BİLİNMEZ NOKTA OLAN LAHUTİ ÂLEM

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Melekût ceberut lâhut sırasıyla müşahede âlemleridir. Seyri zevk şeklinde oluşur. Bilfiil içinde olduğumuz filer âlemi ise, bizim için reel olandır. (BA/ب) harfi sırrının dereceleri vardır. En mahrem olanı lâhut-i den bakıştır. Lâhut-i bakışta (BA/ب) harfinin altındaki nokta olmaktır. Bu olayı anlamaya ancak “tümdengelim”le yaklaşabiliriz. Bize göre “tüm” ceberut âlemine kadarıdır. Ceberut âlemi arşın üstüdür. Orada sadece her kuvve orijinal manasıyla varken, sonrası için ise, tüm kavramlar düşmüştür. Rahman oraya istiva etmiştir ki ötesine ise lâhut denir. Orada kavramlar düşer ve hiçbir unsur mevzubahis değildir. Çünkü mutlak zatta tüm kavramlar yok olmuştur. Artık tanım ve tabir bitmiş Hu der ve sukut etmişsin.

Melekût âlemi, Esma-ül hüsna isimleriyle işaret edilen manalarının ef’al âlemine doğru gelgitlerin oluşturduğu âleme denir. Ceberutta ise sıfatlar konuşur ve esmalar salt manalarıyla oluşur. İşte ilim, sıfata girer. Bu kısa bu notlar ışığında inşallah olaya yaklaşırız. Olayı anlatmaya şöyle devam edelim; bireysel olarak bizler, bilgiden yola çıkarak ilme nazar etmeye çalışırız. İşte nazar ettiğimiz ve kendimizde bulduğumuz ilim parıltılarını, tümelde seyir edersek, ilmi bilmişiz demektir. Tabi ki bu tümel Allah değil, Allah ilminin akış güzergâhı olan ceberut dediğimiz salt manaların yer aldığı “âlemsiz” yani tanımı yapılamayan âlemdir.

İşte bu ilim güzergâhını bildiğimiz anda, bu ilmi bakışla kendimize nazar ederek, Allah ilminden başka bir hayatımızın olmadığını tespit edersek, hızla ceberuta yönelimimiz başlar. İşte burada sen kendini bilmezsen, yani sen kendini ilim boyutunda seyir etmezsen, yaptığın tüm emekler boşa gider. Yani bir yere varamazsın hem rotanı konumlandıramazsın. Arşın üzerinde mahlûk yoktur. Orası salt ilimdir yani suretsiz melekelerin olduğu ve isimlerini saydığımız manaların kompleks olarak bulunduğu “yersiz” yani tanımsız yerdir. Arşın altı ise, fiiller âlemidir ki burada halk vardır. Başlangıcı melekût âlemidir ki, meleklerde mahlûktur. Lâhut ve ceberut âlemleri ise, varlık kokusunun yer almadığı yerdir ki melekler oraya yükselemezler. Ama insanlar yüksele bilirler. Tabi oraya kadar yükselen kişide varlık kokusu dahi kalmaz. Seyrini t’ellah yapar. (Ta/ ت ) harfinin üzerinde iki nokta olduğunu unutma. Bu en üst seyirdir ki, ancak seyreden seyredilir. Onun içindir ki miraçta sidret-ül müntehadan sonra yani arşın ötesine Cebrail geçememiştir.

