YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Görünen ef’al, görülmeyen esma, görülemeyen sıfat, görülememesi dahi düşünülemeyen zattır. Bunlar dört âlemi anlatır. Konuya İhlâs suresi ile başlayalım. Bu süre Kur’anın en muciz surelerin başında gelir. Sondan başa doğru her ayet bir önceki kelimeyi açıklar. Şöyle ki; (قل )de ki; “(قل) kul/de ki” diye başlayan her ayetin muhatabı bizzat ümmetin her bir ferdidir. Buradaki “(قل ) kul/de ki” fiili, emir kipidir. Allah her birimizin kendisini tanımamızı ister ve bu tanımı dillendirmemizi emreder. Allah bize bu surede der ki, anlatılan her kavramı anla ve anladığını dile getir. “(هو ) O” mutlak zata işaret eder. mutlak zat (الله/Allah) ismi ile kendisini bize tanıtmış ve Allah ismini bize ayna yapmıştır. Yani Allah isimini kendine özel isim olarak seçmiştir. (احد) bir tektir.( الصمد الله ) Allah samed’tir yani bize kendini Allah ismiyle tanıtan zatta ne bir ekleme ne de bir eksilme olamaz. Samed boşluk kabul etmez. Samed iç dış kabul etmez. Samed parçalanma kabul etmez. Samed bir tek olup, zatına (Hu هو ) İsmiyle işaret edilir. (يلد لم ) Allah ikinci bir varlıktan türememiştir. (يولد ولم ) Allah’tan ikinci bir varlık türememiştir. ( أحد كفوا له يكن ولم )onun dengi misli benzeri yoktur, dolayısıyla bir tektir.
Allah, mutlak zatın kendisine seçtiği isim olup bütün sıfatları, isimleri ve isimlerin oluş prensipleri olan ef’alı bu müsemmanın işaret ettiği mana dâhilinde, ilmiyle kuşatmıştır. Böylece Allah ismi celali, bütün sıfatları, sıfatların açılımı olan esmayı ve esmanın seyrinin somutlaşması için oluşan ef’al alemini nefsinde toplamıştır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz; Sahih-i Buhari’de Ebu Hureyre Radıyallahu Anh‘tan rivayet edildiği gibi şöyle buyurmuşlardır; “Allah’u Tealanın doksan dokuz ismi vardır. Bu isimleri ihsa eden yani sayan ve söyleyenler, gerçekten cennete girerler”. İhsa eden sayan ve hayat veren anlamlarına gelir. İhsanın bir anlamı da diriltmek demektir. Nerede dirilteceğiz? Tabi ki dağda taşta değil öncellikle nefsimiz de dirilteceğiz. Elbette dağda da taşta da seyir edeceğiz, ama nefsimiz de dirilteceğiz. Nefsimizde dirilteceğiz ki, dağda ve taşta seyrine kavuşalım.
İnsanlar dışındaki diğer varlıklardan her birine de, mutlak zat’a kendi bakış alanlarına göre onu anması ve bilmesi için kendi lisanlarıyla O’nun isimleri öğretildi. Sınava tabiiyeti bitenler veya sınava tabiiyeti olmayanlar, bizim lisanımızla hakka erenler olarak “a’ma”dan bakışla yani kendi içsel manalarında fena bulup yaratılış amaçlarını eksiksiz olarak yerine getirerek yaşamın seyrine daldı. Tüm isimleri unutup isimsiz ve renksiz bir yaşamla gözlerini açtı. Besmelede Allah ismi ile işaret edilen mutlak zatın asla bilinemeyeceği idrak edilmezse, göz serap gibi sağda, solda, aşağıda, yukarıda, dışında, içinde ve daha başka yerlerde onu arar durur. “Her şey O’dur” veya “O her şeydir” hatasıyla kıvranır durur. Zat olarak yani mutlak benlik sahibi olarak sadece o vardır. Bizim varlığımız zati değildir. Bizim varlığımızın hüviyeti yani zatımız, esma kompozisyonundan öte değildir. Esma âlemi itibarıyla varlığımız başlar. Ama diğer varlıklardan farklı olarak insana, kendisine yeryüzünde halife etmesi için ruhundan üflemiş, böylece sıfat ve zat âlemlerini seyir kuvvesi kendisine takdim edilmiştir. Zat ile sıfat, esma ile ef’al her birime konumu aynıdır. Sanma ki her biri ayrı yeri kaplar. Tümüne her birimde aynı şekilde yol var. Sadece insan havsalası bunu kavrar. Etmeyesin hafızanı tarumar. Tüm yollar Hu zamiriyle işaret edilen mutlak zata çıkar. Yeter ki gönlün olsun berrak, bu hisseder her an.
Biz Hu isim zamiriyle işaret edilen mutlak zata değil, Allah ismi müsemmasıyla zatına nazar ettiği kadarıyla yeryüzünde halife edilmişiz. Çünkü Hu dediğimizde tüm kavramlar düşer. Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi müsemmasıyla kendisini seyir ettiğinde, bir “an”da yani “dehr”de kendindeki gizli hazineyi seyir etti. Bu seyir ona göre bir “an”da oldu bitti. Ama bize göre ise o “an”, süregelen bir yaşam şeklini aldı. Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, kendi nefsini seyir ettiği Allah ismi müsemmasının ilminin ilminde, yani nuri muhammedide istedi ki bir halife yaratsın ve bu halife Allah ismi müsemmasıyla seyir ettiği kendi manalarıyla olsun. Yani başka bir yer ve şeyle değil, Allah ismi müsemmasıyla zatına nazar ettiği kendi ilminde, seyir ettiği kendi kuvveleriyle yani melekeleriyle oluşsun. Hem Allah ismi müsemmasıyla kendisine nazar edip kendi zati nurunun ışınımının düşürmesi sonucu oluşturup, istediği melekeleri bir araya getirip çeşitli kompozisyonlar oluşturduğu gibi, “Allah ismiyle zatına nazar etiğine” yeryüzünde halife olacak insandan da istediği melekeleri bir araya getirip istediği kompozisyonu oluştursun.
Tabi insan Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu için, yeryüzünde zuhur ettiği tüm manaları kendisinde bulundurmak gerekir ki halifesi olsun. Tüm manaları Allah, insanda sır ederek insanı var etti. İşte insan, kendisinde sır olarak saklanan tüm kuvveleri yaptığı amellerle kendisinde zuhur ettiği kadar, yani kendi rububiyet çemberini geliştirdiği oranda Allah’a halifeliğini yükseltir. Ama hangi seviyede olursa olsun hâşâ Allah olamaz. Çünkü Allah dediğimizde tüm manalar, Hu isim zamiriyle işaret edilen mutlak zat için sonsuz ve sınırsız bir seyir alanı olur. İşte Hu isim zamiriyle işaret edilen mutlak zat, kendisini bize Allah ismiyle tanıtmış olur. Biz Allah dediğimizde, Hu isim zamiriyle işaret edilen mutlak zata işaret etmiş oluruz. İnsanda ise, tüm manalar kısıtlı olarak zuhuratta olur. Tüm mana zuhuratları, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insan için, sonlu ve sınırlıdır. Manalar aynı manalar ama sonlu ve sınırlı. İşte, Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi aynasında kendisini seyir ettiği gibi, Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanda da kendisini seyir eder. Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, kendisini net seyir ettiği insana insanı kâmil denir. Buna zamanın ğavsı da derler. Bizim için önemli olan, konulan isim değil içeriktir. Kişi asla Allah olamaz. Kişi asla ilah yani tanrı da olamaz. İnsan, Allah ismiyle işaret ettiğimiz zata yeryüzünde halife ve Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin nazargahıdır. Nazargâhlığını yükselttiği kadar da seyri ve dolayısıyla zevklendiği hususlar çoğalır. Nazargâhlığını kapattığı kadar da azapta olur.
Allah’ı hakkıyla tanımayan kişi, her şeyi doğaya bağlar ve doğanın dahi içinde yer aldığı fezayı da tanrılaştırır. Fezaya korkunç boşluk der veya sonsuzluk atfeder. Hâlbuki feza sadece hayatın bir yansıması olarak yaratılmıştır. Oradan yönelir bize tüm kuvveler. Allah fezadan münezzehtir. Feza Allah’ın ilminde yer alan bir nokta bile değildir. Çünkü nokta dahi dersek, Allah’ın ilmine sınır çizmiş oluruz. Ama onun ilminde ilminden var olmuştur. Varlığını subuti sıfatlardan alır. Ama onun subuti sıfattan olan ilmi dahi, bu feza ile sınırlanamayacak kadar engindir. Allah’tan yansıyan tüm subuti sıfatlar tümel olarak, feza diye bildiğimiz yerden ta arşa tüm varlıklarda değişik şekillerle zuhur eder. Ama her ne kadar onunla kaim ise de, subuti sıfat olarak dahi Allah, tüm yarattıklarından münezzehtir. Zati sıfatlar ise, tümüyle ona aittir ve hiçbir mahlûkatı için düşünülemez. Yani arştan yere ve arasında yer alan fezada hem içinde oluşturulan hiçbir birim hakkında düşünülemez sıfatlardır. Çünkü mutlak zat, münezzehtir her fikir ve oluşumdan.
