AKLEDEN KALP İLE AMEL EDELİM

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

İnsan insanlığını unutursa, hayvandan çok daha aşağılara düşer. Çünkü hayvan, yer içer çiftleşir ve yüklü olduğu programın tıpatıp aynısını yaşayarak geçer gider. İnsanda akıl melekesi olduğu için, daha değişik yer içer çiftleşir ve uyur. Hangi hayvan yumuşacık yataklar üretip üzerinde uyur. Hangi hayvan, türlü yiyecekleri pişirir kavurur önüne kor. Hangisi türlü türlü meşrubat üretir veya hangisi çay içer. Hangisi en umulmadık şekilde çiftleşir. İşte hayvan sadece doğası gereğini uygular. İnsan ise, insanlığını unutursa, düşer de düşer. İşte akleden kalp ile iman eden kişi, sadece Allah’ın huzurunda eğilir ve onun azameti karşısında secdeye varır. Rabıtasını direk Rabbine yapıp gayrından yüz çevirir. İşte mutlak İslam bize bunu emreder. Ayet şöyle der; ona raina yani çoban demeyin. Ama ona nazır yani gözetmen deyin ve onu dinleyin. İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize gözetmen olarak bakan, onu örnek alıp gelişir. Onu çoban olarak gören ise, onu bedensel olarak dünya gözüyle göremediği için, birilerinin lakırdısına aldanır, iki tatlı sözüne bakıp sürüsüne katılır. Öylece mutlak olarak rabbine olan kulluğunu unutur.

Akıl her şeye ermez. Çünkü akıl, elindeki verilerden yola çıkarak bir yerlere varmaya çalışır. İman esaslarının künhüne akıl eremez. Çünkü hiçbiri için elinde somut deliller yoktur. Ama akıl bilir ki insan yaratılmış ve bir sonsuzluğa doğru uzanıp gitmektedir. Hem akıl bilir ki var olan hiçbir şey yok olmaz. Onun için akıllı kişiye iman şarttır ki, kendisine kurtuluş sunan, hem kendisine mutlak doğruluğu iletilen, fıtrat ve yaratılış üzere konumlandırılıp pişmanlıksız olarak yürüsün. Bu da ancak yaratıcının kaynağından verdiği bilgilerle gerçekleşir. Bu bilgiler ise, peygamberler vasıtasıyla yaratılana yatıcısı tarafından sunulur. Bu sunumlara da akıl ermediği için, iman ile sarılır. İmanıyla gördüğü güzellikleri aklıyla besleyip öylece fiiliyatta bulunur. Çünkü ardından yürünmeyen iman kişiye bir şey katmaz. Kimse kendisini kandırmasın. İman, lafla iman ettim demek değildir. İman, hedefe varmak için hedefe ulaşmış kişiye inanarak yol yürümektir. Peygamberler hariç her insan hata edebilir. Ben babamdan veya hocamdan böyle duydum ve gördüm onlar hata mı eder diye düşünmek, yanlış bir görüştür. Çünkü ismet sıfatı sadece peygamberlere hastır. Gerisi hata edebilir.

Allah her insana akıl vermiştir. Birinin hatası varsa kıyamete kadar devam edilemez. O hata düzeltilir ve doğru yolda yürümeye devam edilir. Taassup insanın bilincini köreltir. Okumak, bilmek, sonra yanlışı doğruyu fark etmek, doğruyu uygulayıp yanlıştan uzak durmak, evet bunlar akıl işidir. İman ise bambaşkadır. Akleden kalp ile yaşayanlar, sırf akılla yürüyenlerce deli olarak bilinirler. Çünkü genel kanaat beş duyu zevkleri uğrunda aklı geliştirmektir. Akleden kalp ise, akıl melekesini iman ile buluşturup sonsuzluğa hazırlık yapar. Kişi aklıyla istediği kadar ilmi çalışma yaparsa yapsın, imansız bir akıl yok olmaya mahkûmdur. İman güneş gibidir, akıl da ay gibidir. İmanla donanan akıl asla bitmez. Güneş kaybolursa ay ışıldaması devam eder. İmanla buluşmayan gönül kısır akıldan çıkamaz, eline alır sazı, çalıp kendisini tatmin eder. Ama ne diyelim takdire gönül razı. Çünkü takdir edildi ki, akıl imanla buluşmazsa, kendi etrafında döner de ötesine adım atamaz. Bu onun emridir her an dokunur bizde. Bu dokunuşa uygun yazılıyor alındaki yazı. Onun emri olmasaydı yapamazdık tek kazı. Böylece seyirde buluşarak geçiririz kışı yazı.