İlim ile ilimlenmek lahutiden bir nefestir. Hem ceberuttan lahutiye geçişte biliniz ki en ufak bir nefsi tatmin dahi engeldir. Çünkü en ufak nefsi tatminde bile beden (ZAN VEYA ZEN) sahte bir ruhi sükûn söz konusudur. Sahte zevkleri bile terk edemeyen, o ulvi durakların kokusuna alsa dokunamaz. Dokunan dokunduğu anda dokunuşu tüm dokusunu dokundurtmuştur. Saf ve arı kalmıştır. Bu safiyetle saflığın nazarında nazarıyla mest olmuştur. Seyir eden ise, bizzat gene de kendi olmuştur. Çünkü Allah, senden de ve seyrinden de münezzehtir. Sakın ha bu seyrini Allah’a mal edip, Allah’ın seyir ettiğini sanıp kendini Allah ile iç içe veya dış dışa sanıp yanlış tarafa savrulmayasın. Her halükarda seyir eden bizzat sensin, Allah değildir. İşte burası çok önemli bir konudur. Bir daha okuyun, tekrar okuyun bu paragrafı. Çünkü sapıtmanın başladığı nokta burasıdır. Olay anlaşılmazsa, yoldan sapılır. Zira kişinin az gözü açılınca, kendisini hâşâ Allah sanır. Ve kaybedenler ordusuna katılır.

Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz ve tüm peygamberler mukarreb olan meleklerden üstündürler. Peygamberlerin dışındaki hiç kimse Cebrail’den ve diğer mukarreb meleklerden büyük değillerdir. Her varlık gibi melekler de nefis sahibidir. Çünkü nefis kişiliği oluşturan ana merkezdir. Bizim nefsimiz et bedende gözünü açtığı için, bakışını ulvi ruhtan ayırıp süfli olan dünyaya çevirir. Meleklerde böyle bir şey mevzu bahis değildir. İşte meleklerde, et kemik beden veya nari beden denilen ve ruhun kendisini içinde bulduğu bir kayıtlayıcı bedenleri yoktur. Onun için de sırf nur olup mesuliyetleri yoktur.  Cebrail en büyük melek olup en büyük nuri yapıdır. Nefis hakkında Maide 116. Ayette yüce Allah şöyle buyuruyor “Ve Allah demişti ki: “Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara: ‘Beni ve annemi, Allah’tan başka iki tanrı edinin’ dedin?”. “Hâşâ, dedi, sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemem bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben ise senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gaybları bilen yalnız sensin, sen!”.” Bu ayette yüce Allah; reel benlik sahibi olarak kendi öz benliği için nefis kavramını kullanıyordur. Zaten nefsin yok edilmesi diye bir şey olmayıp işin aslı, nefsin Allah’ın isteği doğrultusunda ıslahıdır.

İnsanların meleklerin birçoğundan üstün olması olayı, yeryüzünde kendisine tevdi edilen hilafet sırrı ile alakalıdır. Çünkü insanda, yeryüzünde faal olan tüm kuvveler mevcut olup bu kuvvelerin oranını çoğaltıp azalta bilme yeteneği ile donatılmalarındandır. Peygamberlerde ise, yerle beraber semalardaki kuvvelerde faal haldedir. O yüzden tüm meleklerden üstün olmuşlardır. Cebrail’de yerde ve semalarda var olan tüm esma kuvveleri nuri muhammedide yansıdığı gibi ondan zuhur eder. İnsanın ondan farkı ise, insana ruhundan üfleme olayıdır ki, insan onunla gözünü zati seyre dikmiştir. Çünkü ona ruhundan üflenmiştir. Öylece bekabillaha yolcu olabilme yeteneği iledir. Ama insanların ekseriyeti bu özelliğinden yoksun yaşamaktadır. Kendisindeki ulvi özellikleri et kemik bedene hasredip kendisini beşeriyet zindanında hapsetmektedir. Hayvandan aşağılık hasleti ile tatmin olmayanlar ise, aşk denen olgu ile bir nebze daha yükselip fenafillâh denen halete göz dikerler. Fenafillâhı hedef bilip aşk içinde kendilerine bildirilen emir ve nehiylere göre amel ederler. İşte burada bilmemiz gerek haslet şudur ki, Peygamberimizin Cebrail’i görmesi metafor yani kendi oluşturduğu bir hayal değil, bizzat Cebrail’in kendi öz nefsi yani kişiliği ve bizzat kendisi idi. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz Cebrail’in sahip olduğu tüm kuvveleri cami olduğu gibi, kendisine lahutiden üflenen nefesin de farkındaydı. Aynı onun gibi gelmiş geçmiş tüm peygamberler de o lahuti nefesin farkındaydılar.