Tekvin, Allah’ın zatından yansıyan nurunun barındırdığı manalarının terkibiyet oluşturması için gerekli olan Allah’ın sıfattıdır. Ef’al amelinde yer alan varlıkların hayatlarının kaderi ise, bu yaratılım sonucu birimde yer alan kuvvenin basınç değeridir. Birimdeki basınç değerine göre de, ondan oluşumlar zahir olur. İnsan yaptığı amellerle basıncının değerini yükseltip azalta bildiği için, kaderi boynuna dolanmıştır. Tüm yönelimleri, kaderinin basıncı oranında kendisine icabet olunur. Yani kendisi için karşılığı oluşur. Tüm karşılaştığımız oluşumlar, terkibiyet içeriğine göredir. Terkibiyet’imizde yer almayan bir kuvvenin bizim için gerçekleşmesi muhaldir. Örneğin, Allah’ın isimlerinden biri El Mumit yani can alan, diğeri El Muhyi yani can verendir. Bu icab, ayette her canlı ölümü tadacaktır şeklinde belirtilmiştir. Veya ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartır diye bildirilmiştir. Eğer ölüm olmasaydı, hayatta olmazdı. Hayat olmasaydı ölüm de olmazdı.
Yerin ve semanın nuru Allahtır. Çünkü her bir esma direk odur. O El Nur olduğu için, Allah yerin ve göğün nuru diye tabir edilir. Ama bizzat mutlak olarak Allah, yerin ve semanın nuru değildir. Çünkü Allah, subhandır yer ve sema ile sınırlanamaz. A’la en yüksek demektir. En yüksek olan ne? Eğer Allah, dışsal veya içsel bir ilah/tanrı değilse, o zaman a’la olan Allah neyden daha büyük olmak üzere en a’la olur. Bunu tefekkür edelim öncellikle. Sonra, biz Allah’ın yeryüzünde oluşan halifesi isek, o zaman Allah’ın yerde var ettiği tüm özelliklerine sahip olacağız ki halifesi olalım. O zaman a’la ne demektir?
Olay şu; her ismin işaret ettiği kapsam ayrı olur. Bazı isimler bizzat Hu zamir ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin Allah ismi müsemmasında kendi seyrine konu ettiği isim iken, bazı isimler de manalar arası dengeyi ifade eder. İşte a’la ismi de öyle, Allah’a ait manaların sonsuzluğuna işaret eder. Biz insan olarak istediğimiz kadar yükselelim, gene de Allah olamayız. Çünkü o subhandır. Ama a’la ismine bizim açımızdan baktığımızda ise, insan var üstün, insan var düşük. Ama a’la ismi gereği insan istediği kadar düşük olsun, gene de Allah’ın yarattığı varlıkların çoğundan üstündür. Ama bu üstünlük imansızlar için dünya ile sınırlı olup ölüm sonrası, Rahim ismi imansız olarak dünyadan göçen kişiden alınır ve alçakların alçağı olur. Çünkü artık rahmaniyetten yansıyan hiçbir kuvveyi, kuvveden fiile çıkaramaz olur ve “a’la”lığı dünyadan ölümle yani et kemik bedenin alınmasıyla son bulur. Bakın dünya üzerine ve seyir edin. Çoğu defa iman etmeyen birçok kişi güç ve kudreti, iman edenden daha ziyade kullanır. İşte a’la ismi ile kullar, derece derece yükselir ama asla bu yüksekliğin sonu olmayacaktır. Çünkü Allah’ın tüm kuvveleri sonsuz ve sınırsızdır. Bizler ise sonlu ve sınırlıyız. Bu sonluluğu ve sınırlılığı ebedi bir yaşamın son bulacağı anlamında değil, insana ait olduğu kuvvelerin sonluluğu ve sınırlılığı olması hasebiyledir. Yoksa varlığımız fena dairesinde “bâki”nin gözetiminde, azapta veya nimette sonsuza dek devam edecektir.
Allah zatı itibarıyla dışsallığımız veya içselliğimiz olamaz. O münezzehtir her oluştan. Biz Allah’ı sıfat ve manaları ile seyir ederiz. Zatıyla asla seyredemeyiz. Zati zevk seyri bile, bizde saklı edilen ruhullahın bize dokundurduğu güzelliklerdir. Asla ve asla dışsal veya içsel bir seyir değildir. Zaten onun için de, zati zevk seyrine ulaşan, bu seyrini asla dile getiremez. Dile döküldüğünde, sanki dışarıdaki veya içerdeki birinden bahsediliyormuş gibi oluyor. Olayın hakikatini hissetmeden olayı sırf aklıyla çözüp anlamak isteyenleri, imandan uzaklaştırmamak için de, zat hakkındaki tüm anlatımlar ve düşünceler yasaklanmıştır. Nefsinin iteklemesine edemeyip edindiği zevki anlatanlar ise, o zevkten uzağa düşerler. Zaten tarihteki birçok ilim ehli bunu hikâyelerdeki rumuzlarla anlatmışlardır. Hikâyeyi çöz ve özüne ulaş demişlerdir. Bu itibarla Allah velisi dediğimizde, acaba ne kastediyoruz? Çok sır, değil mi? Aslında apaçık ortada, sır falan değil. Allah, zatın özel adıdır ki kendisine O adı layık görmüştür. Biz kendimizdeki ruhullaha ancak O isimle ulaşırız.
O ismin içeriği olan doksan dokuz esmanın işaret kapsamıyla onda yolculuk ederiz. Biz O’nu, bize kayık gibi âlemlerden süzdürerek, onunla tüm esma manalarının ulaştırdığı kuvveleri, o kuvvelerle uyumlu olan isimlerle çağırmazsak, O’na başka başka isimler takarsak, tabiri caizse dönüp bakmaz bile. Biz, Allah ismiyle mutlak zata işaret edip tüm Esmaül hüsnayı istifademize açarız. Öylece bize üfürülen ruhun güzelliklerine ulaşırız. İşte bu yolculuğa başlayıp afakına yani yaratılmışlara onun boyasıyla boyanarak bakanlar, onun velisi olurlar. Yani Allah dostu olurlar.
Din, Allah adıyla kendisini bize tanıtan ve Hu isim zamiriyle mutlak zatına işaret edilen rabbul âleminin kanun ve nizamıdır. “HU” mutlak zata işaret eden ismi “a’zam”dır. Bu ismi derinden hissederek edilen dua hemen icabet bulur. Allah ve rahman isimleri ise, zatın seyrini müşahede etmesi için, zatını ve zatının parıldayan nurunu isimlendirerek kendisine seçtiği özel isimleridir. Bu iki isim, hiçbir mahlûkata isim olarak verilemez. Veren cahil olduğundan vermiştir. Kur’anda yapılan tanımlardan maksat reel benliği yani kendisi ise, kullanılan kavram ben olur. Burası arşın üstü olarak tasvir edilmiştir. Ama olay arşın altı ise, biz olur. Unutmayalım ki tümünde mutlak malik Allah’tır. Sakın ha unutmayalım ki mutlak zat olarak Allah, her zaman ve her yerde münezzehtir her düşüncemizden. Tüm tanımlamalar ise, bizim onu tanımamıza yardımcı olmak içindir. Gayrı bir şey mevzubahis değildir.
Yazı mahlûktur. Okurken çıkan ses mahlûktur. Yazının yazıldığı kâğıt vs. mahlûktur. İlme ulaşmak için üretilen bilgi mahlûktur. Çünkü aklın ürünüdür. İlim ise mahlûk değildir. Zattan açılan sıfattır. Mahlûkluk esmadan sonra başlar ki arşın altıdır. İşte bu yazılarımız, Allah’ın zatını tefekkür etmeyiniz, Allah’ın var ettiklerini tezekkür ediniz, prensibi gereğincedir. Biz kendi işimize, gene mutlak zatın çizdiği sınır ve hüküm dâhilinde hem onun kontrolünde, karışma salahiyetine sahibiz. Zaten onun ilminin dışında bir varlığımız yoktur ki, mutlak özgürlük olsun. Zaten öyle olsaydı hâşâ mutlak zatın ortağı veya dengi veya misli olurduk. Her şey odur dediğimizde hata ederiz. Bu panteistlerin görüşü olur. O (hu) dediğimizde şey kavramı da düşer. Onun için “sadece Allah” denilir.
