KALBİN TATMİNE ERMESİ İÇİN YAPMAMIZ GEREKENLER

ZİKİR SANA CANDIR

Kalbimin her yönüyle tatmin olmasını istiyorum, ne yapmam gerekiyor?

Yaratılmış varlıklara sevgiyle yaklaşmak bize ne kazandırıyor?

Acaba ne eksik ki huzura eremiyoruz ve bir türlü mutlak mutluluk ile dolmuyoruz?

Beden ruhu, ruh ise varlığı, varlık da Allah’ı nasıl bilir?

Varlık, ruh ve beden üçgeni arasında var olarak dolaşan “bilgi” gerçekte nedir? Gibi soruların cevabına ulaşmak için biraz tefekkür edelim.

Bu soruların içeriğini tam anlamak için, bir çok konuya  etraflıca değinmek zorundayız. Yoksa olay tam olarak anlaşılmayacaktır. Tatmin olan kalp, ancak rahata kavuşur. Bu konuda ayeti kerime der ki; “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d, 13/28) 

O yüzden derim ki; Allah insanı seviyor ve sıkıntı veriyor ki insan zikirle tanışsın, öylece Esmâ-i hüsnâ’da bildirilen özellikleri kendinde keşif etsin ve gonca gül olsun. Böylece en güzel boya olan Allah boyasıyla boyansın. İşte bu, en büyük kazanımdır.

En büyük mahrumiyet, Allah’ın cemalinden yoksun kalmaktır. Kişi için en büyük korku da bu korku olmalıdır. Zira tüm saadet onun cemalini seyirde yatar. Buna RIDVANULLAH denilmiştir ve bu en büyük nimet olarak bizlere bildirilmiştir.

İşte Allah’tan korkmak, Allah’ın cemalinden mahrum kalma korkusudur. Çünkü Allah’ı tanıyan, artık Allah’ı en çok sevmiştir ve en çok sevdiğini kaybetmek ise, artık kişi için en büyük kayıp olacaktır. Çünkü kendisini yaratanı tanımış ve onunla ünsiyet elde etmiştir. Bu korku cehennem korkusu veya cennetten mahrum kalma korkusunun ötesinde olan, ayrılık korkusudur.

İşte kişi; Allah’tan mahrum olmaktan korktuğu için, Allah’ın emirlerini yapıp nehiylerinden uzaklaştığında, mutlak zikre ulaşır. Aslında Allah’tan korkunun altında Allah’ın sevgisi yatar. Bu korkunun hakikati Allah’ı tesbihtir ki; işte bu tesbih, insan için en büyük zikirdir.

Her varlığın öz benliği, varlığın hakikati ve öz cevheri olup doksan dokuz olarak bildirilen ve Esmâ-i hüsnâ ile isimlenen müsemmaların, Allah’ın nurunun bir noktası olan ve Nur-i Muhammedi olarak isimlenen nurun dörtte birini teşkil eden ve üzerine yazılımını oluşturduğu levhasından, Nur-i Muhammedi’nin dörtte bir bölümü ile yarattığı ferşinin üzerinde oluşturduğu dokumalarının bileşim halinde bir merkez noktaya yansıması yani dokuma oluşturması ile kişiliğin benliğini oluşturur.

Bu insan, cin, melek, hayvan ve kâinattaki diğer her bir varlık türündeki her bir benlik için, aynı şekilde gerçekleşir. İşte benlik sahibi olan herhangi bir bireyin, diğer benlik sahipleriyle iletişimde olması için, onlarla aynı güzergâhta olması gerekir. Yoksa iletişimi sağlayamaz. İletişim sağlanamadığı için de mutsuz olur. Bu her cihetiyle aynıdır. Zira kişi sevdiği ile irtibatını güçlü kılınca mutlu olur. Bizi yaratan sonsuz güç sahibi olan Allah ile irtibatımız zayıfladığında otomatik olarak bizim için mutsuzluk başlayacaktır.