Güneş batıdan doğacaktır hakikatinin manevi manası da şudur. Akla karanlık olup iman ile teslim olduğumuz ilmin hakikatlerine, akıl ile fark edilecek şekilde somut olarak ortaya konulduğunda, inanılacak bir şey kalmayacaktır. Çünkü iman görünmeyen şeyedir. Görünen için iman gerekmez ki. İşte güneşin batıdan doğması demek ilminin gerçeklerinin aklın tespit etmesine denir ve o şekilde sembolize edilmiştir. İmanın gerçekleri akıl tarafından seyir edildiğinde tövbe kapısı kapanacaktır diye de anlaşılabilir. İman şahtır, akıl vezirdir. Yüz saidin çözemediği muammaya soyunmak, elbette akıl kârı değildir. Akıl asla çözemez. Aklın ötesine geç ve adımları izle. Sakın fikir yürütme, yoksa adıma basamadan düşersin.

Akıl kendisine sunulan şeyin somut örneğini aradığı için Kur’an da Allah, birçok konu gibi örneğin, cenneti de anlatırken dünyamızdan örnekler vererek anlatır. Cennetin misali şöyledir der. Çünkü akıl elindeki doneleri görür ve ona göre karar verir. O yüzden de cennet dünyaya benzetilerek anlatılmıştır. Başka yerde de cennet öyle bir şeydir ki, ne olduğu insanın hatırına bile gelmemiştir, der. Birçok sırrı mukaddesi sırf akılla anlamaya imkân olsaydı, nefsin bedensel isteklerine dayanan isteklerini öldürmek, olayı idrak etmek isteyene vacip olur muydu? Çünkü akıl, nefsin görsel isteklerini benimser. Onun için iman önde olacak ve akla yol açacak ki, akıl içinde bulunduğu durumu imanla fethederek ilerlesin ki görsel illüzyondan çok, hakikatini ilgilendiren konular, yaşamının ön planında yerini alsın. Kişide nefsi emarenin bedensel isteklerinin ölümüyle ve nefsin hakikatine doğru iman etmesiyle bilinç tırmanışa geçer. İmanı takip eden akıl, kişi için ileri ve hatta çok daha ileriyi inşa eder. Zekâyı takip eden akıl ise anını tanzim eder. Haydi, Bismillah de imanla aklını zekâyla süsle ve bir ağaç gibi yüksel.

Varlıklar içinde yönlendirici akıl sadece insan ve cinde mevcuttur. Diğer varlıklarda zekâ ön plandadır. Tüm âlemler yokluğunu bilerek fena dairesinde Allah der. İşte buna tesbih denilmiştir. Ama insan ve cinde bununla beraber, ubudiyet de istenmiştir. Çünkü insan ve cinde imanın kontrolünde oluşabilen akıl, fikir ve izanın yönlendirdiği bir yaşam alanının tesis edilmesi dilenmiştir. İşte buna da zikir denmiştir. İslam dini Allah’ın sonsuz ve sınırsız kudreti ile var ettiği kanun ve nizamının adıdır. Bu kanun ve nizamdan insanı ilgilendiren kısmını insanlara görevlendirdiği nebi ve resullerle yani peygamberlerle bildirmiştir. Allah yarattığı kanun ve nizamını idrak edip en güzel şekilde onunla uyum içinde yaşamak için de insana akıl, fikir ve idrak vermiştir. İnsana akleden bir kalp ile kendisine sunulan vahye uyulmasını istemiştir. Çünkü insan, kendisine bahşedilen akıl sayesinde birçok varlıktan üstün kılınmıştır.

Yeryüzünde İnsan ve cinlerin dışındaki varlıkların geneli Allah’a fena dâhilinde ibadet halindedirler. Tümü adeta aşk ile rabbine bağlı olup adeta programlanmış bir android robot gibi döner dururlar. İşte insana tüm bunlardan öte, kendisine rabbi tarafından talim edilenler doğrultusunda akıl ve fikir ile halife kılındığı yeri mamur edip kendisini geliştirmek mükellefiyeti verilmiştir. İşte insanlığın gereği olan akleden bir kalp ile iman istikametinde fikrini kullanıp içsel ve dışsal dünyasını mamur etmek yerine, kalbini imani akıldan yoksun edip sırf fena bakışıyla hareket ederse, kendisine zulmetmiş olur. Böylece Allah’ın emanetine sahip çıkmamış olur. Çünkü Allah, bizden iman dâhilinde akleden bir kalb istiyor ama kendisini fenaya kaptırıp düşüncesiz bir şekilde duran akılsız bir kalb istemiyor. İman nazarıyla akleden kalb, olaylara ve dünyaya gerektiği şekilde muamelede bulunur. Ama iman dâhilinde akletmeyen kalp ise, kendi etrafında döner dolaşır ve vardığı bir nokta da olmaz. İman bakışıyla akleden kalp, huşu içinde rabbiyle ve rabbinin düzeniyle hemhal olup yaşar. İman dâhilinde akletmeyen kalp ise, döner durur seni seviyorum Allah’ım der ve kendisini mutlu hissederek nefsin heva ve hevesiyle günlerini tüketir.