Az düşünsenize, her şey o dur dediğinizde, şey’e zattan hisse verirsin. Hâlbuki şey vücut kokusu bile almamıştır. Her şey Allah değil, Allah her şey değil, Allah şey değil, Şey Allah değil. O yüzden sadece Allah deriz. A’ma, zaten a’madır. Seyir eden seyir ettirendir. Ama seyir edenin seyrinde seyir ettirene göredir, bağımsız olamaz. Çünkü seyir eden Allahtır, seyir ettiren de Allah’tır. Seyir edenin seyri yani Allah’ın yarattıklarını seyir etmesi de, Allah’ın var ettikleri iledir. Bağımsız olamaz çünkü yaratılanlar Allah’ın dışında veya içinde değildir. İç veya dış, yön veya mekân, zaman veya zıt onun için olamaz. Yani Allah, doğmamış ve doğurmamıştır. Tüm varlıklar onunla kaim ve daimdir. O ilmiyle her şeyi kuşatmıştır ki, şeyin varlığı dahi ilmin dışında değildir.
Doğmuş ve doğrulmuştur insanın beyni. Beyin, ruhun kullandığı bir araçtır. Ruh, zatın nurundan yansıyan özelliklerini, beyni ve diğer organları kullanarak tecelli ettirir. Beden hizmet eder hem onu besler bi hakkın. Beyin tanrı veya ilah veya rab veya başka bir şey değildir. Hatta ki beden ölünce ilk çürüyecek organdır. Beyin sadece et kemik bedende yerleştirilmiş bir araçtır. Allah sadece ulûhiyetiyle değil, rububiyet ve melikiyetiyle de seni kuşatmış ve sen yegâne onun kulusun, işte bunu kabul ilk işindir. Allah, yarattığı beyin ile amelini yaptırır sana. O senin için tutan elidir, ama asla o değildir. Hem bu el başka eldir. Bizim bildiğimiz el değildir. Her kim ki beyin için veya başka bir organ veya varlık için odur derse, öyle diyen kişi şirke girmiş ve derin bir sapıklığa yuvarlanmıştır.
Allah kulunu gözetendir. Ona ondan koşandır. Her ne kadar kulu gaflet bassa da, onu ondan çok düşünendir. Zaten ilminde ilminden yarattı. Birçok özellikle donattı. Her ne kadar bazen bunu unutsa da, o bunu ona hep hatırlattı. Zaten kulun, onun nurundan başka varlığı yok ki. Esmasından başka anlamı olmadı ki. Her ne kadar bunu kendisinden bilse de, hakkı inkâr etmedikçe mana sahibi onun kusuruna bakmaz ki. Aç gözünü senin senden olan neyin var ki? İsrafil nefes etmezse nefesin nerden gelir ki? Her ne kadar bazen nefesi kendinden bilsen de, senin acizliğin ondan malumdur ki.
Sırf ve som olmak başarmanın ilk basamağıdır. Sadece hu deyip yürümek, hedefe ulaştırır. Zaten asıl hedef “hu” nazarının temaşası için şeffaflaşmaktır. “hu” nazarının verdiği güzelliklerin seyrinin sonu ise, yoktur. Zaten sonsuzluğun sonu olmadığı için sonsuz denilmiştir. Allah likasının özündeki rahmetine susamış olup zata talip olan Allah kulu dedi ki, hiç laf etmeden sırf yönelebilirdik sonsuza dek. Ama ne çare ki, nefsin şaşalı istekleri mahrum bırakmaya devam etmektedir. Müthiş bir gerçeklik ile yüz yüzeyiz. Nasıl ki dünya toprağını düşündüğümüzde bitkileri üzerinde yetiştiriyor. Tüm mineraller toprakta gizlenmiştir. Suyu, havayı ve güneşi görünce (B ب) harfi gereği özünden açığa çıkarıyor. İnsanda öyle. Her şey kendi iç hüviyetinde gizlenmiştir. Haramlardan uzaklaştığında, farzları yerine getirdiğinde, esma manalarını yaşam alanı edinip ve zikir ettiğinde (B ب) harfi gereği esma manalarının işaret ettiği kuvveler, insan hayatında açığa çıkar ve bakış açısı olur.
Rahman ve Rahim isimleri hayatı var eden temel esmalar olup bizi hayata bağlayan iki temel kuvvedir. Dolayısıyla bizler Besmelede bu kuvveleri hissetmekle işe başlarız. Çünkü bu isimler olmadan diğer tüm isimlerin tecellilerinin oluşması muhaldir. Rahman esması sadece soyut bir isim değildir. Bu ismin konulması için işaret ettiği manasının olması gerekir. Rahman ismi tüm varlığı kuşatan ve varlığını yedi subuti sıfattan alan tüm manaları dillendirir. Rahim ismi ise, varlığını tekvin sıfatından alıp mana ve sıfatların fiiliyata dökülmesine işaret ederek tüm manaların çıkış menşeini içinde barındırır. Rahman, esma manalarının dayandığı subuti sıfatlarının Rahîm ismiyle işaret edilen tekvin sıfatının barındırdığı mana kuvvelerinin şekillere büründürdüğü varlıklara doğru oluşturulan ikinci basamaktır. Musavvir esması sonucu şekillenen varlıklar, Rahim kuvvesinin sonucu çoğalmaya başlıyor. Cennete gidecek olan kişiler, Rahim isminin mana kapsamını Allah’ın hükmü dâhilinde kendi içerik özelliklerine göre sınırsız olarak açığa çıkaracağı için, orada istediği ortamı kendi keyfine göre “ol deyip” kendisine olduracaktır. Dünyada dahi Rahim isminin mana kuvvesinin tecellisi olarak tüm varlıklarda çoğalma devam etmektedir. Hem insanın dünyadaki tüm üretim ve icadı dahi Rahim isminin mana kuvvesinin tecellisiyle oluşur.
Her bir ismin içeriği bir melekedir. İnsanın bünyesine yerleştirilmiştir. İnsan açısından bazı melekeler rahmani melekelerdir. Bazı melekeler de şeytani melekelerdir. Bunlar bize göre olup Allah’a göre sadece seyrettiği kuvveleri vardır. Bunlar bizim gelişimimize göre değişik şekillerde şekillenir. Yerinde kullanılmayan melekelerde bizim için riskli alan oluşturur. Haris isimli melekede bu riskli alanları oluşturan melekelerden biridir. Eğer kontrol altına alınmazsa, şeytaniyete bürünür ve kişinin helakine yol açar. Her insan ve cinde Haris isimli bir meleke bulunur. Bu melekenin doğum yeri nefsi emmarede oluşursa kişi için korkunç sonuçlar doğurur. Bu melekeyi nefsi emmarede harekete geçirip şekillendiren yani melekleştiren kişinin esma terkibinde şeytaniyet açığa çıkar. Kişi nefsi emmarenin dediklerini yapmayıp, aklına gelen fikirleri Allah ve Resulüne götürdükten ve yapıp yapmama onayını aldıktan sonra uygulama geçerse, kişiliği oluşturan ve esma kompozisyonun da yer alan Haris isimli meleke iyilik yolunda hizmetkâr olur. Rezzak, halim rahim, hadi, mühdi gibi vericilik manalarını yansıtan melekelere eşlik edip güzelliklerin çok daha fazla yeşermesi için gayrete dönüşür. Böylece kişi bu melekeyle hak yolunda hırslı olacak şekilde gece gündüz durmadan çalışma azmine bürünür.