Allah ile irtibatı sağlamak için de boyasıyla boyanılması ve ruh gücünün sağlamlaştırılması, öylece samimiyete bürünülmesi icab eder. Yoksa irtibat kurulamaz. Bu düzenin aynısı insanların kendi aralarında da ve hatta insan ile diğer varlıklar için de mevzubahistir. Onun için de tüm varlıklara sevgiyle yaklaşılması istenilmiştir. İşte burada, sevgiyle yöneldiğimiz her bir varlığın kendi öz yaşam alanında, yaratım amacı doğrultusunda sergilediği ruh gücünden istifade etmemiz hedeflenmiştir. Yoksa diğer varlıkların ruhaniyetinden bize ulaşacak bir mana içeriği olmayacaktır. Öylece bilinç yapısının içsel nurani kuvveti düşük iken, kendi nurunun üstü olan varlık ile irtibat kuramayacak ve kendisinden bir istifade sağlanamayacaktır.

Onun için tüm varlığa karşı sevgi kapımızı açmak zorundayız. Her varlığın hakkını verip hak üzere olmak zorundayız. Bunu da kendi iyiliğimiz için yapmak zorundayız. Zira her hal ve şartta muhtaç olan biziz. Zira nefs-i emmârenin esaretinde olan kişinin ruhaniyeti doğadaki varlıkların ruhaniyetinden daha düşük vaziyettedir. İnsan nefsanî egoyu terk ettiği kadar yükselmeye başlar. Öylece yükseklerde yer edinir.

Kişi nuraniyet arttırıcı çalışmalarla varlıklarla irtibat sağlayacak dengeye ulaşarak           irtibat kuracak güce kavuşabilir. Gücü yüksek olanlar ise, gücü az olanlar üzerinde operasyon yapabilir. Ama operasyonlar ancak verilen izin kadar olur. Eğer ki kişi kapısını kapatırsa ve tam inanmazsa kimse onun hanesine giremez. Zira Allah insanı öyle bir olgunlukla yaratmıştır ki, kapısını kapatınca, kimse hanesine tecavüz edemez olur.

Onun için; Allah dostlarına kapı açıp onların ruhaniyetlerinden istifade etmek için, kalbi ona has ettiğimizde, kalbimizde istediği işlevi yaparak tasarruf edebilecek seviyeye kavuşturur. Kişi kendisini tam adadığında yani kurban ettiğinde işte o zaman üzerinde gayrı ihtiyarı manevi operasyon başlar. İşte bu olaya himmet denilmiştir.

Melek, melekelerin musavvir esma kuvvesiyle hüviyet alma halidir. Hayvan, cin, insan, melek ve diğer her şey, melekelerin bileşimleşmesiyle varlık âleminde var edilmişlerdir. Ve her birşeyin melekûtu ise, Allah’ın elindedir. İstediği şekilde evirip çevirir. İnsan ve cinden suretleşen melekeler ya huri ve gılman şeklinde ebede kadar zevk verecek şekillerde olacaklardır. Ya da aşağılayıcı zebaniler şeklini alacaklar ve ebede kadar azap verecek bir şekle bürüneceklerdir. Tercih bizim ve Besmele elimize verilmiş en büyük hazinedir.

Evet, tercih bizim ama tercihi belirleyen kuvveler de Allah’ın. Öylece Besmelenin sırlarıyla sırlanıp zikirlere bürünerek melekuti içeriğimizi zenginleştirebiliriz. İşte içinde olduğumuz her fırsatı değerlendirip Rahman’dan rızık alarak Rahim ile geleceğimizi inşa etmek elimizde.

Rahman her birime özünden gelecek şekilde gerekli tüm rızık dediğimiz hayat imkânlarını veriyor.  Var edilen varlıklardan insan tam iradeli ve cinler ise insana göre daha az iradeli olarak özlerinden doğan kuvveleri istedikleri yönde eyleme dökebilirler. Ama ne hazindir ki cinlerin çok çok azı, insanların cine nazaran biraz fazlasının dışında, kişi adeta bir robot gibi yaşar.  Öylece yaşamını heder eder.