Tüm deruni kuvvelere ve geçerliliğine rağmen, her varlık olduğu gibi bir hüviyete sahiptir ve kendisine göre müstakil bir varlığı mevcuttur. Ef’al âleminde bu böyledir. Ama esma ve sıfat âlemlerinde her varlığın hüviyeti biter. Ama bizim için ef’al âlemi mevzu bahis olduğu için ve sonsuza kadar da ef’al âlemi bizim için geçerli kalacağı için, faydasız ilimlerle vakit geçirmekten Allah’a sığınırız. Çünkü biz madem ef’al âlemi olarak hep var olacağız. O zaman ef’al âleminin hakkını verip gerisinin seyrine dalacağız. Gerisinin seyrine dalıp ef’alın hakkını vermezsek, ölümle beraber seyir bizden alınacağı gibi, içine gireceğimiz o şartlardaki ef’al âlemlerinde de perişan olacağız. Buradaki amelsiz seyir de bize bir şey katmayacaktır. Zaten Kur’ana baktığımızda, hep amel der. Seyir kısmını genelde cennete havale eder. Çünkü dünyada seyre dalıp amelden kesilen çok kişiler olmuştur. Bu da sonsuz azap olarak kişiye rücu etmiştir. Onun için de bu kardeşinin ana felsefesi öncelikle ameldir. Seyir olduysa da fazla takılmadan amelde devam düsturu üzeredir. Çünkü çok kişi gördüm ki, seyre daldığı gibi ameli terk etmiş ve o şekilde ölürse kaybedenlerden olacağından endişe ediyordur. Bu yazdıklarımız okunur veya okunmaz bilmem ama onu okuyan belki olayı okur da kendi hakikati üzerine az düşünür ve kendi sahip olduğu marifetine göz diker.

Yapılan her fiilin mutlak yaratıcısı bizzat Allahtır. Allah yanı sıra bir faili mutlak yoktur. Ama Allah işlediği fiilleri meleklerden tut insan, cin, hayvan, dağ, taş, toprak, yıldız vs. tüm fiillerini bir sebep oluşturup, istediği şekilde sebep ettiği kullarıyla yapmaktadır. İnsan ve cin yaptıkları kötü fiillerden sorumludurlar. Çünkü insan ve cin, rabbine karşı yaptığı itaatsizlikle nefsini kirlettiği için, onlardan zuhur eden fiiller de nimete eren kişilerin fiilleri şeklinde sudur etmemiştir. Eğer azaba duçar olan kişi, nefsini istenilen istikamet üzerine temizleseydi, Allah’ın yaratımı ondan başka türlü fiiller şeklinde zuhur edecekti. Yani nefsin büründüğü şekle göre, kişiden Allah’ın yaratım fiili zuhur ediyor. Yani tecelli şekli, kişinin sahip olduğu nefsin bürünmesine göre zuhur ediyor. İşte nefse ulaşan tüm zuhurlar, lahuti âlem dediğimiz Allah’ın mutlak nurunun temaşasından nazil oluyor. Nazil olan ise, her kişinin bünyesine ayrı ayrı sudur eder.

Her halükarda faili mutlak olarak, fiilini yaratan Allahtır. Ama fiilde kişinin nefsi sorumludur ve günahın karşılığı da kişidedir. Çünkü nefsini istenilen şekilde temizlememiştir. İlim irade kudret senin elinde, nefsini istenilen istikamette temiz et denilmiştir ki, Allahın fiilleri sende, nimete erenlerin fiiliyatı gibi zuhur edip nurun tecellisi en mükemmel şekilde açığa çıksın. Ama ne çare ki, et kemik benden de gözünü açan insan, lahuti âlemden kendisine kadar gelen ruhun farkında olmayarak, nefisini et kemik bedenin isteklerine terk edip, bunun da farkında olmayarak, kendisini doğru yol üzerinde sanıp günlerini tüketiyor.