Şeytaniyetin tüm haykırışı, nefsi emmareden beslenen haris isimli melekeden yükselir. O yüzden, olayın mahiyetini tam anlamayanlar, şeytana melek demişlerdir. Hz. Adem’e secde etmeyen ilk varlık Ezazil ismiyle anılan, cinlerin o günkü sultanlarıdır. Çünkü Hz. Adem yaratıldığında, yeryüzünde sınırlı ve yarı özgür iradeye sahip varlıklar cinlerdi. Yeryüzünün halifeliği dahi onlardaydı. Yeryüzü hilafeti cinden alınıp insana verildiğinden, iman etmeyen cinler hırsa bürünüp insanlardan nefret ettiler. İşte haris isimli meleke o zamanki en âlim cin olan Ezazil’in bilincinde emmare nefis üzerinden açığa çıkınca, secde etmekten imtina eyleyerek kendisini büyük gördü ve mahrumlardan oldu. İnsanların iman etmemeleri ve hilafet sırrından mahrum kalmayı sağlamaları, en büyük hobileri olmuştur. İman eden insanlara karşı iman etmeyen insanlara vesvese verip onları düşman yapmalarında da, iman etmeyen cinlerin katkısı büyüktür. Haris melekesini nefsi emmarelerinde şekillendirip insana karşı hırsla düşman olmuşlardır. Böylece cinlerin iman etmeyenleri, tüm insanlığa karşı derin bir kine bürünmüşlerdir. Onun için de, cinlerin büyük çoğunluğu iman etmediklerinden, onlardan uzak durmak ve isimlerini dahi pek ağzımıza almamak kârımızadır. Onlara karışıp yardım bekleyenlerin onlardan aldıkları en büyük yardım (!) ise, kendi hakikatlerinden mahrumiyetle derin illüzyona kaptırıp iki cihanı da kaybetmeleri olmuştur.
Haris isimli meleke ilk defa, Hz. Adem’den açığa çıkıp nefsinin isteği ile Hz. Havva annemizle beraber olup ağaçtan yediler. Hemen pişman olup Allah’ın affına sığındılar ve affedildiler. Daha sonra, hilafet sırrı ile yeryüzüne inen Hz. Adem’e karşı büyük bir hırsa bürünen o zaman ki tüm cinlerin sultanı olan Ezazil isimli cinden açığa çıkmıştır. İşte haris isimli meleke, her cinde olduğu gibi her insanda da vardır. Nas süresinin son ayeti buna delildir. Çünkü insan, tüm esmaları cami bir varlıktır. Haris isimli o melekeyi nefsi emmarenin zincirinden kurtaran kişinin şeytanı Müslüman olur. Bu da ancak, Allah’ın rahmetinin kişi kuşatmasıyla zuhur eder. Bunun bilfiil yaşanması ise peygamberlerde olur. O yüzden Allah rasulu Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz demiş ki; şeytanım Müslüman olmuştur. Görüldüğü gibi, şeytaniyet nefsi emmarenin emrine girip hırsı tetikleyen haris isimli bir melekedir. Bu vasfa bürünen cinler olduğu gibi insanlardan da bürünen vardır. Hayvansal duyguyu geçen ve yaşamını rahmani melekelerle süsleyen kişiler selamı bulup hakkın rızasına ulaşacaklardır.
Sevgi ve muhabbet ile mutlak zattan açılım yapan mana kuvveleri ile fıtrat bulup onların tezahürleri gereği hayat sıfatını tekvinle buluşturup varlık âleminde yer alırız. Özüne doğru fıtrata ulaşım yolunda muhabbetten uzaklaşanlar, varoluş fıtratına ters düşmüştür. Fıtrata ters düşen ise, nefsi emmareye mağlup olmuş ve haris isimli meleğin tahakkümüne girip öz benliğinden uzaklaşmıştır. Esma tecellisi olarak var olan insanda, rahmet ve merhametin yansıtıcısı esmaları olan rahman ve rahim esmaları kapalı ise, hangi pencereden kendisine rahmet ve merhamet yansıyacak. Allah’ın mülkü dışında bir mülk yok ki oradan yansısın. Bu tüm esmalar için aynıdır. Hangi esma kuvvesinin bizde zuhurunu istiyorsak, onun rengine boyanmak zorundayız. Yoksa ondan mahrum oluruz.
Uzayın oluşumunun patlamayla alakası yoktur. Uzay yani feza, Allah’ın isimleri diye bize aktarılan esma-ul hüsnanın manalarının homojen olarak bulunduğu ve su olarak bize tarifinin sunulduğu, sonsuz ve sınırsız olan ve bize karanlık gibi görünen yerdir. Aslında uzay, Allah ilminin arşın altına nüzul edip zuhur ettiği mahaldir. Hak zatının nuruyla, nurdan vasıflandırdığı sıfatıyla ve açılımı olan esmasıyla tecelli eyledi “an”da, varlık Hak olarak sunulur. Burada batıl konuşamaz, zail olup kayıplara karışır. İşte bil ki emri sübhan olan Allah’ın elindedir. Yaratılış silsilesi yönüyle varlıklara bakarsak Allah, isim ve sıfatlarından da münezzehtir. Çünkü insana göre isim ve sıfatlar, kayıtlı vücud yani kayıtlı varlıktır. Allah zatıyla tümünden münezzehtir.
Allah’ın bir sıfatı kelâmdır. Şimdi düşünelim, konuşulan ne? Hayal ettiğimiz şeyler veya yaptığımız şeyler. İnsan Allah’ın yeryüzünde halifesi ise, o zaman insan Allah’ı anlamak için bir numunedir. Şimdi düşünelim; ألم diye işaret edilen kitaptan husule gelen ve seyir âlemine giren her bir varlık, bu kitabın birer kelimesidir. İşte bakara süresinin ikinci ayeti bu kitaba işaret ederek başlar. Şuurun putlardan temizliği, tekliğin sıfattan, esmadan ve ef’aldan süzülüp geldiğinin seyrini yapmak için elzemdir. Sekiz subuti sıfatın açılımı olan doksan dokuz esma diye sembolize edilen manalardan oluşan bu âlemde, yer alan tüm manalar bizde yer alır. Âlemlerden âlemimize yansıyan her şey bilincimize de yansımıştır. Bilincimiz âlemlerin minyatürü gibidir. Âlemlerde olmayanı kendinde var sanma. Kendinde olmayanı âlemlerde var diye hayallere kapılma. Şu anda bu şuur sendeyse, başka yerde başka bir şey de arama. Sana senden yakındır O. Senle var olanı, sende senden var etti senden açığa çıkan şuur olarak tüm ilmini, farkına var ve seyre kendini aç. Öylece mutluluğu yanı başında gör. İşte bu buluş Allah’ın kelamından bir ses olup senden sadır olacaktır. Ama Allah’ın kelamını senle sadır olan o ses ile sakın kayıtlama. Yoksa mahrum olursun.
Unutmayın rahmaniyet galiptir, şeytaniyet ise mağlup. Biz bu sıfatlarla oluştuk. İkisi de bizde mevcuttur. Dışarıda aramayalım. Şeytaniyeti örtüp rahmaniyet’i aşikâr edelim. Kalbimizdeki imana uzanan elleri sahiplerine iade edelim. Unutmayalım ki şeytaniyete bürünen iki yüz kişiyi, rahmaniyette buluşan birkaç kişi bozguna uğratır. (Enfal 65-66) onun korkmayalım düşmandan. Düşmanın çelikten zırhı varsa, bizim iman dolu göğsümüz vardır. İman dolu göğse çelik ne eylesin. Önünde mat olup kalır. Burada şöyle düşünülebilir, siz dâhil her şeyi kişinin şuurumu oluşturuyor? Olay şöyle oluyor; Allah senden senin şuurunla var ediyor. Kişiden kişinin öz hüviyetine uzanan kudret eliyle her şeyi var ediyor. Bunun farkına varıldığında artık yeni yeni güzellikler için dışarıda değil, kendi üzerinde işlem yaparak ulaştığını anlar. Böylece durmadan vesveselere kulak vermeden çalışır. Vesveseler bizi hep dışarıya yönlendirir. Sanki dışarıdan biri bize bir şey katacak diye his oluşturur. Oysaki her şey bizde saklanmıştı, bizde bizleydi. Bize şah damarımızdan daha yakındı. Bu yakın olan onun nuruydu, zatı ise münezzehti. Zaten nurun zuhurundan var olduk. Gayrı varlığımız hiç ama hiç olmadı. İşte bu gerçeği fark ettirmek için hep çabalarız. Amacımız ise, kulu kula kul olmaktan arındırmak ve özgün birey yapmaktır. Gayrı amacımız yoktur. Hem beklentimiz de olamaz.
