş yapacaktır.
Bu duada böyle olduğu gibi, bedduada da durum aynıdır. Onun için de beddua etmekten sakınalım. Zira yaptığımız beddua; büyük oranı veya hepsi bize geri dönecek ve hayatımızı zehir edecektir.
Duanın veya bedduanın etki etmesi için de, karşı tarafın duayla veya bedduayla uyumlu bir yönelimi olmalıdır. Yoksa yapılan dua veya beddua gidip etrafında dolaşır ve bize geri döner. Onun için de sadece yaptığımız ameller bizimdir denilmiştir. Gerisi hayal ve seraptır. Seraptan kurtulup gerçeğe ermek için evimizi zikir, fikir ve şükür ile donatalım. Öylece içsel alanımızı şefaate müsait edelim. Birine dua etmek ona şefaat etmenin ta kendisidir. Almaya müsaitse alır. Müsait değilse, ulaşacak bir şey de olmayacaktır. İşte aklımızı fehmimizi kullanıp hakka revan olalım bize bizden yakın olan Rabbimizle buluşup mutluluğa kavuşalım.
Kalbimizle ve aklımızla tefekküre dalıp hakikatimize doğru yöneldiğimizde; bu yönelişimiz ile gerçeğe isâbet edersek iki sevap, isabet etmezsek bir sevap alırız. Yani kişi bir konuyu düşünüp sebep ve sonuç serüvende yaşamla ilişkisini seyir etmek istediğinde, eğer isabet etmese dahi bir sevap alır. İşte yapılan zikirlerle düşünce yeteneği arttığından, kişi sürekli yeni yeni düşüncelere dalıp yeni yeni keşifler yapmaya başlar. Buraya nefsi mülhime denilmiştir. Burada artık akıl kalbe inmiş ve kalp akleden kalp olmuştur. İşte öylece sen, aklını aldığın ilhamlar doğrultusunda oynatıp zihnini geliştirirsin.
Sana verilen aklı yani kalemi aldığın ilhamlarla oynattın. Yanlış oynama olsa dahi, bunun için gene de bir sevap alırsın. Ama bu oynattığın kalemin yazılarını Allah’ın kelamına ve sünneti seniyyenin terazisine vurmadan sakın kimseye aktarma. Zira sen, fehmini geliştirip yeni yeni ilhamlarla yeni yeni keşifler yaptığında, şeytanlar araya sokulup vehimsel mesajlarını araya sıkıştırıp sunabilirler. İşte bu sana bir vebal getirmezken; bunu insanlara aktardığında ise, eğer islama uygun değilse, kendini vebalden kurtaramazsın. Birinci sınıfa giden talebe önce kalemi yanlış tutar ve yanlış yazar. Ama o yanlışlık onu güzel yazıya götürür. Akılda öyledir, zikirle desteklediğinde akıl kalbe iner ve yaşamın sırları hakkında ona ilhamlar akar da akar. Aklını çalıştırırsın ve yapboz yaparak ilerlersin.
Tavsiye olsun ki doğru yanlış demeden zenginleşen kalemini oynat. Ama itikadını İslam’a sabitleyip öylece kalemini oynat. Yoksa ayağın kayar da bir daha doğrulamaz olur belin. Mutlak itikadın dışında, sakın kendini sabitleme. İtikadını hak üzere sabit tut. Onun dışında sakın ha sabitlenme, zira sabitleme yapan mühürlenir. Gelde bu defa mührü sök. Belgeleri yaz ama mühürleme. Yarın değişebilir de. Zira sen zikirle sonsuz deryalarda yüzüp hergün başka bir güzelliğe şahit olacaksın. Hatta derim ki aldığın ilhamları bilinç defterine kurşun kalem ile yaz. Zira yeni yeni ilhamlara kavuşunca eskisini kolayca silebilesin.
Zikrin oturduğu kalbe şeytan oturamaz. Onun için tüm zikirleri zihinle yapmaya gayret edin. Farkı fark edin. Bu farkla tasavvufi sırlar açılacaktır. Tasavvuf keramet peşinde koşma ilmi değildir. Tasavvuf et kemik beden ile sahip olduğun manaları sırrına yükleme sanatıdır. Zikirden yoksun olan kalbe şeytan tahtını kurup, o kalbin sultanı olur. Kişi zikirlerle gelişmeye başladığında dahi kişideki şeytani kuvve onunladır. Geliştiği duruma göre de aldığı vesveselerin türü değişecektir. Zira kişi hangi makamda olursa olsun, nefs-i emmâre onu takip etmektedir.
Nefs-i emmâre et kemik bedenin ölümüne kadar kişinin idrakı önünde nöbet tutan yılan gibidir. Sen bu yılanı hiçbir zaman öldüremezsin. Ama ölmeden önce ölün düsturunca, et kemik beden ölmeden, et kemik bedenin isteklerini Allah’ın sünnetine göre ayarlarsak, işte o zaman galip gelme pozisyonumuz güçlenmiş olacaktır. Onu için de et kemik bedenin bilfiil ölümüne kadar amellere devam esası bildirilmiştir.
Gizli, aşikâr, tenhada, kalabalıkta Allah’ın zikrine devam et! Allah, siz beni anın ben de sizi anayım der. Ayetlerde “Allah’ı çok zikreden erkeklerle, Allah’ı çok zikreden kadınlara pek büyük mükâfatlar hazırlanmıştır” buyrulur. Bizlerde hazırlanan mükâfatlara ermek için zikirlerde daim olalım.
