ZİKİR SANA CANDIR
Neden durup dururken sıkılıyoruz?
Sıkılmalarımızın ve huzursuzluğumuzun zikirden uzak bir yaşamla ilişkisi var mıdır?
Zikirler beden üzerinde fiziki bir başkalaşım veya üretim yapar mı?
Zikirleri okurken bize dışarımızdan mı bir şeyler katılıyor?
Zikirleri terk etmek kişide olumsuz etkiler bırakır mı?
Kişide oluşan manevi temizlik tekrar kirlenebilir mi?
Sıkıntılarımızın sebebi gene de bizde saklıdır. O saklı olan sebeplerden ötürü içimiz daralır.
Sanki bir şey içimizi sürekli kemiriyor. Sanki içimizde saklı bir şey var, varamıyoruz.
Namaz da zikirse, zikir okuyanların namaz kılmasına gerek var mı?
Bu sorular üzerinde biraz tefekkür edelim…
Bilirsiniz tohumu; yere ekilince kabarır, toprağı sıkıştırır ve nihayet filiz çıkar. İşte bizim şuur dünyamız da aynı öyledir.
Bedenimiz topraktan yaratılmıştır. Allah, tüm isimlerinin manalarının işaret kapsamlarını, tohum gibi içimize ekmiştir. O tohumlar yeşillenmek ve tomurcuk olmak isterler. O yüzden de insanın gönül dünyasını sıkıştırırlar. Bunun hikmetini bilmeyen insanlar, sıkıntılarının nedenlerini hep başka yerlerde ararlar.
Ra’d suresinin 28. Ayetinde yüce Allah mealen şöyle der; “Hidayeti bulan şunlardır ki, onlar iman etmişlerdir ve kalpleri Allah’ın zikriyle itminana erişmiştir. Şunu kesinlikle biliniz ki kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur.”
Bilelim ki; insan kalbi ancak Allah’ı zikir etmekle rahata kavuşur. O yüzden de, Allah insanı seviyor ve sıkıntı veriyor ki; zikirle tanışsın. Öylece Esmâ-i hüsnâ’da bildirilen özelliklerin kendisinde dokundurduğu ve adeta ferşiyle bütünleştirdiği deruni hissiyatı, kendi özünde keşif etsin ve gonca gül olup sonsuz mutluluğa kavuşsun.
Okunan her zikir, oluşan etki ile kişinin ruhu tarafından kalp ve beyni başta olmak üzere vücudun belli başlı yerlerinde salgılar üretir. O salgının türüne göre de kişi, birçok güzellik hisseder. Bunu da çoğu zaman ruhsal tatminler olarak algılar. Oysaki sadece salgılanan salgının kalbin derunundan beyne yansıttığı, öylece zevkini oluşturduğu illizyondu. O zevk illüzyonu ise, kişinin daha çok şevke gelip ruhi fonksiyonlarının gelişimini devam ettirmesi için, Allah’ın kişiye dünyada sunduğu bir ikramdır. Zaten cennete gidenler, oradaki nimetleri, tadınca, o nimetlerden daha öncede tattıklarını söyleyeceklerdir.
Şu ayete kulak verelim “Ve müjdele ki; altlarından ırmaklar akan cennetler, kesinlikle iman edip salih amel işleyenler içindir. Onlara benzer rızıklar verildiğinden, her ne zaman oradaki rızıklarla rızıklandırıldıklarında diyeceklerdir ki, bu daha önce de rızıklandığımızdandır. Onlar için orada tertemiz eşler vardır. Ve orada süresiz kalacaklardır.” (Bakara suresi 25)
Yüce Allah’ın sonsuz lütuflarına ermek için, her türlü sezgi ve tatminsel zevkleri hedef edinmeksizin, Rıza-i Bari’den geri kalmayalım. Oluşan her güzelliği Allah’ın bir lütfu bilip asla kayıtlanmayalım. Çünkü kayıtlanan kayıtlandığı ile kalır da, ötesine geçemez. Esasında iman, yüzünü kayıtsızlığa dönmektir.
Zikir okumadan manada yürümek isteyenin yürüyüşü ise, dedikodudan öteye geçemez. Söyler söyler sonra gene de söyler ama başladığı yere geri döner. Bir türlü kalbi gerekli olan muhabbeti hissedemez.
Mana yolculuğu ve akabinde semanın açılması, samimiyetle hakka yönelenlere nasip olur. İnatla üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışanların yani kibre kapılıp nefsini ön plana çıkarmak isteyenlerin de ulaşacakları bir mahal olmayacaktır.