İşte fillerinin zuhur yer ve nedenini anladığında, o zaman anlarsın ondan sana dokunan sıfatlarını. İşte o zaman görürsün zatın sana dokunan nurunu. Bil ki, et kemin beden veya ruh beden “can”ının konumlandığı mekândır. “Can”ın ise “canan”ın seyir için oluşturduğudur. İşte bil ki, şüphesiz la mekân sende senle sensiz olarak kendi güzelliklerini seyir etmektedir. Sana da sanal benlik vererek seyir mahalli olarak seni de onurlandırmaktadır. Sen de yaptığın seyri sahiplenme ve onun adıyla seyreyle. Sen böylece hem yaratanını sevmiş olursun, hem de yaratanının muhabbetini kazanmış olursun. Allah için noksan sıfat düşünemeyiz. Asıl noksanlık, bizim o sıfatlarla boyanamayıp nefsi emmarenin elinde esir olmaya devam etmemizdedir. Tüm deruni kuvvelere ve geçerliliğine rağmen, her varlık var olduğu gibi bir hüviyete sahiptir ve kendisine göre müstakil bir varlığı mevcuttur. Bu oluşum ef’al âleminde bu böyledir. Ama esma ve sıfat âlemlerinde her varlığın hüviyeti biter. Ama bizim için ef’al âlemi mevzubahis olduğu için ve sonsuza kadar da ef’al âlemi bizim için geçerli kalacağı için, faydasız ilimlerle vakit geçirmekten Allaha sığınırız.
Allah’ın yaratım alanı olan esma kuvelerinin fiillere dönüşümünü ve sunumunu hem dönüşüm tekniklerini gelmiş geçmiş tüm peygamberler insanlığa bildirmişlerdir. Tüm dinler dediğimiz Allah katından insanlığa tebliğ edilen vahiy olayının kökeni, Allah indindeki dinin algılamamıza sunumudur. Önceki peygamberlerin anlatımları genel çerçevede tahrif edildi. Ama toplumsal bazda örf adet olan ahkâmlar birçok konuda başkalaşım olmakla beraber devam ede geldi. İlk “an”dan bu “an”a kadar Allah’ın doksan dokuz esması aynı esmalar ve konuluş kavramları da aynı kavramlardır. Tüm isimleri özel isimler olup hiçbir lügat veya lehçede değişmez. Eğer önceki peygamberlerin anlatımlarından bir anlatım bize ulaşmış ise ve o anlatım Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin anlatımı ile eşdeğer ise, onlar o anlatımı kullanıyor diye biz kullanmayalım diye bir şey yoktur. Bir Yahudi veya Hıristiyan İslam’a ters olan inanışlarını terk ederse, gerisini İslam ile tamamlarsa iman ehli olur. Yani biri Müslüman oldu diye tüm her yaşamını çöpe atacak diye bir şey mevzubahis değildir. İşte selam vermekte öyledir. Ufak tefek ses kırılmaları olmuşsa da, nesilden nesile aktarılan ilahi gelenektir ve dünya üzerindeki birçok toplumda kullanılan bir tabirdir.
Allah, arşın altında izhar ettiği tüm esmalarından numuneler verip üzerinde değişim yapabilme kuvvesini sadece insana vermiştir. Diğer varlıklarda ise böyle bir özellik yoktur. Evvel ve ahir isimleri sadece insanda tanzim edilmiştir. İnsan geçmiş, gelecek ve anını cem eden tek varlıktır. İnsanın geleceği için cennet ve cehennem düşünülür. Çünkü evvel ve ahir esmaları gereği insanda kaygılar oluşur. Hem şeytan, geçmiş ve gelecek kaygıları üzerinden insana önden veya arkadan yanaşır. Öylece içinde bulunduğu anı değerlendirmekten mahrum etmeğe çalışır. Her varlık esma terkibinden oluştuğu için, her varlık bizim için ilham kaynağı olmalıdır. Tüm varlığa sevgiyle yaklaşınca, her varlığın sahip olduğu salt esma potansiyeli ile yani o varlıktan esma âlemine doğru uzanan derinlikli bir bağ ile senkronize oluruz. Dolayısıyla kendimizdeki potansiyeli artırmış oluruz. Yani bizden de derunumuza uzanan özsel kuvveler aynı olduğu için semamızı biraz daha saydamlaştırmış oluruz. Bu da kârımıza olur.
Dünya sınav yeri olduğu için rahim esma tecellisi imanlı veya imansızda sebepler dairesinde ameline işler durur. Ama imansız bir şekilde dünyadan ayrılanlar, öylece ahrete imansız olarak geçenler rahim esma tecellisinden mahrum kalır. Dünya rahim esmasının sebepler dairesinde tecelli mahallidir. Cennet ise, rahim esmasının kudret ile tecelli mahallidir. Evladını helal etmeyen anneden çocuğa yansıyan rahim esması kilitlenir ve o üretken ana kuvveden çocuk mahrum kalır. Ebedi olarak kaybedenlerden olur. Anne çocuk için rahim esma menbağıdır. Ondan bebeğe o basınç kuvvesi geçer. Kişi o basınç kuvvesi kadar ölüm ötesinde huzur ve mutluluk bulur. Onun için de annelerimizi sakın üzmeyelim. Onların üzüntüsü bile akıma etki eder.
Yaratılış olayını bilmeyen düşünür ve der ki, Allah beni böyle yarattı, yaratmasaydı, ne yapabilirim? Böyle düşünerek olayın farkına varmadan cebriye görüşünü kabul eder. Evet, Allah öyle yarattı, ama kendini değiştirme fırsatını eline verdi. Baksana elinin içinde yazılı olana, sol elin içinde 81 sağ elin içinde18=99 Allah esması toplamı 99, o da elinde. Kullan ve içinde olduğun durumdan çık. Kullanmasan içinde olduğun bilinçten kurtulamazsın. Allah sadece ulûhiyetiyle seninle ilişkili değil ki suçu ona atasın. Aynı zamanda rububiyet ve melikiyetiyle de onunla muhatapsın. Bunu iyi düşün ve arandaki ilişkiyi keşfet. Nasıl ki bir 1 MB 1000 KB değil de, 1 MB = 1.024 KB dir. İşte aynen öyle de 99 esma açılımı 18.000 âlem olur. Ne eksik ne de fazla. Çünkü sistematik bir yapı vardır. Ve öyle olması icap eder. Sen de bunun içinde ve bunlarla var edildin. 18 bin âlemi içine dürdün. Emanete talip olup üstlendin. Nefsine zulmederek emanete hıyanet etme.
Esmaların manaları her birimin alt yapısını ve kendi tüm varlığını oluşturur. Musavvir esması her an faaliyette olup, o isimle görünür tüm mana terkipleri. Her birim diğer birimler üzerinde kendisine yansıyan kadarıyla sahip olduğu esma kompozisyonuyla tasarruf eder. Baskın güce sahip olan, diğer birimleri etkisi altına alır. Hu işaret zamiriyle işaret edilen mutlak zattan yansıyan hakikat nazariyesiyle varlık âleminin farkındalığıyla buluşuruz. Bazıları dudaklarına bal sürüp bal yediğini iddia ederler. Oysa sadece balı dudağına ruj yapmışlar. Balı yiyip ondaki esma kompozisyonundan çıkan mananın sendeki esma kompozisyonu ile birleştirmedikçe, balı yediğin sayılmaz.
Asaleten kardeş olanlar, nimete erenlerin yolunu kendi yaşamlarında inşa edip aynı esma terkibinde buluşanlardır. Bu da ancak iman ve teslimiyetle gerçekleşir. O yüzden ayette iman edenlerin kardeş olduğu haber ediliyor. Daha önce kısaca değindiğimiz gibi, kişideki esma terkibi şekere benzer. Alın elinize ve inceleyin bir kalıp taş gibi. Ama tatlı ve eridikçe tatlılık devam edip gitmektedir. Tatlılık şekerin özü ve ta kendisi, ama dışarıdan beyaz taş gibidir. Bizde öyleyiz, dışarıdan baktığımızda et ve kemik ve içi kan dolu damarlar göze görünür. Esma terkibi bunun neresinde diye kafaya takılır. Tıpkı farklı renklendirilen rengârenk şeker gibi rengârenk insanlar. Şekerin içsel hamuru değişken olduğu için de rengârenk şekerler.
