ZİKİR SANA CANDIR
Namaz da zikirse, zikir okuyanların namaz kılmasına gerek var mı?
Öncelikle bilelim ki namaz, insan için çok büyük bir haslettir. Hem ruha hem de bedene hitap eder. Çünkü insan ruh ve beden ile yaşıyan bir varlıktır. Namaz; hareketleriyle insani yapının bedensel ve ruhsal olarak tüm varlığını kuşatan bir zikir olup, o hareketlerde malum zikirler okunmak suretiyle yükselmek zorundayız.
Her yaptığımız namaz hareketiyle o derunundaki melekuti kuvve ile aynı konumda olup gerekli nuru otomatik olarak et kemik bedenin fonksiyonel yapısının vasıtasıyla çeker alır ve ruhumuza yükleriz. Olabildiğince namazın hareketlerini rükünlerine uygun yapmak zorundayız. Her bir rükünde gereken duaları hissederek okumaya gayret etmeliyiz.
Hissiyatı oluşmazsa da, gene de kılmaya devam etmeliyiz. Çünkü zaten et kemik beden bizde olduğu sürece, yaptığımız tüm fiiller, otomatik olarak ruh dünyamızı boyalar. Farkında olup olmamak, bu konuda herhangi bir etken değildir. Hatta hatta bizim beş duyumuz ve farkında olmadığımız gizli duyularımız, öyle mükemmel yaratılmıştır ki; içinde bulunduğu ortamda var olan tüm ses, görüntü ve titreşimleri otomatik olarak ruha kaydedip, kişinin önüne getirir.
İşte kaderimizin üzerinde, içinde bulunduğumuz ortamın sahip olduğu titreşimler dahi etken olur. Onun için de gereksiz bir şekilde insanların yoğun oldukları ortamlara girilmemeli, eğer ki girmek zorunda kalırsak, üç defa Felak ve üç defa da Nas surelerini okuyup öylece gitmeliyiz. Zaten beş vakit namazdan sonra okunan Ayet-el Kürsi ile İhlas, Felak ve Nas sureleri ile otuz üçlük zikirler, kişiyi maruz kaldığı ortamların olumsuzluklarından korumaya matuftur.
Hasta veya engelli olan ise, olabildiğince secdede baş ayaklara yakın olacak şekilde oturarak namazını icra eder. Ve zihinsel olarakta fatiha suresini ayakta okuyormuş gibi bir hisle okur, rükûda zihinsel olarak eğilir ve secdede başını zihinsel olarak yere koyar. Ama bedenen de olabildiğince secdeye yaklaşır. Her kim ki fiilsel olarak namaz gereksizdir derse, o cahildir, takılmayın peşine. Selam sana deyin ve yolunuza tereddütsüz bir şekilde devam edin.
Namazı terk ile insanın kurtuluşu olan melekuti kuvve ruha yüklenmeyecek ve kişi ölümden sonra aciz durumda kalacaktır. Namaz için bahaneler öne sürenlere deyin ki, senin bahaneler üreterek namazı terk ettiğin gibi ben de mi terk edeyim? Senin gibi ben de mi namaza afaki anlamlar yükleyeyim ve sıyrılalım işin içinden. Öylelerine selam deyin ve yolunuza Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden günümüze kadar kılınması tevatür yoluyla uygulana gelen ve en büyük vazife olan namaza devam edin. İşte esas mutluluk ve mutlak kurtuluşun yolu buradadır…
Her uzvun hakkını vermeliyiz ki seyrimiz tamam olsun. Kişi dese ki ben zaten iyi ve güzel şeyler düşünüyorum, benim namazı şeklen kılmama ne gerek var? Bu tümüyle şeytani kuvvenin harekete geçişidir. Çünkü şeytan bizim hidayet yolumuzu görüyor, üzerine oturuyor ve mantık oyunlarıyla bizim hedefe yaklaşmamıza engel olmak istiyor.
Çünkü şeytan, ayetin işaret ettiği gibi; hangi fiilin bize ne tür güçler verdiğini seyrediyor ve yaptığımızda da adeta çıldırıyor. Uzaklaşmamız için de var gücüyle mücadele ediyor. Onun mücadelesine kıyamete kadar müsaade edilmiştir. Bunu bilelim ve oyunlarına alet olmadan her bir ortamın hakkını vererek ölüm meleğini bekleyelim.