Biz yaratıldığımızda zaten bize lazım olan her kuvve, öz benliğimize ve öz benliğimizin zuhur makamı olan öz alt bilincimize yüklenmiştir. Tüm zikir ve diğer müsbet çalışmalarımızın temel amacı, öz alt bilincine yüklenen içeriği canlandırıp kullanım alanına çekip getirmektir.
Örneğin; civciv olacak tüm içerik yumurtanın içine koyulmuştur. Yumurtanın civciv olması için artık yumurtaya dışarıdan bir şey katılmadan sadece gerekli ısı verilmek suretiyle yumurta pişer ve vakti gelince civciv oluşur. İşte bu örnekte olduğu gibi, insan kapalı sandık gibi olan öz alt bilincinin içinde bekleyen öz kuvvelerini üst bilincine çıkardığı kadar, gün ışığına çıkmayı bekleyen tohumlar gibi, fidanlardan açılacak meyveler kişiyle buluşur.
İşte değeri bilinmemiş bir define, her bir insanın özünde saklanmıştır. Bu et kemik bedenin zevkleri kişinin esah olan zevkleri değildir. Soracağın her sorunun cevabı sende saklı, yeter ki yeşertmek için zikir, tefekkür ve şükür ile gereken çalışmaları ihmal etme.
“BEN”ini keşfettiğin kadar nefsini tanırsın. “Ben”ini yani enfusundan akıp gelen içsel şelaleni keşfetmezsen ve oradan akan güzellikleri hissetmezsen, afakının hakkını vererek nefsinin hakikatini anlaman mümkün olmayacaktır.
Birbirimizi iyi tanımak için önce kendi “ben”imizi iyice tanımak zorundayız. Kendi “ben”ini tanıma uğrunda bir arpa boyu yol almamışken hiçbir şeyden zevk almamız mümkün olamaz. Kendimizi tanımadan iç huzurumuzun oluşması da mümkün olamaz.
İç âlemimizin geldiği kaynak olan Allah’ın ilmindeki yerimizi, ancak zikrullah ile anlamamız mümkün olacaktır. Bu anlama ile de, kalbimiz tatmine kavuşacaktır. İşte tüm çalışmalarımızın sonucunda hiç kimse bize dışarıdan bir şey katmayacak, uyanan gene de biz olacağız. İçsel özelliklerimizin farkına varacak ve bize işlenen o özelliklerle nefsimizi ve bizim dışımızda var edilenleri seyre dalıp, oluşturacağımız uyumlama ile de seyrimizin zevkine ermiş olacağız.
Zikir, insan kalbinde ve uzantısı olan bilincinde şok etkisi yapıp zikir edilen manaya göre şekillendirici görev görür. İlk şoklama yaklaşık kırk gün sürer. Kırk günden sonra yoğunlaştığı mana yönünde değişim başlar. Eğer ki zikir ve riyazatlar terk edilirse şoklama sezsizce çözümlenir. İkinci Şoklama daha fazla zaman alır ki, dönüşüm yani çözümleme ve şoklama tekrar ederse insan şuuru bu terk ve başlamalara karşı direnç elde etmeye başlar. Ve şoklama gitgide zorlaşır. Öyle bir noktaya gelinir ki, şoklama tutmayacak dereceye gelir. Bunu Kur’an-ı Kerim, kalbin mühürlenmesi olarak tarif eder.
Manevi temizlik zikirle başlar ve zikirde devamla kişiyi paklar. Onun için de sihirli değnek yoktur. İllaki kişi bir çalışmanın içine girecek ve yaşamında ona göre planlar yapacaktır. Eğer zikir terk edilirse, her şey aslına döner. Başka da hiçbir yan etkisi olamaz. Ama kişi, zikirli durumdaki mana kuvvetine alıştığı için, aşağı düştüğünü düşünür. Oysaki düşmemiş ve zikirsiz olan eski haline geri dönüş yapmıştır.
Zikir devam ettiği müddetçe, zikir istikametinde değişim devam eder. Kişi, ölümüne kadar çalışmalarına devam edip o şekilde can verip dünyadan ayrılırsa, işte can verdiği andan itibaren artık düşüş bitmiş ve o güçlü haliyle ölüm ötesine merhaba demiştir. Onun için de yakıyn yani ölüm gelene kadar çalışmaya devam etmeliyiz ki, güçlü bir sentezle ölüm ötesine geçelim.
İnsan ile hakikati arasındaki merhale, yedi metrelik kuyuya benzer. İnsan dünyaya atılınca bir kuyunun dibine düşmüş ve içinde hapsolmuştur. Kuyunun dibinde bulunan insan, nefs-i emmâreden tırmanışa geçer. Kuyunun üstüne çıkan selametle safiyete ulaşır.