Olaya bir örnekle yaklaşalım, lütfen örnekteki manayı alın ve örneği bir kenara koyun; makineye göre enerji biçim alır. Buzdolabında buz, sobada ısı olarak zuhur eder. Ama enerji aynı enerjidir. Nefsini büründüğün şekilde Allah’ın nuru sende esma kuvveleriyle işaret edilen manalarla zuhur eder. Yapan Allah’tır, sorumlu sensin. Çünkü sana verilen ilim irade kudret ile nefsini temiz etmedin ki, Allah nuru senden sana nimet verecek şekilde zuhur etsin.

Az düşün, sen bir makine gibisin. Yaptığın ayar gibi Allahın nuru senden tecelli eder. Onun için tüm ameller ve tüm zikirler, nefsimizin sahip olduğu terkip değişsin ve tecelli ayrı olsun diye yapıyoruz. Her halükarda ortaya çıkan gene de Allah’ın yaratmasıdır. Allah her şeyden münezzehtir. Her şey onun içindir. Hem örneğin başında bahsettiğim gibi, bu örnekten kasıt içindeki manayı almaktır. Yoksa hâşâ Allaha enerji demedim.

Olaya yaklaştırmak için örnek verdim. Asla Allah enerji değil, enerjiyi var eden Allahtır. İşte kişiye kadar uzanan her yaratım, direk lahuti âlemden kişiye kadar uzanmaktadır. İnsan da yeryüzünde Allah’a halife olduğu için, yeryüzünde tecelli eden tüm manaları özünde barındırdığı için, ona lahutiden yeryüzüne uzanan tüm manalar sirayet ettiği için, insana ruhumdan üfledim diye tarif konulmuştur. Yoksa Allah’tan ayrılıp insanın içine yerleşen, Allah’tan bir parça mevzubahis değildir. Bunu böyle düşünmek Allah’ın zatına yakışmayan bir haslettir.

Olayı az daha detaylandırarak istifadenize sunalım. Allah’ın doksan dokuz esması vardır. Bunlara kuvve veya meleke veya nur yani enerji dalları da diyebiliriz. Buraya esma âlemi denir. Ayrıca ceberut âlemi de denir. Sıfat âlemi ise, ara âlemdir. Sonrası lahuti âlem dediğimiz zat âlemidir. Aslında burada zat âlemi dahi dediğimiz mutlak zat değildir. Burada zat âlemi dediğimiz, Allah’ın mutlak nurunun ta kendisidir. Yoksa onun zatı değildir. Zaten onun zatı dediğimizde, tüm kavramlar düştüğü gibi, lahuti kavramı da düşer.

Bizim yapımız tüm varlıkların yapıları gibi, esma âlemi dediğimiz ceberut âleminden zuhur eder. Zuhur eden tüm kuvveler onun kuvveleri olduğu için Allah yaptı deriz. Yoksa hâşâ Allah şey değil, her şey onun içindir. Allah zatı ile hiç kimseden tecelli etmez, ama Allah nuru ile yaratımını devam ettirir tüm yarattıklarıyla.

Biz Allah’ın kuluyuz. Allah’ın nuruyla bizden zuhur ettiği kendine ait manalarla var edilmişiz. Allah Ekberdir insan ise, onun dokundurduğu mana terkibi ve ruhundan üfleyip sanal benlik verdiği kuludur. Eğer bizden zatı olarak tecelli etseydi, o zaman varlığımız onun için vacip olurdu. Bu da ona kayıtlama olduğu için muhaldir. Sadece Hu adıyla işaret edilen mutlak hüviyetin nuruyla nurlandırdığı seyir mahalliyiz. Yani Allah ismi müsemmasını kendine seçip ayna ederek, zat, sıfat, esma ve efal ile kendindeki gizli hazineyi seyir ettiği gibi, insanı da kendisine yeryüzünde halife yapıp, yani kendine ayna içre ayna veya müsemma içre müsemma yapıp, insan ile de zat, sıfat, esma ve efalinin seyrini oluşturur.

