FENAFİLLÂH

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Aşk konusunun iyice anlaşılması için fenafillâh konusunun iyice anlaşılması gerekir. Onun içinde fenafillâh konusuna az dokunalım. Eğer hakikati itibariyle dinde derinleşmek babında aşk yoksa o zaman herhangi bir kişinin başka bir kişide fenası da yok demektir. Bu düşünce “tarzı itibarıyla” insandan insana olduğu gibi, insandan Allah’a doğru da düşünülür. Peki, tarihte yaşayan birçok zevat fenafillâh olayını neye dayandırarak yazdı. Fena bulan nerede ve kimde fena bulur? Fenafillâhı anlamak için önce insanın ne olduğunu bilmemiz gerekir. O zaman insan nedir?

İnsanın yapısını maddi veya manevi diye iki katmana ayırmak en büyük hatadır. Ama insanın içsel yani duygusal yapısı her tarafa çekilen lastik gibidir ve bedensel yönünü ele geçirip istediğini yaptırma kuvvesiyle donatılmıştır. Onun için ruhlarınız bedenleriniz, bedenleriniz ruhlarınız sözü mana ilmiyle uğraşanlar içinde çok meşhurdur. Vehim veya düşünsel zekâ durumun farkında olmaksızın kişinin irade meyline göre renk alır. Duygusal yapı kişi için oluşacak yaşam alanında, doğru veya yanlış diye ayırmaz. Yani sahibi hakkında cennet bir ortam mı veya cehennemi bir istikbal mi çizer, ona bakmaz.  Üzerinde olduğu kanaate göre kanatlanır. Zaten duygu sömürüsünün kaynağı da burasıdır.

Fenafillâh dediğimizde baskın görüş, insan Allah’a âşık olur. Aşkı içini kemirir. Derken duygusal vehim devreye girer ve kendisini Allah’ta eriyip yok ettiğini sanır. Duygusal vehmin kişiyi esaretine alması sonucu kişi, madde diye bildiğimiz şeyin üzerinde dahi etki edip istediği zuhuratı oluşturabilir. Hatta karşısındaki kişinin kalbinden geçeni bile hissedip söyleyebilir. Daha ilerisi ölmüş bir kişinin kabrinin içini görüp ölünün halini dahi anlayabilir. Dışarıdan insanlar onu ermiş olarak zanneder ve veli olduğu kanaatine dahi varabilir.

Hâlbuki bunlar baskın varsanımsal tepkimeden başka bir şey değildir. Hatta buna Fethi zulmani adını bile veren zevatlar da mevcuttur. İşte fenafillâh ismi, duygu işlevinin bu yanıltıcı vehim derekesinden geçip gerçek fenafillâh denilen yaşama geçenler için kullanılmıştır. Ama buna ulaşanlar ise, çok ender kişiler ile sınırlı kalmıştır. O zaman sıra geldi olayın aslını anlatmaya.

Tüm bedenimiz yani her bir şeyimiz Allah’ın esmalarından El Vedud ismi ile işaret edilen kuvvenin çekim gücü ile Allahın esma-ül hüsna diye işaret edilen tüm kuvvelerin yani melekelerin musavvir esmasının şekillendirmesi sonucu her organımızı ve tüm olarak ta, bedenimizi olması gerektiği gibi oluşturmaktadır. Sonra bu bedenimizin üretim mekanizması, et kemik olan bedenin ölümü sonrası yaşamını sürdürücü ikinci bedenini de oluşturmaktadır. Bu oluşturulan yapı, et kemik bedene göre biraz daha şeffaf olduğu için ve et kemik bedenin ölümünden sonra onunla yaşamımızı devam edeceğimiz için de, bu ikinci bedenimize de ruh adını vermişlerdir.

Birde bu bedenimizi canlı tutan mutlak bir ruh sarmalı mevcuttur. Bu sarmal tüm varlıkta en uç noktasına kadar mevcuttur. Bu ruh ile her varlık canlanır. Sekiz büyük melek bu sarmal ile tüm varlığa uzanır ve hayatiyeti devam ettirir. Bu ruh sarmalına, ruhul kudüs veya hakikati muhammedi veya aklı evvel veya insanı kâmil gibi işaret kavramları ile kendi cihetleri itibarıyla ayrı ayrı isimlendirilmişlerdir. Birde bu et kemik bedenin içine yerleştirilen mekanizma ile sarmal ruhtan insani ruhuna sirayet ettirilip aktarılan 99 esma kuvvesi yansıtılmıştır. Malumdur ki miraçta Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin Allah’a kabı kavseyn veya daha yakın yaklaşması ama asla fena olmadığından haber verilir.