Çok önemli bir noktaya da dikkati çekelim; tüm sömürü güçlerin kişiyi etkisine alıp sömürmek namına kullandıkları kavram ve ana rantın şifresi maalesef sihirli sözcük olan aşktır. Akıl kenarda dursun ve sen körü körüne bağlan şeklinde gerçekleşir. Böyle bir şey dini İslami mubinde asla yoktur. Hem unutmayalım ki, imanın hakikatlerini akıl ile kavramak mümkün değildir. Çünkü akıl beş duyu ile görünen şeyleri birbirine bağlayarak sonuca ulaşır. Beş duyu ile algılanması mümkün olmayan şeyleri illa akılla tespit edeyim diyen ise, kaybeder. Çünkü akıl eremediği için inkâra sapar. Akıl, kapasitesi dışında kalan şeyleri hissedemez ve aklı buna zorlamak ise, akla zülüm olur. O yüzden Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin teklifi iman iledir. İman, Allah’ı hissettirerek aklın alanına sokar. Cennet, cehennem ve öldükten sonraki tüm hallerde öyledir. Öylece insan, akıl ve iman dâhilinde sömürülmeden Allaha kulluğunun farkındalığa kavuşarak özgür birey haline gelir. Esas özgürlük, Allah’a olan kulluğun idraki ile kişide oluşur.

Bunca yaratım boşuna mı? Kendine göre sadece burada yaşayacak ve ölümle toprak olup gidecek. Tamam, eyvallah da… İnsanın hizmetine sunulan dünya ve içindekileri kim sundu? Elmayı, armudu, kirazı kim insanın damağına göre donattı? İneği, koyunu, deveyi, tavuğu kim sakin etti de sahibine itaatkâr birer canlı oldu? Arıyı kim bal yapması için görevli kıldı? Dünyayı, ayı, güneşi ve tüm fezayı kim var etti, niye var etti? Tüm her şeyin içinde yer aldığı gökler ve yerleri kim var etti ve nerede var etti? Peki, tüm bunları var edip düzene sokan bir var eden varsa ve o var eden insana bir görev vermişse ve bilimin tespit ettiği gibi ölümle insan yok olmayacaksa, ölümden sonrasını insan merak etmez mi? İman edene yobaz deyip kendimizi ölümden sonraki yaşama hazırlıkta geri bırakırsak bize yazık olmaz mı?

Ölümden sonraki hayata inanmayan için her şey serbest olur. Eğer biri dese ki, ben ölümden sonraki hayata inanmam ama dünyalıktan koparacağını koparmazsa, o en bühl kişidir. Nasılsa ona göre ölüm ötesi yok, o zaman doya doya dünyanı yaşa dersin. Madem hiçbir insanın içi buna el vermiyorsa, o zaman özün sana hitap eder. İşte duy özünden sana seslenip seni kötülükten uzak tutmak isteyen vicdanın sesini. Varmış gibi inanıp yokmuş gibi yaşama hayatını. Bil iman ve amelin ayrılmaz bir bütün olduğunu. Rabbimiz en veciz şekliyle Asr süresinde, iman ve amelin birlikte insanın kurtuluşuna vesile olacağını açıklıyor.

Kur’anda iman ve amel arasına “vav” atıf harfi yani “ve” bağlacı bırakılarak iman ve amel sürekli beraber zikredilir. Bağlacın gayesi ise şudur; orada zikredilen kaç kavram geçiyorsa, olayın gerçekleşmesi için o kavramların tümü eşit derecede kişi için gerekli olduğu hakikatidir. Nasıl ki sütün yoğurt olması için süt ve maya gereklidir. İkisi de ayrı şeylerdir ama yoğurda ulaşmak için biri olmazsa diğeri de olmaz. İşte Kur’anda bir birine “ve” bağlacı ile bağlanılan her kavram, sonuca ulaşmak için lazım olan temel öğelerdir. İşte bu temel öğeler uygulandığında, hedefe doğru bir şekilde ulaşılır. İman amele yönlendirir. Amel ise, imanın içeriğini hissettirip içindeki tada ulaştırır. İman ve amel koordineli olduğunda kişi için kurtuluş reçetesi olur. Çevrenin şartlandırması seni yolundan alıkoymasın. Nefsi emmarenin ve şeytanın terennümleri seni çalışmaktan geri bırakmasın. Sen zaten kendi halinin ne olduğunu bilirsin. Kişi nefsi emmarede olsa bir farkındalığı başlamamıştır. Yani ölü zaten yaptığı amelin farkında değildir. Farkındalık başlamışsa, çoktan emmare nefsi geçmişsin.