İlk insan olan Hz. Adem aleyhisselam, Ezazil’in önderliğindeki cinlerden sonra, yepyeni bir yaratılışla yerin hamurundan şekillenerek yaratılıp üstün meziyetlerle halifelik kabiliyetine ulaştığında, iblis olarak lakaplanan Ezazil Allah’ın emrini yerine getirmeyerek Adem’e secde etmediğinde, lanetlendi. Lanetlenen şeytaniyetin lideri olan Ezazil, bu lanetin sebebi olarak Adem’i görüp hırslandı. Adem ve neslinin ayağını kaydırmak için de Allah’tan müsaade istedi. Allah, şeytaniyet melekesinin kullanımına kıyamete kadar müsaade verdi. Öylece bu meleke ile kulların akıllarını çelip hakka düşman olmayı tatlı göstermeye devam eyleyip bize kadar geldi. Bu devam, son insan yaratılana kadar da sürecektir.
İşte bu durumun farkında olalım. Uyanık olalım ve ona göre davranalım. Farz edilen amellere devam edelim ve yasaklanan fiillerden de kendimizi, malımız ve canımızla koruyalım. Şeytanın oyunlarına gelmeyelim. Nefsimizin tuzaklarına aldanmayalım. Et kemik bedenimizin ölümüne kadar da çalışmaya devam edelim.
Bildiğimiz gibi namazda belli hareketler vardır. Bu hareketleri bizzat Hz. Cebrail aleyhisselam, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize göstererek namazı talim etmiştir.
Bu konudaki bir hadisi şerif şöyledir; İbn Abbâs’dan nakledildiğine göre, Rasûlullah şöyle buyurdu: “Cibril (a.s), Kâbe’nin yanında bana iki kere imâmlık yaptı. İlk seferinde, öğleyi, güneş batıya kayıp gölgesi ayakkabı bağı kadarken kıldı. Sonra ikindiyi her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca kıldı. Sonra akşamı güneşin battığı ve oruçlunun orucunu açtığı zaman kıldı. Sonra yatsıyı ufuktaki aydınlık (şafak) kaybolunca kıldı. Sonra sabah namazını şafak sökünce ve oruçluya yeme içmenin haram olduğu vakitte kıldı.”
“İkinci sefer (ikinci gün) öğleyi, dünkü ikindinin vaktinde her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca kıldı. Sonra ikindiyi, her şeyin gölgesi kendisinin iki misli olunca kıldı. Sonra akşamı, yine önceki vaktinde kıldı. Sonra yatsıyı, gecenin üçte biri geçince kıldı. Sonra sabahı, ortalık ağarınca kıldı. Sonra Cibril bana dönüp şöyle dedi:” ‘Ey Muhammed! Bunlar senden önceki peygamberlerin (kıldıkları namaz) vaktidir. (Senin kılacağın) namaz vakti de bu iki vakit arasında kalan zamandır.’ ” (Tirmizi, Salât,1/149; Ebu Davud, Salât 2/393)
İnsan dünyevi ihtiyaçlarını karşılamak üzere beş duyu ile var edilmiştir. Beş duyu ötesi sayısız meleki kuvve ile yani etkileşim ile de her an iletişimdeyiz. Namaz kılarken vücudumuz; belirtilen hareketlerde aldığı kıvrımlar ile büründüğü şekillerde, belirtilen sureleri ve duaları hem tesbihatları yapması ile beş duyu ötesi meleki etkileşimlerle aynı kıvama gelir. Bu kıvama geliş, kesinlikle ruh dünyamız için bir gerekliliktir. Yoksa sıratı geçemeyiz. O kıvam ile de insanlık şuuru olan ve alt cevherimizi oluşturan melekuti yapıdan gerekli nûru çeker alır ve ruhumuza yükleriz.
Varlığı beş duyudan ibaret zanneden maddeci bakışlar, melekuti yapıyı ötelere ve hatta uzayın ötelerindeki uzaklığa atarlar. Böylece bu anlatılan hakikatlere karşı duyarsız kalırlar. Oysaki var eden ve Allah’ın kudret elinde olan, melekûtun ta kendisiydi. Bilelim ki herşeyin melekûtu ve tasarrufu Allah’ın elindedir. Şu ayete kulak verelim; “Her şeyin melekûtu kendi elinde olan Allah’ın şanı ne kadar yücedir! Siz de O’na döneceksiniz.” (Yasin suresi 83)
Allah’ın emriyle bizim varlığımızı melekuti nur ayakta tutar ve biz varlığımızı Allah’ın hükmü altında icra ederiz. Duymadınız mı kıyam yapan melekleri, rükû eden melekleri, secde eden melekleri…
Bilelim ki her bir amelimiz ve en başta namaz olmak üzere yaptığımız zikirler; arınmak ve korunmak için yaptığımız riyazatlar ölümümüze kadar devam etmelidir. Yoksa zikirle gelişen manalar, zikirler terk edilirse, insan şuuru tekrar eski bilincine geri dönecektir. Bu geri dönüşüme işaretle, zikirleri terk eden derviş sudan çıkmış balık gibi olur, denilmiştir.