Dua hakkında bilmemiz gereken birkaç hususu ve duamızın kabul olması için yapmamız gerekenleri kısaca burada beyan edelim; dua kesin ve net olmalıdır. Asla içinde kabul olmayacak hissi barındırmamalıdır. Dua kulun Rabbine irade beyanıdır. Dua kulun Rabbine istek tezahürüdür. Dua kulun Rabbiyle buluşma noktasıdır. Dua nefsin kaderini yazan kalemin ucunun çıkardığı ses cızıltısıdır. Dua kulun kulluğunu ifşasıdır. Dua Rabbin kuluna verdiği değeri ölçen temel göstergedir.
Dua ederken kul, böylece Rabbinin sevgisini daha çok üzerine çeker. Dua adeta neyin çıkardığı sestir. Dua ile bir ney gibi olan beden, inler durur. Dua ile kul, Rabbiyle ünsiyet elde eder. Dua; sonunda söylenen âminle, zaten kulun himayesinde artık duasının inşası başlar. Dua sonundaki âminle kul; artık iradesini inşaya çevirmiştir. Dua sonundaki âminin gizli tezahürü olan inşa ile kul, artık Rabbinin emin elindedir. Artık kudret eli devrededir. Artık mutlak bilinç öz alt bilinçle senkronize halindedir. Artık üst bilinç emeline ulaşmıştır. Artık mutlu olan kul, Rabbine hamd edip başını secdeye bırakır. Yani zaten AMİN, duayı “inşa alanına sürükleme” tetiklemesidir. Ayrıca duanın sonunda inşallah demeye gerek yoktur.
Dua yöneliştir. Yönelmek Allah’ın isimlerini zikirle olur. Yönelmek Allah’ın verdiği nimetleri değerli görüp, yerli yerine kullanmak demektir. Yönelmek dışımızda ve içimizde var olan varlıklar üzerinde tefekkür etmekle olur. Dua edeni yani yöneleni Allah doğru yola iletir ve korur. Huzuru kalp ile dua yapılırsa getirisi acilen bize döner. Kişi huzuru kalp ile yönelir ise bilinçaltı devreye girer. Tüm varlıkların bilinçaltı aynı havuz olduğu için, dua edip yönelen kişi, havuzdan gerekli noktayı harekete geçirir. Böylece kişinin ihtiyacını hangi birim yerine getiriyorsa, o birimin içi bunu hisseder ve o dua eden kişinin ihtiyacı o birim vasıtasıyla giderilir. Dua sonucu bazen bir taş gelir bazen bir kurt. Bazen bir bulut gelir bazen bir insan ve gerekli olan ihtiyacı veya malzemeyi tevdi eder. Duanın kabulü için ise yoğunlaşmak gerekli ki bilinçaltı devreye girsin ve gerekli ihtiyacımızı ulaştırsın.
Şimdi; bilinç altı Allah’ın ilminde ki yapılanmanın on sekiz bin âlem dediğimiz öz cevherden sonraki alana denir. Öz cevher varlığını Allah’ın nurundan ve ilmiyetinden alır. Allah’ın subuti sıfatı olarak bildiğimiz ilmiyet ise, “mutlak zatın” zati ilimle kendisinde seyir etmek istediği gizli hazinenin husule gelmesi için, oluşturduğu gölge alandır. Tümü Allah’a ait olduğu için duaları kabul eden Allah’tır deriz. Yoksa hâşâ Allah, sihirli değneğini arayıp o değnek ile dokunup senin duana icabet edip havadan üzerine yağdırmaz. Gerektiğinde elbette havadan bile oluşum olup husule gelen bir şeyde olabilir. Ama sebep var edilerek oluşur. Çünkü Allah her şeyi sebeplerle husule getirdiğini söyler. Hani ayet der ya; Allah perde arkasından konuşur yarattıklarıyla. İşte her sebep ayrı bir perde ve sebep ardından sana dokunan ise sadece O’dur. Duan ile sebep oluşturma yola girmiş ve ihtiyacını gideriyordur.
Okuduğumuz dualar ve salâvatlar, bizim bilincimize indirgenen Allah kelamı ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünnetinde mevcut olanlar olsun. Gerisi yaptığımız dualar kendi kalbimizin derunundan akıp gelen dualar olsun. İşte derunumuza doğru en makbul haykırışımız bu olacaktır. Kur’an-ı Kerim’deki ve hadisi şeriflerdeki her bir duayı kendi duamız bilip sorunsuz bir şekilde ve gönül hoşluğu ile yapabileceğimiz dualardır. Kur’an-ı Kerim anlayışımıza inmiştir ve hadis o anlayışla hamurlanmıştır. Bilmem hangi velinin hangi aşk halinde terennüm ettiği duayı ben nerde ve nasıl kendime uyarlıyayım.
Kur’an-ı Kerim ve sünnet teveddüd dâhilinde akıl ve iman ile anlayışımızı revize edip yükselişe geçmek için gerekli duaları öğretir. Dünya ve ahret mutluluğunu getirir. Kendisini aşka kaptırıp akıl ve iman melekelerini devre dışı ederek hissettiği dua ile dua eden kişinin duasıyla dua edenin başı meşgaleden kurtulmaz.