Nefsi emmare üzerinde etki eden bir sen varsın ve nefsi kendin sanmışsın. Nefis üzerinde irade sahibi bir benliğin vardır. Nefis ise, sahip olduğu beden dâhilinde benliğini yönlendirir. Nefis iyiliğe ancak ıslah olursa yönlendirir. Yoksa kötülüğe yönlendirir. Kötülük dediğimiz et kemik bedenin dürtüleri veya ruh yapının dürtüleridir. Sen ikisi üzerinde de kuvvet sahibisin. Nefis sendeki rububiyetin baskın gücünden açığa çıkar. Rububiyet alanın değiştikçe, nefsin isteği de değişecektir. İstek, senden senin içsel dokunuşuna göre zuhur eder. Sen yöneliyorsun ve o isteğini yapıyorsun veya yapmıyorsun. İşte buradaki sen demek ki nefis değilmiş, sen nefis üzerinde tasarruf sahibisin. Sen ruhundan üflenen bir nefessin ve özlüğün kendinden kendine seyir ederken, nurundan nur almış bir bireysin. Sen zatın nurundan öz hüviyetini aldın ve senin tarifin yoktur.

Ama sen o değilsin. Çünkü o derken maksadımız onun mutlak zatıdır. Sen ise, onun zatının yansıyan nurundan varlığının farkına vardın. Ama farkına varışın nuri muhammedinin bir şulesinde gözünü açtığı için, kendisini onunla kayıtlı bulmuştur. İşte tutunma yerin olan nefsinden gelen istekleri kendi isteğin zannedersin. Nefisle bütünleşirsin. Onun için de nefsi ıslah ile emniyette olursun. Veya ruhi isteklerini yüceltip nefsin isteklerini oraya yükseltmekle emniyete girersin. Nefsi ıslah için çilehanelere koyup frenlemek suretiyle ruhun emrine veren yollar olmuştur. Bizim yolumuz ise, ruha dokunup nefsin onun üzerinde konumlama alanı bulamaması prensibine dayanır. İşte yaptığımız zikir ve rabbe rabıta gerçeği buna dayanır.

Yakin/يقين (ölmeden önce ölüm) gelene kadar ibadete devam esastır. Yakin/يقين geldikten sonra ise, ubudiyet başlar. Ubudiyet yaptığın amelden tat alıştır. Yoksa terk ediş değildir. Terk eden terk edilir. Bu kesin hakikattir. İnsan cennette “ek”siz yaşıyordu. Ne zaman ki dünyaya indi “ek”ler onun yaşamını biçimlendirdi. Tüm gelen “ek”ler nesilden nesile aktarılarak geldi. Hayatına kattığı “ek”lerden bazısını kişinin fıtratı korusun diye Allah emretti. Bunlar emir ve nehiy, yani farzlar olarak insan yaşantısında ana gelen “ek”ler olarak yerini aldı. Ama insanlar ana “ek”lemelere bozulmalar koyunca, Allah yeni bir peygamber göndererek düzenledi veya eskisini yenisiyle güncelledi.

İnsan yaşamına giren bazı “ek”ler Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yaşam alanında daha bir paklama için, işlemiş oldukları “ek” amellerle bize kadar süregelen “ek”ler arasında yerini aldı. Bunlara sünnet denilerek yaşam alanı içinde gelen“ek”ler olarak yerini aldı. Hayıtımızda olan ve bize kadar gelen“ek”lerden bazıları ise yöresel halkın içinde oldukları şartlar nedeniyle oluşturdukları gelen“ek”lerdir. Bu gelen“ek”ler eğer Allah’ın farz ettiği hükümlere muhalif değilse, uygulamasında bir mahsur yoktur. İşte tüm “ek”ler bizim orijinalimizle buluşturmak üzere yapılan önerilerdir. Nuri muhammedide var olan esas nurla nurlanmak için sunulan yaşam tarzlarıdır. Uyan kişi er veya geç uyanır. Uymayan uykusunda dolanır. Kendisini uyanmış sanır. Öylece heba olanlar arasında yerini alır.