Özümüzdeki melekeleri yani iç dünyamızdaki kuvveleri zikir ile değiştirirsek, bizden tecelli eden ve tercihimizi belirleyen Allah kuvveleri değişir ve dolayısıyla bizim isteme şeklimiz de değişen kuvvelerin konumuna göre değişir. Yani tüm değişim bizim enfusumuzda oluşup, sonra da afakımızdaki fiilerimizde aşikâr olmaya başlar. İşte olayın bu noktasını göz önüne alanlar, ayette geçen “ŞAE” fiilini “ERADE” anlamında kullanarak demişlerdir ki;  Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Yani demek istemişlerdir ki, Allah dilemedikçe yani iç kuvvelerimizin şekli değişmedikçe bizden açığa çıkan istek yönü de değişmeyecektir.

Olayın bu yönünü bilmeden olaya yaklaşanlar, insanın iradesini yok sayıp tüm iradeyi Allah’a vererek insanı robot şeklinde hayal etmişlerdir. Oysaki olayın aslı tümüyle bambaşkadır. Olayın aslı; Allah ayetlerde ŞAE fiilini kullanarak, şeydeki yapıya göre Allah’ın yaratımının mevzubahis olduğu gerçeğini bize izah eyler. İşte “şey”lerden bir “şey” olan insan, ancak yaptığı çalışmalarla “şey”liğinin içeriğini yani fıtratını değiştirebilir. İşte oluşan değişime göre de “şey”lerden bir şey olan insan üzerinde Allah’ın iradesi, yapısının muhteviyatına göre tecelli eder. Öylece Allah iradesinin, kişide tecellisi vuku bulur.

Onun için de ayetlerin bağlantılarını ve içerik planlarını bilmeden Kur’an-ı Kerim’e anlam vermek istenildiğinde, ekseriyetle yol başka güzergâha çıkacaktır. Öylece mealzede olup işin hakikatinden uzağa düşülecektir.

İnsanların büyük büyük çoğunluğu Allah’ın rububiyetinin hakikatine vakıf olmadan, Allah ile kendi arasındaki irtibatı, kendi ile diğer insanlar arasındaki irtibat gibi hayal ettiklerinden, Allah’ı dışsallıklarında var olarak bilirler ve şöyle düşünürler; Allah yukarılarda isteyecek bende yeryüzünde garip bir robot olarak onun isteğini dillendireceğim. O zaman da benim günahım yok. Nasılsa Allah bana yaptırıyor. Hayır, hayır olay böyle değildir. Böyle düşünen kişi için Allah, En’âm Suresi 148. Ayetin sonunda der ki; “saçmalıyorsunuz”.

Nice zikirler vardır ki, bilincini az açıp iradeni felç eder.

Kişiyi şeytana güzergăh eder. Ayrıca kurban olarak kendisini adayan kişinin safiyeti kullanılarak şeytani emeller doğrultusunda üzerinde operasyon yapılır. Onun için de bil ki, sen kulsun Allah’a, bu senin için en büyük özgürlüktür. Böylece insanlara kölelikten kurtulursun. Bunun için bir sağlama yapmak zorundayız. Yoksa farkına varmadan yoldan çıkar ve şeytani emellere mahpus olabiliriz.

Hangi fikir, düşünce veya zikir! Seni bir insana köle ediyorsa, hızlıca uzaklaş. Çünkü sen Allah kulu olarak özgürsün. Hangi fikir, düşünce veya zikir! Senin benliğini veya kişiliğini pasifleştiriyorsa, sessizce uzaklaş. Hangi fikir veya düşünce veya zikir! Senin gözünde farzı ufaltıyorsa, sessizce uzaklaş. Hangi fikir, düşünce veya zikir! Senin gözünde bir haramı küçültüyorsa, hızlıca uzaklaş. Hangi fikir, düşünce veya zikir! Senin iradene ipotek koyuyorsa, hızlıca uzaklaş.