Tüm zikirler, iyilikler ve “var”lığa karşı gösterilen merhamet, içine düşülen bu kuyudan çıkmak içindir. Her bir günah, kişiyi hakikatinden biraz daha uzaklaştırarak bu kuyuda daha da derine daldırır.
Zikri oluşturan her bir amel ise, kişiyi biraz daha arındırır. Onun için de bildiğimiz tüm ilimleri nefsimizde uygulamak suretiyle kuyudan çıkmaya gayret edelim. Kuyudan çıkmak için çok uğraş vermek gerekir. Kuyudan çıkmak için ise, ana halat “RAHMET”tir. Onun için de denmiştir ki, yerdekilere merhamet et ki semadakiler sana rahmet etsin.
Kuyunun yedi metresinin her karışında türlü türlü girdaplar bulunur. Bedavadan kuyudan çıkmak ise, yoktur. Kuyudan çıkana kadar zikir ile şükre ererek, eldekini değerlendirip tefekküre kavuşmak suretiyle merdiveni tırmanırız. Korku ve ümit arası yaşamaya gayret ederiz. Dünya kuyusundan çıkıldığında ise, korku ve üzüntü son bulacaktır. Bilmek sadece doyum getirir. Asla tatmini vermez. Doyum ve tatmin ayrı ayrı hasletlerdir. İşte eğer zikir terk edilirse, herşey aslına döner.
Zikrin faydasının olmadığını söyleyenler ve zihinsel oyunlara aldanarak onlara aldananlar, zannediyorlar ki sahabe durup dururken sahabe oldu. Sahabe öyle zikirle hemhal oldu ki, Hasani Basri’den rivayet edildiğine göre, kendisi demiş ki, siz sahabeyi görseydiniz onları deli sanırdınız. O kadar ki amelde ram olmuşlardı.
Şeytanın en büyük başarısı kişiyi zikirden uzaklaştırmasıdır. Sana zikir faydasızdır diyen kişi, şeytanın kürkünü sırtına koymuş ve senin hakikatine ermeni engellemek için yoluna taş koymuştur. O taşı kaldır ve yoluna devam et. Mana yolunda ilerlemek isteyen kişi; zikirden uzaklaştığında, hududsuz ve geçilmez olan mana yolculuğundaki bucaksız çöllerde terk edildiğinin farkına varır. Zikirde daim olan kişi ise, mana denizinin ıssız çöllerinde yalnız kalsa dahi, susuz kalan deve gibi kendi kendini takviye edip yoluna devam edecektir. Zikir ruhu paklandırır, zirveye talip eder. Zikirden mahrum olan, yolun ne olduğunu görmemiş ki çöl veya bayırı fark edebilsin.
Bu toprak mahsulü bedenle yaşadığımız sürece, bedenin ağırlığı ruhu kendine çeker. Beden çekimine girmemek için tüm ibadet ve zikirlere eksiksiz devam edilmelidir. Her kim ki; erdim artık ibadete ve zikre ihtiyacım yok derse, kısa sürede tard olur ve bunun farkında bile olmaz. İşte böyle olanların kalpleri mühürlü olur. O halden kurtulmaları da çok daha zor olur.
Okuduğumuz zikirler fıtratımızla uyumlu olmalıdır. Yoksa uyumsuzluk oluşur. Ve içsel hamurumuzun kıvamı dengesiz bir şekilde bozulacağı için de, içsel dünyamız altüst olur. Fıtratımızla uyumlu olan zikirler ise, bize doksan dokuz diye bildiren Esmâ-i hüsnâ’dır. Esmâ-i hüsnâ zikirleri, planlı ve düzenli bir şekilde okunması halinde, kişinin ruh dünyası dengeli olarak gelişir.
Ayrıca zikirlerde senin benliğini mat edecek, senin kişiliğini yakacak ve seni hayallerde dolaştıracak veya sana günahı küçük gösterecek ve farzları terk ettirecek kelimeleri sakın zikretme. Eğer ki okuduğun zikirlerle kendini öyle hissetmeye başlamışsan, o zikirleri hayatından çıkar ve usûl üzere yönelişe devam et. O kelimeler, sünneti seniyyede yer almayan kelimelerdir. Zaten lazım olan tüm kelimeleri, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, Esmâ-i hüsnâ diye bize tek tek tarif etmiştir.
İnsanın en önemli sermayesi, zikir çalışması ile olur. Zikir bizden bize tecelli(!)dir. Zikir, Rahman’dan bir rızıktır. Dışsal veya içsel olarak hiç kimse bize öylesine bedavadan bir şey vermeyecektir. Bil ki Rahman olan Allah, yaptığı seyrini biliyordur.