ZİKİR SANA CANDIR
Zikirleri okuyan kişinin, okuduğu zikirlerden ötürü karşılaşacağı bir olumsuzluk olamaz. Çünkü Allah’ın Esmâ-i hüsnâ’sı olarak bize bildirilen isimler, bizim varlığımızın yapısını ferş üzerinde dokuyan mana kuvvelerine verilen tanımlama kavramlarıdır. Bunları zikrederek yani günlük olarak devamlı olacak şekillerde ve sürelerde veya sayılarda hatırlayarak, varediliş dokumamızın vaziyetini yenileriz.
Allah’ın isimleri doksan dokuzdan çok daha fazladır. Ama doksan dokuz olarak bildirilen isimlerin dışında kalan isimler, zikir olarak okunamaz. Çünkü hadisi şerifte bildirildiği gibi, doksan dokuz olan Esmâ-i hüsnâ’nın ihsası istenilmiştir. Bu ihsanın sonucu olarak, kişide mudil olacak yollar apaçık zahir olur ve kişi o minvalde korunur. Yani her bir Esmâ-i hüsnâ’nın zikriyle, kişide ayrı bir yönelim alanı kazınır ve o yönelim alanının verdiği kolaylıkla, kendi hakkında hayırlı olanı başarır.
El Hâdi isminin açığa çıkması ile hidayet veya El Mudil isminin kapanması ile dalalet oluşmaz. Yani hidayet komple bir çalışma sonucu, yaratılış fıtratının icabı olan fiillerle kişinin buluşmasıdır. Dalalet ise, kişinin yaratım fıtratının ötesine atılmasıdır. İnsan özgür bir iradeyle bezenmiş ve öylece yeryüzünde hilafet sırrıyla müttali edilmiştir. İnsan, tiyatroda oynayan bir kukla değil, özgür irade ile yaratılan ve mutlak olarak Allah’a kul olan emsalsiz bir varlıktır.
Yaptığı çalışmalarla, sahip olduğu yaratılış farkındalığını elde eder. Farkındalığa ermeyen kişiler ise, üzerinde olduğu hatanın ne olduğunun dahi farkında değildir. İşte oluşan farkındalığın sonucu olarak kişi, yaratım fıtratıyla uyumlu olmayan davranışlarının yani hatalarının farkına varır. İnsan ve cin dışındaki tüm yaratılmışların sahip edildiği donanımın üzerine işletim yazılımı otomatik olarak belirlenmiştir. Ama insan, kendisine sunulan donanımın üzerine, Allah’ın hükmü dalinde, istediği yazılımı yükleyebilme kabiliyetiyle var edilmiştir.
Her insanın donanımı mükemmel olarak var edilmiştir. Ama gerekli olan içsel donanıma yüklediği yazılımı, genel olarak heva ve hevesine göre şekillendirir. Oysaki yazılımın nasıl olması gerektiğini Allah bize en ince teferruatına kadar bildirmiştir. Ama insanda çok büyük bir manevi hastalık olan kibir mevzubahistir. Zira sahip olduğu yaratım alanı olan öz rububiyet alanını en mükemmel görüp kendisini hep müstağni görmektedir. İşte hatasından rücu edip doğru yola girmesi, ancak gizliden gizliye içini kemiren kibrini yıkması sonucu gerçekleşir. Bu da ancak kişinin uyanmasıyla gerçekleşir. Sahip olduğu kibrin kendisini hakikatine ermekten mahrum ettiğini, kendisine sunmak için Allah elçilerini hep yollamıştır. Hataya düşmemesi için yolunu belirlemiştir. Dolayısıyla hatasının farkına varıp tövbe edene ne mutlu. Ama hatasında inat eden ise, mutsuz olur.
Zaten kâfir olan kişi; kibrinden dolayı kendisinin varlığını dokuyan Esmâ-i hüsnâ kuvvelerini, kendi malı bilerek, kendisini müstağni görür. Dolayısıyla kendisinden Rabb-ul Âlemine uzanan görünmez hattı lağveder. Kendi başına terk edilmiş olarak kalıp kendi zihninde kendisini tutsak eder. Öylece mahrumlardan olur. İşte kâfir, kendisinden Rabb-ul Âlemine uzanan sağlam ip olan ve hak sedasını kendisine ileten Esmâ-i hüsnâ’dan kendisine doğru yükselen nuru ruhunda kapattığı için, ölümle beraber et kemik beden ondan alınacağından, artık mahrum olarak yaşamaya devam eder. Kâfir olan kişinin ruhundaki Esmâ-i hüsnâ kuvveleri kapandığı halde bedeninde açık kalır. Öylece dünya yaşamları devam eder.
Tüm Esmâ-i hüsnâ’daki isimlerin kompleks olarak kişide oluşturduğu dokumanın hasılası olan zuhuru, nimete eren kişiler gibi oluştuğunda kişide hidayet oluşurken, mağdup ve dallain olanlar gibi oluştuğunda ise, kişiye nimete erenlerin mustakim olan yolu kapanır. Öylece kişi için dalalet oluşur. Yani bozuk satıhta yol gitmeye mecbur kalır. Bozuk yola mecbur olmamak için, nimete erenler gibi yaratım fıtratına dönmek zorundayız. Yoksa kaybeden gene de biz olacağız.
İman bağı ile et kemik beden kişide iken edindiği gelişmeleri ruhuna aktarır. Et kemik beden kişideyken, iman etmeyen ve dolayısıyla ruhunu kısır bırakanlar, ölümle beraber kısırlaşacaklardır. Dolayısyla tüm isimler ruhta ayrı, bedende ayrı tecelli eder. Ruhta tecelli etmeleri için Allah’a iman etmek şarttır. Yoksa tümünü kendinden bilerek yola koyulup öylece mahrumlardan olacaktır.
Ruhtaki tecelli et kemik bedenin ona yansıtmasıyla oluşurken, et kemik bedende otomatik olarak faaldir. Zaten onun içindir ki kişi kendisini Allah’tan müstağni görür. Peygambere iman edip hakikatlere göre yaşaması ise, onun ölüm sonrası kurtuluşu olur. İşte zikir insanı yeniden kendisiyle yüzleştirir. Önüne kurtuluş reçetelerini tek tek bırakır. O da önündeki birçok mahreçten istediği mahreci seçip öylece mutluluk yolunda revan olur.
Şeytan, vesveslerini uçuk kaçık vaatlerle tütsüleyip insanı çalışmaktan alıkoyar. Kişi de hayallerde uçup kaçtığını zanneder. Şeytan kişiyi hayali mekânlarda dolaştırıp ümitsizlik içinde yere yığılmasını sağlar. Bu da onun en büyük başarısıdır. Ötelere ötelenip berilere savrulmadan içinde bulunduğun “AN”ın hakkıyla “HAK”lan. Afakî hayallerden çok, içinde bulunulan “an”ın çalışması, kişiyi ötelere taşır. Yoksa geçmişin ve geleceğin hayallerinde dolaşıp yerinde saymaya devam eder.