İşte bu gördüğümüz tüm beden dahi esma kompozisyonun ta kendisi. Görmediğimiz ikinci bedenimiz olan ruhumuz da esma terkibi. Ama içine nefhedilen ruh ise, esma terkibinden uzak bir şekilde bu esma terkibine birimsel bir benlik kazandırır. Onun için de, esma terkibi sonradan oluşup üzerinde konuştuğumuz halde, nefhedilen ruh üzerinde konuşulamamıştır. Hem bu şekerin tatlılığı gibi tüm varlığımızı oluşturan esma kompozisyonu hakkında binlerce fikir üretildiği halde, içine nefhedilen ruh hakkında her hangi bir malumatımız yoktur. Hakkında beyan edilen tüm fikirler, esma terkiplerinin oluşumları hakkındadır. Et kemik bedenin ikincil yapısı olan ruh beden dahi esma terkibinden oluştuğu için, onun hakkında da birçok fikir beyan edilmiştir. Ama nefhedilen ruh hakkında herhangi bir beyan yapılamamıştır. Çünkü o ruh, Allah’ın zatının yansıyan nurundan nefhedilmiştir ki, bunun lisanımızda her hangi bir tarifi yoktur. Çünkü o nurun misli, dengi ve benzeri olmadığı için, tarifi de yoktur.
Cenabı Allah bir Kutsi Hadis-i şerifte insanı şöyle tarif ediyor, “İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.” Bir Ayet-i kerime’de de şöyle buyruluyor: “Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22) İşte Allah, bu sırrı ortaya çıkarmak için insanı yarattı. Kendi suretinde yaratıp ruhuyla destekledi. Allah’ın Esmaları vahdetten kesrete açılan ve kımıldadıkça rengi dalgalanır bir halde olarak bir araya gelmesi sonucu oluştuğu için, Allah’ın esma kuvvelerinin birleşmesinden dolayı kendi suretimde yarattım buyruluyor. Esmaların cem olarak toplanması sonucu insan şekli oluşmuştur. Yani batından zahire doğru bir kaydırma oldu ve varlık temaşa edildi. Bu temaşa da bize göre zahir ve batın olup, Allah’a göre ise, sadece kuvvelerinin seyir merkezleri mevcuttur. Dolayısıyla her insan bir seyir merkezidir. Dolayısıyla her insan kutsaldır. Her insan bir değerdir. Her insan bir âlemdir. İşte masum bir insanı öldüren bir âlemi öldürmüştür. Bir insanı öldüren batından zahire açılan bir pencereyi karatmıştır. Bunun vebali çok çok ağırdır. Çünkü Allah’ın ruhundan nefhedip seyir mahalline dokunmuştur. Zaten kul hakkına riayette bundan ötürü önemsenmiştir. İşte insan şeklinde şekillenen mana kuvvelerimiz her dem onunla kaim olduğu için de, yaptığımızı onun adıyla yaparız. Ve sahiplik duygusunu terk ederiz. Zaten sahiplik duygusunu terk etmeyenden kaliteli sunum oluşmaz. Çünkü o sunumu Allah adıyla değil de kendi adına yapmıştır. Allah onu terk etmiş ve onu kendi başına bırakmıştır.
Yunus söyler, “ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm” yani daha önce yapımı oluşturan kuvveler vardı. Ama bir araya gelmediği için ben ortalarda yoktum. Ne zaman ki bir arada cem oldu beni oluşturan kuvveler, o zaman Yunus ortaya çıktı. Örneğin gül, tohumunun batınında, yeşil renk ve koku vardır. Gül açtı mı, batın zahir olur. Tohum yok olur yerine gül oluşur. Ama gene gülde, evvel ki yeşil renk ve koku batın olarak mevcuttur. Tekrar tomurcuk verip çekirdek olur. İnsan da aynı öyledir. Yok iken var olduk ama içindeki kuvveler yok olmadı. Hem yok iken var oldu derken de yanılıyoruz. Çünkü burada mevzubahis olan yokluk mutlak yokluk değildir. Batından zahire dönüşmeyen mana kuvveleridir. Yani aynı kuvveler vardır ama başka bir boyuttadır. Şartlar oluşunca, batında bize göre gizli olanlar, bize görünür oldu. Yani daha önce dokunamadığımıza dokunur olduk.
İşte varlık künhümüzü düşünüp utanmamız gerekir. Zaten bu mana yolculuğuna çıkanlar, öncellikle edep demişlerdir. Çünkü edep olmadan yürüyüş düşünülemez. Mukaddes olarak yaratılıp öylece korunaklı edilen beden âlemimizin içine “hay” ile hayat yayıldı. Nuri-i muhammedi ile “hay” edilip “kayyum” ile donatılan insan, en mükerrem varlık oluverdi. Et kemik bedenin göğsüne denk olan ruhun merkezine gönül denilen güzel mabedi koydu. Birçok organla süsleyip zahir âlemlerle irtibat eyledi. Göz, kulak, tat, koku, dokunma gibi zahiri organlarla esmaların kuvvelerinin tecelli mahallerini oluşturdu. Hem buralardan harfsiz, sessiz, sözsüz, kelâmını zuhur ettirerek konuştu. İşte bu yaratılış hakikatimizi düşündüğümüzde başımızı secdeye koyup edeple hu illa hu deriz. Semi’ ile işitti ve işittirdi, basar ile gördü ve gördürttü, el ile tuttu tutturdu. Yani hem gönlü yarattı hem de gönlün elinden tuttu. Yoksa garip kalır ve tek adım atamazdı. Hem emrini ve yaşam düzeyini insana kademe kademe iletti. Her bir kademeye bir peygamberi varis eyledi. Her bir peygamber ile insanlığın yaşan tarzını düzenledi. Bu uygulayış ve sistemlerini de türlü türlü perdelerle gizledi. Öylece yeryüzünü kişinin düşünce planına göre sınav mekânı eyledi. Bu perdelerin arkasındakini göstermek istemedi siz bulun dedi. Fakat bulmak için yollarını öğretti. Yollarını tarif eden ricallerini yeryüzüne yaydı. İlmin yollarını insanlara iletti. İşte edeple bakıp ilimle hemhal olanlar, doğru yola iletildi. Edepten yoksun olarak yol almak isteyenler de, mahrum edildi.
Arşın üstü esma manalarının işlenmemiş halini ihtiva eder. Esmalar sıfatların mana içeriklerine işaret ederler. Arşın üstü yaratılmamıştır. Rahman olarak bize bildirilmiştir. O yüzden Rahman ismi hiçbir insan için isim olarak kullanılamaz. Kullanan şirke girmiştir, tıpkı Allah ismi gibi. Ama dikkat ederseniz arşa istiva eden rahmandır. Allah arşa istiva etti diye her hangi bir ayet veya hadis yoktur. Her ne kadar Allah ve Rahman isimleri işaret ettikleri zat bakımızdan aynı ise de, her birinin kavram içeriği ayrı ayrıdır. Bunu iyice anlayıp düşünmek gerekir. Yoksa birçok hakikatten mahrum olarak yaşamaya devam edenlerden oluruz. Kalem yaratılmıştır onun yazdığı ise yaratılmamıştır. Kalp yaratılmıştır onun ezberinde olan ise yaratılmamıştır. Çünkü akıl kalem olarak tasvir edilmiştir. Akıl yaratılmıştır ama aklın olayları bir birbirine bağlayarak ulaştığı sonuç yaratılmamıştır. Çünkü aklın birbirine bağladığı tüm olaylar esma manalarının bir kompleksleridir ki, esma manaları da yaratılmamıştır. Kalb imanın merkezidir. Kalbin düşünde iman oluşur. Kalbin düşündeki iman ve çözdüğü hakikatler yaratılmamıştır. Çünkü imanın çözdüğü her hakikat, beden almamış sırf esmalardan oluşan zahiri âlemi ayakta tutan mana hakikatlerdir.
Buradan şu çıkıyor; Her ne kadar farkında olmasa da kişi, aklın çözdüğü her olay imanın sonucudur. Çünkü bir şeye inanılmazsa başarılamaz. Kişi isterse ateist olsun ve Allah’a hiç inanmasın, ama bilsin ki iman olmadan akılını çalıştıramaz. İşte akıl ve imandan ortaya çıkan tüm düşünceler yaratılmamış olup esma manalarını ihtiva eder. Daha sonra bu manalar surete bürünüp fiiller âleminde yer alır. Görmek, duymak veya dokunmaktan öte, esma manaları içinde kendimizi bulmamız lâzım. Örneğin maddi ve manevi El basıt esması ile bütün maddi sıkıntılar yok olur, yerlerini lütuf ve ihsana bırakır. Birçok esma, kompozisyon olarak bir araya gelip düşünce sahibi bireyleri oluşturur. Esma kompozisyonu sonucu oluşan bilinç fert olup muhatap ise, ferdin ta kendisidir. Kimse kimseyi azaba atmayacaktır. Allah’ın esmalarının manalarının sonucu oluşan benliğinde, manaları açarsan yani şükredersen kurtulursun, manaları örtersen yani küfredersen kaybedersin. Manayı daha ağır hissettirme çalışması yapılır ama mana aynı mana olarak kalır. Veya günah dediğimiz yasakları işleyerek daha hafif edebiliriz ama mana gene de ona ait. Hiç kimse kendisini Allah esma manalarından soyutlayamaz. Soyutlayayım derse bu onun mülkünün harici olur ki bu da kişinin olanaksızdır.