Ayrıca bil ki farzı terk edenin her ameli boşunadır. Kendisini boşuna rahatsız etmesin. Zira şeytan sana sağdan yaklaşır da farzı terketmeni ve nafileye abanmanı ister. Olayı anlamayan da kuzu kuzu aldanır. Gözünü aç ve bilki farz ile arınırsın. Nafile ile de yaklaşırsın. Her gece bin rekât tesbih namazı kılsan da, yatsı namazının farzının bir rekâtına denk gelmez.

Bu noktaya gelmişken şu kutsi hadise kulak vererek bu soruyu da bitirelim; Ebû Hüreyre”den rivayet edildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allah şöyle buyurdu: “Kim benim bir velî kuluma (dostuma) düşmanlık ederse, ben de ona harp ilân ederim. Kulum, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetlerle de bana yaklaşmaya devam eder, ta ki ben onu severim. (Sevince de) artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden isterse muhakkak ona (istediğini) veririm. Bana sığınırsa muhakkak onu korur ve kollarım…””

(B6502 Buhârî, Rikâk, 38)

Eksik olan şu ki; ayakta, otururken ve uzanırken yani hayatı tümüyle kuşatan ve terbiye eden zikir unutturuldu.  Seni esir edenden uzaklaş. Sadece hakka yanaş. Rabbin yolunda yol arkadaşı olana yaklaş. Yüksel hakka yavaş yavaş. Sen hakka muhtaçsın hak sana değil, O zaten Samed’tir. Geri adım atan gerisin geri düşer. Okurken sıkışma ve sıkılma varsa, sakın geri durma. Oku ve zikrini bitir. Yol göstericiye danışırsan, sakın tavsiyelerini kulak ardı eyleme. Zikir okurken ilk etapta içinde daralma oluyorsa, bu daralma içine ekilen tohumun yeşermek istemesindendir. Zikirden yoksun olanın göğsü göğün daraldığı gibi daralır. İşte bu en nahoş yokuştur. Hakkın özelliklerini zikir etme sevdası, onun bize yansıyan en büyük rahmetidir. Bu rahmetle o yokuş aşılır.

Hem bilki, namaz dinin direğidir, dikkat et, direk olmazsa ev olmaz ki dekor çekip boya yapasın. Beden ruhun tutunabilmesi için elzem olan haslettir. Ruh her zaman bedenle varlığını bilir. Bu ruh halk arasında bilinen ruh değildir. Halk arasında bilinen ruh, et kemik bedenin ölümüyle “bilinç/şuur/nefs/ruh”un tutunduğu ruhtur. Burdaki ruh ise, hakikati muhammedi diye bahsedilen hakikatin manevi yapısını izhar eden Ruhu-l Kudus’un var olan birimin yapısına göre ona hayat veren deruni candır. İşte varlığı var eden bu deruni candır. Deruni can birimi (insan, cin, melek, hayvan, toprak vs) terk edince, o birim ölür. Artık ruhun kayd edeceği bir değer de kalmaz. Oysaki et kemik beden bizdeyken, birçok amelle ruhumuzu geliştirebilirdik.

Şunu da izah edelim, her birim (insan, cin, melek, hayvan, toprak vs) yaratıldığı andan itibaren beden belli bir olgunluğa kavuşunca, o beden kendi öz hüvviyetini izah edecek şekilde kendi yaşamını fena dairesi dâhilinde sonsuza dek kendisine sirayet eden Ruhu-l Kudus’tan kendi bünyesi kadarını devam ettirmek için ikincil bedenini oluşturur. İşte halk arasında bu bedene ruh denilir. Hâlbuki esas ruh bu ruh değil, birime hayatiyet veren ruhtur. Her beş duyuya göre şeffaf olana ruh demişiz. İşte ruhun varlığı kısaca böyle. Ama ruhun mahiyetini ancak Allah bilir. Çünkü misli dengi benzeri olmayan “TEK”in emirlerinden sadece bir emridir. Hak Teâlanın emirlerinin mahiyetini bilmemiz ise, haddimiz değildir.