Biz insan olarak varlığımızı oluşturan her kuvvenin sahibinin bizzat Allah olduğunu bildiğimizde ve bunu seyir ettiğimizde, fenafillâh durumunun olduğunun idrakine varırız. Buna ilim ile ulaşılır. Asla aşk ile veya başka bir şey ile ulaşılmaz. Fatır süresi 28. Ayette; “İnsanlardan, hareket eden canlılardan ve hayvanlardan yine böyle çeşitli renklerde olanlar vardır. Allah’a karşı ancak âlim olanlar huşu duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” İşte ayete bakalım, Allah’a huşuyu veya haşyeti ancak ilim sahipleri bilir. Ayette ilim ve haşyetin yanında sonradan dine sokulan aşk var mıdır? Ama tüm bu idrakleri işte sen seyrediyorsun yani sanal benliğin seyir ediyor. Sakın demeyin reel benlik sahibi olan Allah’tır bunu seyreden ve bu düşünce kesinlikle şirktir. Sen bunu Allah adıyla seyir ediyorsun hâşâ Allah olarak değil.

Aşk dediğimiz yönelimde ise, kişi kendisini Allah’ta yok sayarak kendi yaptığını da Allah’a mal ederek sıyrılacağını zanneder. İşte burada büyük bir şeytani oyun vardır. Zaten şeytan bu oyunu oynayarak insanlara işletmediği günah bırakmaz. Nasılsa yapan Allah’tır deyip insanı her türlü felakete sürükler. Ben tüm benliğimle yokum ve Allah bende benle seyir ediyor düşüncesi kesinlikle şirktir ve küfürdür. Hiçbir zaman Allah senle bir iş yapmaz, bizzat Allah yapar. Çünkü çıkış mahalli olarak kötülük nefisten ve iyilik Allah’tandır. Ama tümünü var eden Allah’tır.

Bu olay ise şöyledir. Senin yapını oluşturan tüm manalar ona ait ve onun olduğu hasebiyle yapan Allah’tır deriz. Ama tüm yapın her ne kadar Allah esma terkibi ise de, içine bir sanal benlik yerleştirilmiştir ve yapma hissiyatı sende ve senle oluşur. Yani sen ilim, irade ve kudret ile donatılmış ve ben diyebilen bir bireysin. Benlik duygusunu kaybetmek psikolojik bir ruh hastalığı vaka’sıdır. Eğer sanal benliğin alınsa, sen diye bir varlıkta kalmaz. Ama sen, bizzat Allah adıyla seyir etmek için var edildin. Burada şu notu da ekleyelim; hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet nasıl ki, Allah ismiyle kendindeki manaları terkipleştirip seyir ediyorsa, sana da sanal benlik verip yeryüzünde halife kılmak suretiyle, Allah adıyla seyir edebilen varlık eyledi. Böylece seninle de sende zuhur ettiği melekelerinin künhünü meleğe dönüştürüp seyir alanına soktu. Böylece senle de kendindeki manalarından, sende zuhur ettiği kadarının terkipsel sonucunu seyir etti. Sen kalkıp sanal benliğini aşk kavramı ile yakarsan, kendini zihnen yakarsın. Bu yakma sonsuz bir acı ile sana geri dönüşümü olacaktır. Birçok güzellikten mahrum olarak sonsuz hayata adım atmana sebep olacaktır.

Allah senden münezzeh olayı ise, her ne kadar senin varlığını oluşturan her şey onun esmalarıyla işaret ettiğimiz manalardan oluşmuşsa da, o senle sınırlanmayacak olarak tümüyle senden aşkındır. Seni var ettiği gibi, evrende görünen veya görünmeyen tüm eşyayı da var etmiş ve tüm bu eşya gibi sayısız şeyler daha yaratabilir gene de hiçbiriyle sınırlanamaz. Çünkü o sonsuz ve sınırsızdır. İşte bunu hissedip yaşamaya haşyet denir ve yaşayanın ağzından Allahu ekber sözü terennüm edilir. Ve bu hissediş fenafillâhın ta kendisidir. Yoksa baskın duyguyla beyni kullanıp olağanüstü haller göstermek değildir. Çünkü kişi beynini baskın duygusu ile hâkimiyeti altına alırsa, evrende yapamayacağı şey olmaz. Bunun tekniğini bilen herkes bunu başarır. Yani bunun velayetle alakası yoktur.