Burada leyl ve kadr konularına da az değinelim. Leyl hiçbir düşüncenin kalmadığı andır. Kadr ise, bu halden sonra doğan sonsuz sınırsız olan Allah’ın ekber hissiyatının aydınlık güneşidir. Şimdi bizde rububiyet mertebesi işbaşındadır. Dolayısıyla esmalar bizde sınırlı halde işlevdedir. Biz tüm bencilliğimizden geçip benliğimizin oluşumu olan terkibimizin sahiplenme melekesini örtersek, Leyl hali yani ışıksız hal yani mutlak zati seyir zevk hali oluşur. Öylece Allah, mutlak nuruyla yani sonsuz ve sınırsız esmalarıyla semamıza tecelli eder. Müthiş bir sıkışma hali oluşur. Buna kadr anı derler. O anda, kişi kendisinde mevcut olan nefesi rahmanın derinliklerinde yüzer. Seksen yıllık semere ile elde edilen sevabın nuru kişi için hâsıl olur. Elbette bu her an oluşmaz. Şevk ve muhabbetin doruğunda olana Allah lütuf eder. Bu hal daha çok ramazanda oluşur. En çokta ramazanın son on gecesi hâsıl olur.
Burada Allah’tan gelip Allah’a dönmek olayını da az değinelim. Allah’tan geldik yani tüm varlığımız onun zatının nuruyla var olmuştur. Yani Hu ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismiyle kendi zatından yansıyan öz nuruna baktığında, zatından yansıyan nurun içindeki tüm manaların içeriklerini seyir etti. İşte bu seyre dehr dendi. Sonra bizi de, Allah ismi müsemmasıyla kendisinden seyir ettiği manalarından yani nurundan bir tutamının yoğunluğunu düşürmek sonucu seyir âlemine sunduğu nuri muhammedide var olan mana kuvvelerini, gene kendi kuvvelerinden bir kuvve olan El Cami’ kuvvesi etrafına terkipleştirerek var eyledi. İşte varlığımız tümüyle onun esma-ül hüsna diye işaret ettiğimiz ve her birinin bir mana içeriği olan kuvvelerin bir arada terkip olmasıyla oluşur. Sonra yaptığımız tüm eylemler dehr içinde kaybolup gidiyor. Bir an öncemizde yapığımız eylemler ve eylemlerin oluşması için sarf edilen kuvvette dehr denizinde yerini aldı. Duymadın mı, diyor ki dehr benim. Dün nereye gitti. Geçen sene nereye gitti. Tümü zamanın derinliğinde kaybolup gitti. Dehr yani zaman dahi o ise tümü ona gitti.
Biz var olduk onun izniyle, var ediyoruz, sonra tümü dehrde kaybolup gidiyoruz. Yeni şenler oluşup sürekli bir yenilenme ile yüz yüzeyiz. Geçen seneki fotoğrafına bakarsan, zaten olayın farkına varırsın. Ölümle birlikte fark edilecek olan şey, yani fark edilecek olan bizim varlığımızın orijininin onun nurundan olduğunu idraktir. Yani kesin bir şekilde görmektir. İşte ancak, her ne yana dönersen veçhini görürsün olayı bu idrake ulaşıldığında, hissedilir. Olay her an aynıdır. Ama bunun farkında değil çoğu insan. Ölümle birlikte farkındalık başlayacak, ama öldükten sonraki farkındalık fayda vermeyecektir. Onun için de ölmeden ya olayın farkındalığına ulaşıp gerekli tedbirleri alacağız yani amelle hemhal olacağız. Veya olayın farkındalığına varıp gerekli talimleri yapana iman edip gerekli çalışmalar ile hayat defterimizi dolduracağız. Yani sadece çalışmamızın bize fayda verdiğini fark edip gerekli eylemlerde bulunacağız. İşte her an Allah’a dönüş devam ediyor ve ölümden sonra da aynen devam edecektir. Öylece her an yeni bir şandadır olayı sonsuzumuza dek sürecek bir ahval olacaktır.
Ana kuralı unutmayalım. Ayna tümel varlık makro anlamda. Adem mikro anlamda. Ve aynaya tabi Gökte güneş var aynaya yansır. Aynadaki tüm ışık güneşin ama ayna güneş değildir. İnsan da öyle, bizdeki her şey Allah’ındır Ama biz Allah değiliz. İşte bu örnek gibi manayı alalım ve örneği çöpe atalım. Bizdeki tüm özellikler Allah’ındır. Ama biz ezelden ebede Allah’a kuluz ve kul kalacağız. Asla ve asla Allah veya Allah’ın parçası olmayacağız. Çünkü onun zatından değil, zatının yansıyan nurundan var edildik. Aynadaki ışığın güneşe bağlılığı gibi, ama ikilik yok ayna ve güneş gibi. Burada var olan ikilik ise, görsel olup özsel değildir. İşte hu dediğimizde maksadımız, yapımızı oluşturan manaların aslına merhaba demektir. Allah bize bizden yakındır deriz ya, işte bize bizden yakındır demek özümüz zaten ondan gelir ve bir üst boyut olarak benliğimiz oluşur. İşte özümüz onun esma manaları, özümüz olarak bize bizden yakındır. Bir şeker düşünün, tıpkı şekerin özü tatlılık gibi özümüz Allah esma manaları. Görünürde taş gibi beyaz yapı ama tatlılık şekerin özü. Bizde öyle bir şeyiz. Bu örneği iyi düşünelim. Böylece rabbimize ettehiyyatu diyeceğiz. Bunu anlamayı başarırsak, birçok hakikati anlamanın kapısını aralarız.
Allah esma terkipleri her birimden birimin terkibine göre tecelli eder. İnsanlarda ise, eğer insanlığını yaşasa, ondan tüm dehşetiyle tecelli edebilir. Ama insan insanlığını yaşamazsa (!) O zaman ayetin deyimiyle en’amlar (davarlar) gibi hatta hatta daha aşağıya düşer. Allah esma manalarının en’amdan tecellisi şöyledir; yer içer çiftleşir yatar ve öylece yaşamını bitirir. İnsan en’am değildir. İnsan, Allah’ın tüm manalarına tecelligâhtır. Kapatırsa tecelli mahallini en’amdan farkı kalmaz. Birçok esma manaları ile birimler oluşur. Tüm esma manaları da Allah’ın olduğu için, Kur’anda esma makamına işaret olduğu zaman biz yapıyoruz der. İşte onun için bil ki, Allah velisi yani Allah dostu sensin ey Allah kulu. Allah esmasını kendinde keşfet ve velini gör. Sadece Allah’a dost olduğunu anla. Allah hakkında bildiğimiz tüm esması, karakuşi rastgele bırakılan bir harf yığını değildir. Her biri mikro âlem olan bizim ruh dünyamız ile makro âlem olan ruhulkudus arasında birer şifredir. Çünkü bizi oluşturan yapımızda nefesi Rahmandan bir huzme vardır ki insana gerekli tüm nuru ruhulkudustan yansıtır. Ruhumuzun kullandığı en büyük araçlardan biri olan beynimiz kozmik bilinç ile senkronize aracıdır. Allah’a, kendisiyle bizi onlarla tanıştırdığı esmalarından başka isim veren, kendisini aldatır. O verdiği isimlerle de rabbi ona bakıp irtibat kurmaz.
Allah’a varan yollar nefislerin adedincedir. Bu konu şöyle izah edilebilir. İnsanda her türlü inanç sistemine gönülden bağlılık yapması için, gerekli olan tüm alt yapısı mevcuttur. Çünkü her türlü inanç, kişiyi Allah’a götürür. Zaten onun esma kuvvelerinin dışında başka da bir şey mevcut değildir. Her halükârda insan, onun kuvveleriyle oluşmuştur. Ama Allah’a götürmekle iş bitmiyor, Allah’a giderken de nimete erenler gibi gitmemiz isteniyor. Çünkü külfete batan kişiler gibi gitmekte vardır. Fatiha süresini okurken dikkat edersek nimete erenlerin inanç sistemini ve yolunu Allah’tan isteriz. Yani sonu azap veya nimet fark etmeksizin, kişinin yaptığı her amel onun rabbinin kendisinde oluşturduğudur. Rab ise, Allah dışında olamayacağı için, Allah bizden zuhurunu istediği rububiyetin dışında, başka başka rububiyet alanlarıyla rab edinenlerin, varoluş programlarını gazaba uğrayanlar gibi dizayn ettiklerinden, Allah’a varışları hakikatlerinden mahrumiyetle son bulacaktır. İşte onun için, sen rabbini rabbul erbabla nimete erenlerinki gibi senkronize olmasını sağla. Öylece rükuya varanlarla beraber rükû eyle. İşte bu rükû ile sen gerçek yolda hakikatini doya doya, rabbini seyir ede ede güzelliklere kanat çırpacaksın.