Ruhu-l Kudus her varlıkta, varlığın varoluş kapasitesi kadar kendisinden zuhur eder. İşte her bir varlık, kendisinden Ruhu-l Kudus zuhur ettiği kadar, ruhun sahibi olan Allah’ı bilir. İşte bu kapasiteye de kişinin rububiyet alanı denir. İnsan ve cin de öyle. Ama insan ve cin az değişiktir. Çünkü insan ve cin kendisine verilen değişim gücü ile öz zuhurunu değiştirebilir.

Cin tüm isimleri cami olmadığı için, yaptığı çalışmalarla kendisindeki değişime rağmen halife olamadığı halde, insan tüm isimleri cami özelliği dolayısıyla, yaptığı çalışmalarla varoluş hamurunun içeriğini değiştirerek, yeryüzünde Allah halifesi olarak ekstradan birçok güzelliğe ve seyre ulaşabilir.

Tüm isimler insanda var olduğu için de, varlıklar içinde Allah’ı en iyi bilen varlık insan olmuştur. Ama genel itibarıyla insanların ekserisi, kendi gelişimini yapmadığı için, içe doğru büzüşme yaşar. Çünkü insan, gözünü et kemik bedende açtığı için, kendisini bedensel dürtülerle sınırlayıp dünyevi olarak geliştirmekte ve enfusi seyrine kendisini teslim edememektedir.

Bu büzüşme dolayısıyla dış huzur istediğin kadar konforlu olsun, insanı içten içe kemiren bir tatminsizlik onu alır götürür. Her beden tatmininden sonra içi üzüntü dolar. Sebebini öğrenmek ister ama bir türlü çözemez. İşte bu tatminsizliğin sebebi ise, git gide Allah’tan uzaklaşmasıdır. Bu uzaklık yani Allah’ı bilmekten mahrumiyeti onun için ölüm gibi olur. Çünkü kişi Allah’tan uzaklaştıkça onu bilmekten de uzaklaşıp mahrumiyetini daha çok yaşar.

Kişi Allah’a yaklaştıkça onu daha çok tanır. Kişi Allah’ı ne kadar çok tanırsa, o kadar manevi planda lüks hayatı yaşamak için gerekli olan nuru elde eder. İşte tanıma ve yaklaşma ancak zikirle gerçekleşir. Allah bizim nazarımıza nisbeten, dışsal veya içsel bir ilah olmadığı için; biz onu tanıdıkça, onun özellikleri ile daha çok boyanmış oluruz. Bu boyanma da en etken yol ise, zikir ve zikrin doğurduğu fikirdir. Fikrin sonucu oluşan şükürdür.

Zikir ve tefekkür sonucu yaşadığımız şükür, bizim kalbimizin onunla tatmine ulaştığı an hâsıl olur. Varlık, ruh ve beden üçgeni arasında var olarak dolaşan bilgi ise gerçekte ilimdir. Ama ilmimiz çoğu defa bilgi düzeyinde kalır. Yani bakış açımız olmaz. Bilincimizde bütünleşmediğimiz her ilim kırıntısı bilgidir. Ve bu bilgi merkep sırtındaki kitaplar gibi yüktür. İşte o yükü yaşam tarzı ettiğimiz kadar hafifler ve Allah’ın cemalını seyre dalarız. Cemalde seyir edilmeyen her ilim celalde bize dönüşür.

Cemalleşmediği için “celalden bize olan dönüşe” ise, halk dilinde “Allah sana çarptı” şeklinde dile gelir. Aslında toplumda söylenen her sözün bir geçmişi vardır. İnsanlık birçok şeyi unuttuğu için hemen inkâra sapar ve der ki “yok öyle saçma bir şey”. Hâlbuki az olaya vakıf olmaya çalışsa, birçok olaya kendisi bizzat şahit olacaktır.

Yorum yapın