İnsanın kat’i olarak yok olup fena bulması muhaldir. Çünkü Allah, insanı yaratmış ki onun adıyla seyir etsin. Eğer insan yok olacak ise, o zaman yaratılmasına gerek olmazdı. Demek ki olay, fiilen yok olma olayı değildir. Bilfiil fenafillâh diye bir şey insanoğlu için muhaldir. Bu zat itibarıyla yaşanan ve sadece ilmî zevk olan bir konudur, asla fiili değildir.  Nihayeti huşuyu kalbe indirir. Fenafillâh, özündeki tüm kuvvelerin mutlak sahibinin Allah olduğunu bilmektir ve o hissiyatla tüm varlıkları da, öylece seyir etmektir.

Yaratılış bakımından güçlü olan varlıklar güçsüz varlıkları etkisi altına alır. Tüm hayvanlar kendi terkipleri oranında manen fenafillâh halini yaşadıkları için ve insanların geneli bu hale ulaşamadığı için, kişi beraberlik ettiği hayvanın ruhundan etkilenir. Amma velâkin eğer insan fenafillâha ve üstüne adım atarsa, artık hiçbir hayvan veya cin insan üzerinde etki oluşturamaz. Aksine insan beraberindeki hayvanı kendi ruh dünyasına çekip alabilir. İşte tarihteki cennete gidecek diye işaret edilen hayvanlar veya ağaçlar, sahiplerinin ruh dünyasına girdiklerinden onlarla beraber cennete gireceklerdir. Aynı sistem şimdide geçerlidir. Hayvanların geneli ise, kendi evrelerine uygun yaşamlarına devam edeceklerdir.

Fenafillâha ermek som ve saf olarak sırf oluştur. Fenafillâh sessiz ve isteksiz olan yaşam alanıdır. Secdeye varıp miraca geçiş için ön hazırlıktır. Buraya geçişteki seyir hali, sadece O’nun isteğinin oluştuğunun seyir makamıdır. Buraya acemice gelenlerin yaşayacakları şoklama etkisiyle, sanal benlik kulak ardı edildiği için, bu erenlerin geneli sekr haline geçmiş ve normal bir iman ehlinin demeyeceği lafızları etmişlerdir. Oysaki bir adım sonrası bekaya yolculuktu ki, yolcu olan ve seyir eden kişinin kendisiydi. Ama seyri Allah adıyla yapıyordu.

Bilincimizde zatının nuru, kalbimizde sıfatı, dilimizde esması, elimizde ef’ali olduğunda, o zaman fenafillâha kavuşmuş oluruz. Böyle olduğumuzda, daha yeni yolun başında oluruz. İşte bu noktada kişi, tüm Havl ve kuvveti Allah’a mal edip yokluğunu yaşar. Bunun en alt düzeyi fenafillâhtır. Bu noktadaki bilinçten mahrum olan ise, Havl ve kuvveti kendinden bilip kendi malı zanneder. Bunun sonucu olarak nefis firavunluğa başlar. Kendisini hak ve karşısındakini halk olarak görmeye başlar. Böylece esfeli safiline yuvarlanır. Oysaki kendisi hak ile kaim olduğu gibi, karşısındaki de hak ile kaimdi. Hak olan ise, kendi yapısını oluşturan Allah’ın sadece bir kuvvesiydi.

Bütün hayvanlar mülhime nefis mertebesinde yaşarlar. Mülhime de ilham başlar. Aslında fenafillâh mülhimede başlar. İlham olmasaydı hayvanların yaşamaları mümkün değildi. Baksanıza ayetlere arıya vahyettim der. Yani mülhimeye ulaşamazsak hayvandan düşük bir şekilde dünyayı terk edeceğiz. Çok korkunç… Bir üstü mutmainne insanlığa ilk adımdır.  Aslında her insan, tüm nefis kademeleri arasında gelgitler yaşayarak hayatını geçirir. Emmare anından safiye anına kadar tüm kademeler kişi için sabit olmayıp, her bir kademe her an kişide yaşam alanı olabilir. Çünkü et kemik bedende gözünü açan nefiste, et ve kemik bedenin dürtüleri ölüme kadar var olacaktır. Önemli olan, yapılan hatanın farkına varıp hak yoluna hızlıca dönüş yapmaktır. İsmet sıfatı peygamberlere has bir özellik olduğundan, Peygamberler dışındaki her insan hata yapabileceği için, hiç kimse hatasız ve kutsal değildir.