İlmi donanım ile donanım yapıp ilmiyle kurtulacağını sanıp amele sırt veren kişi, en büyük mahrumiyeti yaşar. Öğretmen öğrencisinin yaptığı tüm amelinin aynı sevabını alır hem öğrenciden de bir şey eksilmez. Öğrenci de kaç kişi yetiştirse, aynı olay onun içinde geçerlidir. Yoksa o kadar hizmet ehli boşa mı karşılık beklemeden hizmet etti? İşin iç yüzünü biliyorlardı. İşte sizde bu yazıyı okuyarak şu hadisi hatırladınız. “Kim benim bir sünnetimi ihya ederek insanların onunla amel etmelerine vesile olursa, o insanların kazanacağı sevaplardan hiçbir şey eksiltmeden onların sevaplarının bir katını almış olacaktır. Kim de bir bidat icat ederek onunla amel edilmesine sebep olursa, o bidat ile amel edenlerin yüklenecekleri günahlardan hiçbir şey eksiltmeden onların günahlarının bir katını yüklenmiş olacaktır.” (İbn Mâce, Mukaddime, 15)

Kimse kendisini bir şey zan etmesin. Dünya kulluk yeri ve kulluğun gerektirdiği ameller ve sınavlar devam ediyor. Hangi kul en güzel ameli işler diye oluşturulan sınav salonunda gözetmen olan nefsimiz bizleri gözetliyordur. Zaten hesap görücü olarak nefsimiz bize yetecektir. Nasibi veren belli ki, o da bize bizden yakın olup bizle tecellisinin şuleleri zahir olup görünen rabbimiz. Bize de hamd etmek düşer ki elimizdeki her nimetin hakkını verelim. Böylece nimetin mutlak değerlendireninin Allah olduğuna bizzat şahit olup imanın tadına varalım. Hamd olsun Allah’a her demde ve her halde…  Bizi var etti ve mühlet verdi ki kendimizi düzeltebilelim. Ta ezelden ebede her anda ve “hal”de Allah’a hamdu senalar olsun. Bilelim ki her kul her ameli bizzat kendine yapar. Allah’ın hiçbir amelimize asla ve kat’a bir ihtiyacı mevzu bahis değildir. Allah’ı tanımak ile Allah’ı sevmek birbirleriyle doğru orantılıdır. Bu orantı nazariyesi ile amelde yoğunluk, kişiden açığa çıkar. Kişiye saracak bereket, işlediği amelin de gizlidir. Gerisi laf lakırdısıdır. Şu hadisi şerifi hatırlayalım; “Ey Allâh’ın Rasûlü olan Muhammed’in kızı Fâtıma! Allah katında makbul olan sâlih ameller işle! Aksi hâlde, babanın peygamber olduğuna güvenme! Çünkü ben, kulluk yapmadığınız takdirde sizi Allah’ın azabından kurtaramam!”             (İbn-i Sa‘d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)

Onun için babası veya soyu-sopu ile övünene “sana selam” deyin “gülümseyin” ve “oralı olmayın, yolunuza devam edin. Çünkü her bireyin ameli kendinedir. Namaz kılıp Allah’a yönelen Allah’la olur. Oruç tutan, orucun akşamında kadrini yaşar. İmanlı insan hep samimidir. İman ve amel bir elmanın iki parçasıdır. Arkadaşına zulmeden veya suyunu içtiği çeşmeyi taşla dolduran asla iflah olmayacaktır. Bilelim ki sadece iman ettim demek insanı kurtarmaz. İmanın fiile dökülmesi şarttır. Batan gemide yolcu istediği kadar kaptana inansın. Eğer ki, can yeleği giymezse suya batar. Kaptana inancı onu kurtarmaz. Bildiğimiz hakikatleri gücümüz nispetinde insanlıkla buluşturmakla mükellefiz.

Şu hadise kulak verelim; “Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17) Kim ne yaparsa yapsın haktır veya hakkıdır ve saygı gösteririz sözü imansızlık sözüdür. Haram olan bir fiili işleyen kişiyi düzeltme imkânı yoksa o fiilden nefret edip uzaklaşmak ve kalbinde düşünceye dalıp “ben nasıl bu insana yardımcı olayım da bu kötü fiili terk etsin” planlarını yapmak, imanın en zayıf noktasıdır. Haramdan Nefret etmemek ve saygı göstermek ise, en büyük imansızlıktır. Günümüzde elle müdahale etmek kulluk görevlilerinin işidir. Dille müdahale etmek fitneye sebep olacaksa kalbiyle nefret edip uzak durmak en mantıklısıdır. Aman dikkat edelim de kalbimizde harama karşı nefret eksik olmasın. Yoksa gün gelir de bizde dalarız nefret etmediğimiz o günahlara.