İslam, selam kelimesinden türemiş olup, dünya ve ahrette, emniyet ve güven üzere yaşamı tesis etmek için bize sunulan fıtrat yaşamıdır. İslam ile yaşantısını senkronize eden her çeşit afet ve kaderlerden emin olur. El Selam ismiyle Allah, her türlü eminliğin, salimliğin aslı olup, ayıptan, kusurdan ve her çeşit eksikliklerden uzak olan yüce yaratıcı olduğu anlamına gelir. EL Selam esma ul hüsnadan olup Allah’ın doksan dokuz isminden bir isimdir. İşte bizler varlıklarla ünsiyet oluştururken, El Selam ismi gereğini yaşamımızda hissederek emniyetle ünsiyet etmeliyiz. Karşımızdaki bizi görünce, ilk aklında canlanan, emniyet dolu bir kişi geliyor olmalıdır. Öylece her varlığın içsel canlanan duasına ortak olmalıyız. Meleklerin, hayvanların ve hatta denizlerdeki canlıların rahmet okuduğu kişilerin olduğu haber verilmiştir. İşte bu İslam ile hemhal olup El Selam ismine ayna olduğumuz kadar bize sirayet eder. İşte bu içsel yaşantıyı karşılaştığımız kişilere selem vererek deklere ederiz. Hem karşıladığımız her bir varlığa muhabbet dolu bir kalple dokunuruz. Biliriz ki, kişi ünsiyet peyda eder beraber olduğu insan, hayvan, mal eşya vs. her şey ile. Bilir ki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz sahip olduğu eşyasına bile isim verirdi. Kişi ünsiyet peyda ettiği varlıktan ayrılınca içi burkulur hasret ile. Çünkü her şeyin aslı esma mana birleşimidir. Bunu artık hafızana bile. Selam ol her kula bile bile.
Allah her şeyi örneği olmadan yaratmıştır. Her birim direk Allah tarafından örnek siz ve bağımsız yaratılmıştır. Allah’ın esma ul hüsnasına bakarsak, bunu çok net olarak görürüz. Zaman içinde yaratılan bazı varlıkların nesli tükenmiştir. Bazıları ise, hala yaşamına devam ediyor. Nesli tükenmek üzere olanlarda vardır. Hatta hatta yeni oluşan türlerde vardır. Ama kesinlikle evrim yani bir türden başka türün yaratılması söz konusu olamaz. Çünkü Allah El Bari ve El Mübdidir. Allah istediği şeyi hemen ve emsalsiz olarak yaratır. Esmaül hüsna ile işaret edilen yaratım planını çok iyi bilmemiz gerekir. Evrim geçirip başka türe dönüşen hiçbir canlı yoktur. Sıfırdan yaratma vardır. Kuran bunu Yasin süresi 83. ayetinde “Her şeyin melekûtu elinde bulunan Allah münezzehtir! Ve siz O’na döndürüleceksiniz.” Şeklinde izah eder.
Kişi sahip olduğu manayı daha ağır hissetme çalışması yapar, ama mana aynı mana olarak kalır. Veya günah dediğimiz yasakları işleyerek daha hafif eder, ama mana gene de ona ait. Hiç kimse kendisini Allah esma manalarından soyutlayamaz. Soyutlayayım derse varlığı biter ki olanaksızdır. Biz ve her şey esma manaların terkip potansiyellerinden birer potansiyeliz. Kendini kimseden üstün veya alçak bilme eşitiz, üstünlük takvadadır. Takvalık ise, sahip olduğun esma kuvvelerini güçlendirip, nimete erenlerin mana kompleksi gibi bir mana kompleksini kendinden zuhur etmendir. İşte bu gücü fazla olursa, Allah’ın yanında onun değeri daha çok artar. Kim ki bu gücünü hafifletip yok ederse, onun Allah indinde değeri de yok olur.
Allah’ın adaleti dediğimizde şöyle algı oluşur. Sanki Allah, adalet sarayı gibi bir mekânda oturan bir ilah vardır. Sonra insanlar iyi veya kötü önüne dizilir veya kötülük yapan biri oldu mu iki tane jandarma gibi melek gönderir de kulunu tutup adalet sarayın da oturan ulu ilahın huzuruna çıkarır. Sonra “senin cezan şu kadar git azabın çek” şeklinde düşünürüz. Ve komik oluruz. Esma-ül hüsnadan her mana sonsuz ve sınırsızdır. Allah rububiyeti itibarıyla kişiyi kuşatmış ve kişiye kişiden yakındır. Kişi yaptığı eylem misali bir eylem özündeki “El Adl” esma manası, çalar saatini kurar. Kurulumun anında şamadan çalar. Sende kurduğun saati unutur, sonra bu saat çaldı da beni rahatsız etti diye mırıldanırsın. Oysaki sen kurmuştun, vakti geldi ve çaldı.
Evet, saati sen kurmuştun sen. Bazen babamız saati kurar da bizim zamanımız da çalar. Bazen de dede kurar da bizde çalar. Doğru, kimse kimsenin günahını çekmez ama dedenin ve babanın veraseti de sana ulaşır der ayet. Veraseti sadece iki üç kuruş dünya malını sanırsak, olayı anlamamışız demektir. Şu da var, kişi bazen gider de savcılığa reddi miras eder de babasının mirasını olumlu veya olumsuz reddeder de babasının bıraktığı serveti reddettiği gibi borcundan da kurtulur. İşte bizde kat’ı bir tövbe ile babadan ve atadan gelen tüm geçmişi reddedip örtebiliriz. Atadan gelen güzellikleri sevip sahip çıkan, ondan gelen olumsuzlukları da üstlenmiştir. Her insan başını iki eli arasına alıp hayatını sıfırdan çizmek zorundadır. İşte buna tahkiki iman denir. Atadan geleni takip edersek, taklidi iman ile hayatına devam ederiz. Allah kimseye zulüm etmez biz nefsimize zulüm ederiz.
Bu mu adaletin ey ulu tanrım yetmiş yıl dünyada yaşat, seni tanımadığım için sonsuz azaba at, bu mu senin adaletin? Der, Allah’ı dışsal veya içsel bir ilah zanneden kişi. Ve bu zannıyla da kendisinden mahrum olarak ötelere göçer. Varlığın hüviyeti esma kuvvesi kadardır. Her varlık, hüviyeti kadar özünü döker. Allah velisini örtüsü altında saklar. Garibim de kafasına göre veli arar. Ara ara belki bulursun. Veli sensin ey Allah kulu. Allah esmasını kendinde keşfet ve veliyi gör.
Şunu da belirterek bu konuyu da kapatalım. Beş duyu ile hissettiğimiz her şey ef’al âlemindendir. İstediğin cihaz ile seyir et, fark etmez. Hem her ortamın yaşamı da ef’al âlemidir. Meleklerden ta bize kadar yaratılan her ortam da ef’al âlemidir. Esma ve sıfat âleminde daha yaratım oluşmamıştır. Zat âlemi ise, zaten hiçbir hayâlın düşünemediği âlemdir. İnsanda lahutiden bir nefes üflendiği için, tüm âlemleri seyir edip zevkine dalar. Ama tarif babında, ef’alı tarif eder. Esma ve sıfattan haber eder. Zattan ise sukut eder.
Şunu da dillendirelim bu bölümün sonunda; kalbinde saklı bulunan ve canlı olan Allah’ın evi misali Kâbe’ni görüp hak önünde dostla halka selam vermek, hakkı derununda hissedip canla buluşmak, canı canana verip orda hakla buluşmak, özünden dokunan nurla muallâsında defin olmak, öylece kibar bir bakışla yerinde sükûn bulmak, zatı temsil eden Kâbe’ye talip olan Allah kuluna nasip olur. Mekke’de zata talip olan hakka teslim olur. Medine’de ise sıfat apaçık olur. Diğer yerler ise esmaya talip olanın olur. Ef’al ise, her halükârda zaten mekânın olur.