Tüm pozisyonların fenasını ve fenadan bekaya uzanan serüveni bir örnekle açıklayalım; doksan dokuz esma ile işaret edilen mana kuvvelerinin müsemmalarını düşünelim. Örneğin bir esmalardan bir esma olan Rahman esması gereği, her varlığı rahmeti ile kuşatan Allah’ı seyir edip, bizim de Allah namıyla rahmet ile yaratılan her varlığa kayıtsız ve şartsız bir şekilde rahmet ile yaklaşırsak, işte Allah’ın kuvvelerinden bir tanesini yaşam alanı edinmiş oluruz. İkincisi esma olan Rahim esması, yaratımı seyir edip her yaratımın sürekli Allah’ın yaratımı ile devam ediyor olduğunu görerek bizde bunu ahlak edinip, eğer sürekli üretken olursak ve tembelliği terk edersek bu esmayı da yaşam alanımıza alırız. Tüm esma manalarını bu şekilde kendimizde müşahede edip fena ve bekayı hal edinmiş oluruz.

Fenafillâh ve Bekabillahı da, şöyle ayırt edebiliriz. Fenafillâh, senin sahibin olan Allah’ın tüm manalarına ayna olmandır. Tüm manaları ile kendi varlığının ve tüm varlıkların yaratılıp oluştuğunu idrak etmendir. Bu idrakten sonra sıra faaliyete gelir. İşte faaliyet bekabillaha girer. Onun için bekabillah, kendini heva ve hevesini unutup sahibin olan Allah’ın manalarıyla zuhur etmendir. Kendinde onun manalarını seyir edip o manaların rengiyle halk içinde bulunmandır. İşte buna Allah boyasıyla boyanmak denmiştir.

Tüm var edilenlerde mutlak zat kendisini Allah ismiyle tanıtmıştır. Her ne hikmetse, bazı insanlar mutlak zatın kendisine seçtiği Allah ismini sevmezler. Ona başka başka isimler ararlar. Hikmeti şu ki; insan ve cin müstesna, her varlık kendi esma terkibi kadar fenafillâhı yaşar ve Allah esma-i celilisine bilfiil boyun eğmiştir. Yani var olmuş olduğu esma kompozisyonu ile hemhaldır. Diğer iki canlı türünün ekseriyeti ise, bedensel ve ruhsal dürtülerin peşine takılıp özüyle özdeşleşmekten mahrumdur. O yüzden başka isimler aramaya kalkıyordur. Çünkü mutlak zatın kendine verdiği ismi hak etmiyordur. Allah ilmi dışında bir yaprak ağaçtan düşmüyorsa, bu da onun ilmi dâhilindedir. Onun için mutlak zata Allah demeyip başka isimler bulanlara kınama yok, hoşgörü ve seyir vardır. Çünkü ağızlarına almayı hak etmemişlerdir.

Az da başka taraftan bakalım; fenafillâh makamı, bekabillah yolcuları için işin başı olup perde arkasından tecelli bize ulaşır. Perde kalksa ne ben kalırım ne de sen. Çünkü perde ile var olduk ben ile sen. Var olan hiç yok olmayacak fena dairesinde. Perde hep var olacaktır beka müşahedesinde. Evet, perde kalkarsa ne ben kalırım ne de sen, ama perde sonsuza dek kalacaktır. Aralayıp arkasına bakanlar ise, utanarak hayâ edip hemen indirdiler. Çünkü perde kalktığında namından eser kalmamıştı. Perde ardına bakış, varoluş perspektifini yok etmekti. Bu muhal olduğu için, perdeyi kaldırmaya çalışanlar, olayı fark ederek Allah’a karşı hayâ içinde olması gerektiğini anladılar. Bu anlayış sonucu ise, hayânın imandan geldiğini fark etiler. Hayâ ile doldular.