Şu ayete kulak verelim; “Sizi Sakar’a yani dev alevli kuşatan ateşe sokan nedir?” Dediler ki: “Musallîn’den bilfiil namazı kılanlardan değildik!” “Yoksulu doyurmazdık” Nefsanî zevklere dalanlarla beraber dalardık!” “Dini de ret ederdik!” “Sonunda yakîn yani hakikatle yüzleşmek oluştu!” (Müddesir süresi 42-47). A’ma olan Ümmi Mektum’a evinde vakit namazının kılmasına müsaade olmadığı halde, gözü gören ama imani akılla olaya bakmayanlar namaza teferruat gözüyle bakabiliyor. Ka’b İbnu Ucre (r.a) anlatıyor: “Resulullah (a.s) bana şunu söyledi: “Ey Ka’b İbnu Ucre,! Namaz burhandır. Oruç sağlam bir kalkandır. Sadaka hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürdüğü gibi. Ey Ka’b İbnu Ucre! Haramla biten bir ete mutlaka ateş gerekir.” [Tirmizî, Salât 433. (614); Nesâî, Bey’ât 35, 36, (7, 160).]

İman edip de güzel davranışlarda bulunanlar var ya, şüphe yok ki biz öyle güzel işler yapanların mükâfatını zayi etmeyiz. (Kehf, 18/30) imanın işe yaraması salih amele bağlıdır. Bu ayet ve hadislerden anladığımız gibi, amel olamadan bir yere varmamız mümkün değildir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: “Sizden biri içiyle dışıyla Müslüman olursa, yaptığı her bir hayır en az on mislinden, yedi yüz misline kadar sevabıyla yazılır. İşlediği her bir günah da sadece misliyle yazılır. Bu hâl, Allah’a kavuşuncaya kadar böyle devam eder.” (Buhârî, İman 31; Müslim, İman 205, (129). “İnsanlar: İnandık! Demeleriyle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebut 2) İman ile ameli ayırdılar, Müslümanları paramparça ettiler. Hiç akıl etmediler mi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin hayatını? Hiç düşünmediler mi Kur’an ayetlerinde İman ve amelin yan yana geçtiğini? Temel esasların dışındaki emir ve yasaklar, yaptığımız kârımıza eksiğimiz zararımızadır. Temel esasları yapmak kaydı ile kıyamet günü sevabımız ağır basarsa kurtuluruz. Günahımız ağır basarsa perişan oluruz. İmanın temel esasları ile İslam’ın temel esasları birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. İkisinin oluşumu sonrası kişi Müslüman olur.

İslam’ın ana temelleri; kelime-i şahadet, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir. İmanın ana temelleri ise, Allah’a B harfinin kattığı anlam çerçevesine inanmak, meleklerine inanmak, kitaplarına inanmak, resullerine inanmak, son güne inanmak, B harfinin kattığı anlam çerçevesine kadere inanmak, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanıp ölümün hemen akabinde de dirilmeye inanmaktır. Sen imanı kalbin inanması olarak bil. İslam’ı da imanın istikametinde itaat olarak bil. Lakin biri olmadan diğeri olmaz. İşte Müslüman olmak ikisinin sonucun da oluşur. Bazen daha büyük olumsuzluğu engellemek için küçük olumsuzluk görmezden gelinir. Örneğin ölmemek için domuz etinden ihtiyaç kadar yemek helalleşir. Cahil de laf atar niye domuz eti yiyor diye. Sonra da cahil açlıktan ölür. Âlim günahsız yaşama devam eder. İşte kişi, Kur’anı ruhuyla okumakla helak olmaktan kurtulur. Başımıza gelen her musibet bir hatadan ötürüdür. Bir zamanlar bir yerleşim merkezinde iki kişi helak olan Hz. Lut aleyhi s selam peygamberin gönderildiği kavmin ameli olan günahı işliyorlarmış. Allah helak ediyor o iki kişinin günahı yüzünden o yerleşim yerindeki tüm halkı. Toplumdaki her musibet bir günahtan dolayıdır. Günah olan amel, toplumca içselleşirse, o toplum helake yakın demektir. Dünya kaç yıldır var? İnsanlık kaç senedir, dünyada ne zamandan beri baş gösterdi? Kıyamet ne zaman kopacak? Ben ne zaman öleceğim? Gibi şeyleri bilmemiz bize bir şey kazandırmayacaktır. Dünyadan geçen her insan amelinin üzerine oturmaya gider. Bize kalan ise, kendi amelimizdir.