İşte burada bahsettiğimiz zat dahi onun mutlak nurudur. Yoksa onun zatının kendi değildir. Öyle olsaydı, kendisine kısıtlama olurdu. İnsan ile oluşturduğu seyir kişide idrak edilen nuri muhammedinin zuhuratı kadar olduğu halde, Allah ismi müsemmasıyla yaptığı seyri sonsuz ve sınırsızdır. Biz okuduğumuz salâvatlarla nuri muhammediyeye kendimizi aynalama yaptığımız için, bizdeki seyrin kuvveti de artıyordur. Onun için de, ayeti kerime ile bizden salâvat okunması istenmiştir.

Burada şunu kesinlikle unutmayalım; insanla seyir ettiği zat, sıfat, esma ve efal, bize göre olan zat, sıfat, esma ve efaldir. Ona göre ise, insanın oluşumu esma mertebesinin zuhurudur. Esma mertebesinin zuhuru insanın varlığı için zat olmuştur. Ama buna üflenen nefes ile zatı olduğu esma mertebesini geride bırakıp lahuti seyre dalabilir özelliğe kavuşturulmuştur. İşte bu seyre dalış onun varlığının zati olduğu anlamına gelmez. Çünkü bu hissediş, ona üflenen ruh nedeniyledir. İşte o ruh yeryüzü meleklerinde olmadığı için, insan Allah’ın yeryüzü halifesi oldu. İşte o ruh ile insan, mutlak hüviyet için kendine seyir oluşturdu.

İnsana üflenen ruh ile insan için sanal benlik oluştu. Benliğin sahibi kişiden içeri olan mutlak sahibidir. O yüzden yaptığımız ameller ile, bencilliği ve bir yerlere varmayı terk ederek yapmalıyız. İşinde başarılı olanlar, zaten terfi edeceklerdir. Bu Allah’ın yaratılış kanunu gereğidir. Unutmayalım ki, terkimiz kadar yükseliriz. Sahiplendiğimiz kadar da alçalırız.

İşte onun için de, Allah’ın kulu olarak varız, asla ve asla Allahın tecelligahı olarak değil. Ama Rabbin tecellisi kulda görünür olabilir. Çünkü kişinin rabbi, onu oluşturan Allah’ın esma kuvvelerinin terkibinden başka değildir. Yani esma mertebesidir. Olayın hakikatini göz ardı eden Hıristiyan âlemi Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu yaptılar. Gaflet ve dalalette olan başkaları ise bazılarını küçük Allah yaptılar. Şirk batağına batıp bunun adına da vahdet veya tevhid dediler. Ya ne alaka vahdet veya tevhid. Bu düşünce şirkin en alasıdır. Nefis çok nazik olarak üflenen ruhtan varlığını almıştır. Varlığı lahutinin terennümüdür. Kendini ayrı diyarda bulduğu için garip kalmıştır.

Koç, koç olduğu haliyle lahutiye ye geçemez. Onun yansıyan nurunu göremez ve hissedemez. Geçmesi için Kurban olması şarttır. Lahutiden konuşan konuştu işte. Konuşamayan sataştı hem savaştı işte. Ey insan duy işte lahuti sesi, odur sende rabbinin nefesi, et kemik bedenin zevki nefsin hevesi, senden yükselsin hakikatinin gür sesi. Sidret-ül münteha ceberut âleminin ta kendisi. Orada melekût bitmiştir. Orası öz cevher ile halkın buluşma noktasıdır. Sıfat ve esmanın tekvinde buluşma noktasıdır. Hem tekvinin çıkışı melekûtun başlangıcıdır. Ötesi lahutidir. Seyri insan için müsaadeye açıktır. Gayrı kapalıdır.

Yorum yapın