Dünya üzerinde var olan birçok inançta insanlar, yaptıkları riyazetlerle birçok sırra muttali olmuşlardır. Ama Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğrettiği gibi inanç olmadıktan sonra edindikleri yolculuk, ölüm ötesinde onlara bir fayda sağlamayacaktır. Örneğin Budistler yaptıkları aşırı riyazetle tüm beşeriyete ait duyguları terk edebiliyorlar. Nirvana adını verdiklerinde “yok olma” dedikleri noktaya kadar gelip orada tıkanıyorlar. Çünkü Nirvana adını verdiklerinin üstünü bilmiyorlar. Hâlbuki Nirvana adını verdikleri, kişinin kendini tanıması için sadece bir aynaydı. Birçok olağanüstü şeyler de yapabiliyorlar. Bunu da Buda’dan biliyorlar ve önüne eğilip tapıyorlar, tıpkı Hıristiyanların haçın önünde eğildikleri ve birçok şeyi Hz. İsa’dan geldiğini zannettikleri gibi. Oysaki veren ve Hz. İsa’dır ne de Buda’dır. Veren ve alan sadece rabbul âlemindir.

İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğrettiği inanç ile Allah’ı bilmeyenlerin, böylece mutlak zattan habersiz olanların ve Allah ismi ile mutlak zatın bize kendisini tanıttığını fark edemeyenlerin sonu, fena dedikleri yerde noktalanıyor. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğrettiği inanç ile bir inanışa sahip olunsaydı, fenaya kadar yükselen zaten kurtulmaya yakın olacaktı. Çünkü kendisine sınır çizmemiş hem rabbul âlemini sınırlamamış böylece gözünü Allah’tan çevirmemiş olacaktı. Bu bilinçle her hangi bir yaratılmış önünde secdeye de varmayacaktı. Yani onda fena bulduğunu zannetmeyecekti. İşte bu sapık inançlardaki olguların adlarını değiştirerek Müslümanlar arasında da uyarlamak suretiyle sokmak isteyenler vardır. Bu durumdakiler şeytanın derin etkisi altındadırlar. Kendilerine hangi dinin adını takmışlarsa taksınlar, sakınmak gerekir. Unutmayalım ki, fenafillâh daha işin başıdır. Geçmeyen taparda durur. Geçen kulluğunun farkındalığına varır. Onun için sakın ha bir yaratılmış önünde el pençe durup bilinçsizce yakarma.

Cehennemden kurtulmak için iki yol mevcuttur; ya imanla mutlak zata yani Allah’a yönelip kulluk edecek ve böylece sağdan kitabı verilenler arasına katılarak cennete ulaşacak ki, bu şekilde çalışma yapana rehber gerekmez. Sadece elinde bir ilmihal kitabı varsa, yeterlidir. Helâlı helal bilip haramı da haram bilerek istenilen şekilde yürümekle ve Allah’ın lütfü ile azaptan kurtulur. Ya da imanın verdiği yönelişi birinci şıkta belirtilen çizgiye riayet ettikten sonra, imanını yakine yükseltip ilmel, aynel ve hakkel yakin olarak seyri sülük yolunda, gerekli çalışmayı bilinçli bir şekilde yaparak öncüler arasında yerini alır. İşte bu şekilde çalışma yapıp yakin elde etmek isteye kişiye ise, rehber şarttır. Bu şekilde yakin elde etmek isteyip kafasına göre takılanların çoğu yolunu şaşırıp şeytanın adımlarına kayabilir. Bu ikinci şık için rehber o kadar şarttır ki, bazı zevatlar “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” dediler. Üçüncü şıkta olanlar ise, sapanlardır ve kitapları soldan verilenlerdir. Bunlardan tut ta rehberlerine kadar tümü uykudadırlar.

Et kemik bedenden maddi veya manevi zansal değer olarak oluşup etrafını saran, heva ve hevesinin hoşuna gidince hoşnut olan, hoşuna gitmediğini anda da isyan eden, daha manevi yolculuğa çıkmamıştır. Allah’ın yolunda öncü olarak yol almak istersen, heva ve hevesinin yönlendirdiği istek ve arzularını bir kenara koyacaksın. Allah’ın senden yapmanı istediğini içinden gelen isteğinle senkronize edeceksin. Heva ve hevesinden zuhur eden istek ve arzularını yok edeceksin. İsteklerini Allah’ın istek ve arzularıyla dirilteceksin. İşte fena ve beka burada gizlenmiştir.  

Eriyen mumdan ibret al. Ondan bir nefes al. Kibriti çaktın mı fitiline, emirle dersin ki; fenaya yol al. Mum gibi erimeyen, doğayla bütünleşir mi? Suyu toprağa… Ateşi havaya karışır mı? Ey dost; fena âlemini dışarıda arama o sendedir. Beka âlemini hiç sorma o senledir. Hakikat dediğin ise özündür. Allah hududu bunda karar kılmaktır. Ey dost; eğer Allah’ın hududunu aşarsan özündeki hakikate sırt verip batıla kayarsan. Beka âlemini terk edip fena ile avunursan, öz malını hayale tercih edersen. Ettiğini eksiksiz bulursun.