Tüm geçmişimizi silebilsek hiçbir hastalığımız kalmayacaktır. Tövbe de öyledir. Gerçek bir tövbe ederek geçmiş amellerimizi unutursak, ruhen tertemiz oluruz. En yalnız insan, kendi kafasında ve amelinde yalnız kalandır. Zaten konide zirveye yükseldikçe yalnızlaşırsın. Allah’ın yarattığı tüm âlemler, bir sistemdir gidiyor. Sisteme uyarsan sıyrılıp gidersin. Sisteme uymazsan arada ezilirsin. Olay bu kadar basittir. Buna uydum demekle, eğer uyduğun hatalı ise, seni kurtaramayacaktır. Uyan kişi, uyulanın tüm amelini elde eder, iyi veya kötü sonucuna ulaşır. Tüm uymalar da olay aynıdır. Bu işin lamı cimi yok. Örneğin yanlış namaz kılan birine uyarsan namazın fasittir. Ben şuna uydum ya rabbi kabul et hem de beni afet demek abesle iştigaldir.

Ya Rab sen ne kadar da bizi seversin. Hem mükemmel yaratırsın, hem de mükemmel rızkı sunarsın. Hem yaratılış sistemimizi sunarsın, hem de yapılan uyumun esaslarını bildirirsin. Hata ile amel edeni rucu yaptığında affedersin.

Allah’ın yarattığı mahlûkatları arasından kime veya neye lanet okursak ondan mahrum kalırız. Bu Allah’ın değişmez kanunudur. Hele hele vakit ve zamana asla okunmamalıdır. Bir sorun varsa kendimizde arayalım. Bulamazsak susalım ve sabır edelim. Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler deyip müspet amelimize devam edelim. İyilik yapıyorsan bir aşama sonra karşılığını alacaksın. Kötülük yapıyorsan bir aşama sonra onun da karşılığını alacaksın. Allah kuluna asla zulmetmez, ama biz Allah’ın bıraktığı sınırlara riayet etmeyerek nefsimize zulüm ederiz. İşte olay kişinin ey Allah rasulu seni seviyorum demesi değil, bunun ötesinde Allah rasulunun bildirdikleriyle amel etmektir. Çünkü ilaç bilgisi hastaya yaramaz, o ilacı kullanmadıkça. Günah nefsi emmare doğrultusunda hareket etmektir. Demek hareket eden sen ise, apayrı ve tanımsızsın. Bazen normalde helal olan amel dahi, arınma yolunda terk edilir. Çünkü senin maksadın derununa yolculuktur. Sevap ise, seni nefsi emmareden uzaklaştıran her ameldir. İşte bildikleriyle amel edene Allah, bilmediklerini de bildirir. Ama konjonktüre göre yapılan amelin ihlâsla ve nefsi terbiye ile hiçbir alakası yoktur. Taklit budur işte. Yoksa arınmak için edindiğin amellerin içeriğini bilmesen de, sırf arınmak için yaptığın ameller taklit değil, arınma yolunun temel taşlarıdır.

Eskilerin “her şey aslına döner” sözü, bize şunu fark ettirir; demek ki, asıldan kopartan bir şeyler varmış. Kişi yaptığı amellerle “iyi veya kötü” aslından uzaklaşır. Yani ruhun ana çerçevesi başka şekilde pozisyon alır. Ne zaman ki, kişi yaptığı ameli terk ederse, ruhi yapımız ilk gününe döner. Onun için Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle demiştir; “Yaptığınız amel azda olsa devamlı olsun” “Verimli toprağın yağmura doymadığı gibi, Mümin hayra doymaz” Aslında tüm ipuçları bize bildirilmiştir. İnsanın bir robot olmadığı ve kendisini, gene kendisine tanınan irade dâhilinde değiştirebileceğini anımsatmışlardır. Ana prensip şudur ki, ameline asla güvenme, ama iyi yolda olana da müjdenin yakın olduğunu unutma.

Bizden istenen önce iman etmektir. Sonra sıra amele gelir. Çünkü çok kişi var ki iman gönlüne girmemiş ama iman ehlinin amelini işler durur. Eğer ki iman kalbine girerse ameli boşa gitmeyecektir der Kur’an. Ya iman kalbe girmeden ölse, işte o zaman tüm ameli boşa gidecektir. İnsan İslam amellerinin içeriğini bilemeden tam iman ile babadan dededen gördüğünü uygulayarak ölse günahıyla ve sevabıyla üstlerine tabi olarak amelinin karşılığını bulacaktır. Ama araştırarak Allah’a yönelse, eğer hata ederse bir sevap alır. Hata etmezse iki sevap alır. Okuyup tefekkür etmenin karşılığı işte budur.

Hilkatte kardeşiz ey insanlık. Aynı anneden geldik. Aynı babadan türedik. Nedir bu kardeşin kardeşe çektirdiği. İşlediğin kötü emeller ve seni senden mahrum eden eylemleri kardeşin için de niye planlarsın. Kıyamette birbirimizin yüzüne nasıl bakacağız. Ayıptır ayıp. Orada ne mal var ne de güç. Sadece ameller konuşur orada. Allah’a götüren amelleri işlemeyenin sadece dile getirdiği tanıklığı geçersiz olacaktır. Çünkü iman ve amel ayrılmaz ikilidir. Aslında bu ikili, birin ayrı görüntüsüdür. İşte bu ayrılmaz birin getirisi olan nur veya nar, sonsuz huzur veya sonsuz elem olarak bizim olacaktır.

Unutma ki dünya bedenindir. İnsan dünyaya indi ineli rahat yüzü görmedi. Kavga kabil ile Habil arasında başladı. Biri zalim diğeri mazlum ve hala dövüşler ve sövüşler. Dünyadan semaya uruç edersek, tüm kavgalar biter. Evet, insan indi dünyaya beden âlemine. Hatta esfeli safiline kadar insanını hapseden dünyalar insanı kuşattı. Esfeli safilinden çıkış iman ve ameli salihe bağlıdır. İlmiyle amel etmeyenin Hz.Adem’e secde etmeyenden ne farkı var ki? Kitap yüklü merkep misali ne anlar okuduğunun içeriğinden.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize küfreden veya küfredeni destekleyen veya muhabbet besleyen ve dibinden ayrılmayan dinini terk etmiş olur. Tekrar dine dönerse tüm ameli sıfırlanmış bir şekilde başlayacaktır. Namazı, orucu, nikâhı ve hacca gitmişse hacı silinir. Bunun lamı cimi yok. Allah’ın yarattığı nizamın dişleri kimseye acımaz. Tedbirini almayan arada ezilir. İslam’dan bize yapılan her teklif ve yasak var edilen nizamın dişlileri arasında sıkışmamak içindir. Yoksa Allah’ın bizim amelimize ihtiyacı yoktur. Dilerim ki Rabbimiz, yaptığımız ameller vesilesiyle olayı okuma izni versin. Öylece hakka sarılıp gerekli yolculuğu devam ettirelim.

Ne hissedersek hissedelim bu dünyada amelden muafiyet hakkı elde edemeyiz. Çünkü et kemik bedende yaşıyoruz. Yer, içer, geri dönüşüm yapar ve uyuyoruz. Beden için bunları yaparken, ruh dahi ihtiyacı olan ibadeti bedenden elde etmek zorundadır. Yoksa erdiğimiz bilinç gider veya firavunlaşır ve kaydığımızın farkına bile varamayız. İşte kaydığının farkına varamamayı Kur’an, “kalbin mühürlenmesi” olarak tarif eder.

Ucub, yaptığı ameli görüp onunla övünmek anlamına gelir. Onun için ey nefsim; iyilik yap ama kendini yaptığına kaptırma. Kendini yaptığına kaptıranın semeresi ucub olur. Ucub, yaptığın tüm ameli yakar. Çünkü yaptığına bencillik katar. Yaptığın saf ve som olmalıdır. Bizi ötelerde kurtaracak ameller, anne karnı ile toprak karnı arasında değerlendirdiğimiz ömürdür. Bu ömür çok uzun gözükür ama gerçekten çok kısadır.

İlmi“hal”a değer vermeyen, Hal ilminden mahrum kalır. Namazın zahiri bilgileri ilmi“hal’a girer. Namazdaki miracı anlamak ise hal ilmidir. Kök aynıdır değil mi? İstediğin kadar sırları deruhte et. Eğer ki imi“hal”ın zahiri amelleri helal haram, farz vacipleri terk edersen, şeytanın oyuncağı olursun. Her şey “kalp”tedir ama “kalb”ı hazırlayan ise “kalıp”lardır. Kalıp yani beden ile yapılan amel “kalb”ı hazır hale getirir. İşte “kalb”ı hazır hale getiren hasletlere ilmi“hal” demişlerdir.

Dua bilfiil yönelimdir. Düşüncede başlar ve amelde sona erer. Dualarımızın kuvveden fiile çıkması ile günlük yaşantımız renklenir. İki kelime öğrendik diye allame mi olduk. İhlâs ile amel olmadıktan sonra allame olsak ne yazar. Ruhumuzun başlıca aracı olan beynimiz iki bölümdür. Cüz’i bir kısım melek tarafından ilk yüz yirminci günde açılır. Diğer çoğunluk kısım ise, yaptığımız amele göre her gün değişkendir. İşte bir elmanın iki parçası gibi olan iman ve amel ile atıl bırakılan kısımları harekete geçirip istifademize sunalım. Bilelim ki amel olmadıkça bilmenin faydası da olmayacaktır.

Yorum yapın