İlim erbabı seni kapıdan kovarsa pencereden gir. Pencereden kovarsa soba deliğinden gir. Soba deliğinden kovarsa, sana iş düşer. O zaman su ol ve musluktan ak ve eline düş. O şok ile avucunu doldur ve içir kendini. İşte ilim erbabında fena bulmak budur. Hakkın yoluna baş koyma budur. Asla pes edip geri adım olmamalıdır. Yoksa ham olanı pişirmek için verilen ısıya dayanamayıp pişmekten mahrum kalırsın. Yoksa dövmecinin iğne batırmasına dayanamayıp sevdiğin dövmeyi yaptıramayan dövme meraklısından farkın kalmaz. Tüm pozisyonların fenasını yaşayan kişi her varlıkla iletişim kurabilir. Onda fena bulmak o olmak değildir. Gerçekten ne istediğini bilen, hiçbir şeyin ona dönüşemeyeceğini fark edendir. O odur, sen sensin ama sen ondansın, onunla kaimsin ve ona kulsun. İşte kulluğunu idrak, fena halinin ta kendisidir. Geriye kulluğun icabına bakmak kalır ki, bu asıl yapman gerekenlerdir. İşte bunun manadaki verdiği hazza, bekaya yolculuk demişlerdir.

Ama insanların ekseriyeti bekaya yolculuk özelliğinden yoksun yaşamaktadırlar. Kendisindeki ulvi özellikleri et kemik bedene hasredip kendisini beşeriyet zindanında hapsetmektedirler. Hayvandan aşağılık hasletler ile tatmin olamayıp başka da çıkış yolu bulamayanlar ise, yetiştiricileri tarafından aşk denen olgu ile bir nebze yükseltip fenafillâh denen halete gözlerini diktirirler. Fenafillâhı hedef bilip aşk içinde kendilerine bildirilen emir ve nehiylere göre amel ettirirler. Tüm makamları başarı ile geçip öylece secdeyle buluşup fena bulan vecihler ile huzura ermelerini amaç edinirler. Her ne kadar bu yoldan ulaşanlar azınlıkta ise de, ama bu yoldan da amaçlarına erenler hak yolunda destur bulmuşlardır. Bu destur ile onlara selam durur melekler. İşte onlar huşu sonucu bekaya varanlarla aynı gönülde buluşan erlerdir ki, etraflarında döner felekler. Saygı duyar yer ve gökler.

Tasavvuf çalışmalarının asıl teması, benliğini yok edip fena bulmak değildir. Aksine baki olanı bilip onunla kaim olduğunu bulmaktır. İşte bu hiçlik yolu değil, heplik yoludur. Hiç olanlar hepliğin ne olduğunu bilemezler. Buradaki heplik, zatı âli ile birleşmek düşüncesi ve sanısı değil, onun nurunun bir huzmesi olduğunu idrak etmektir. Kişi için marifet yolundaki en büyük kıstaslardan birisi hak tealayı “ya baki entel baki” olarak bilmesidir. Fenanın içeriğini bu şekilde yaşamadan gözü bekada olanın daha çok bekleyeceği vardır. Çünkü daha fena olması gerektiği gibi bulamamış ki, o ulvi yolculuğun içeriğini yaşasın.

Tam da burada bir masal anlatayım da az uyku kaçsın. Bir varmış bir yokmuş. Benliğini feda edenin derdi fena da kalmakmış. Bencilikten geçen için ise, her an kurban bayramı oluvermiş. Çünkü sevgilisiyle dirilmiş. Yolcuğu bekaya doğru devam edip gitmiş. Yolculuğu devam etmişte ama yolculuğun sonu gelmemiş. Çünkü yolun sonunun olmadığı gerçeğine iman etmiş ve yolculuğunun güzelliğini görüvermiş. Kurban edip kesilen hayvanın etini yiyen komşuların ise, o an bayramı oluvermiş. Çünkü artık rahmet ile bakan bir komşuları oluvermiş. Ev alma komşu al hakikatinin güzelliğini yaşayıp hep beraber bayramları kutlu olmuş. Bayram kutlu olmuş olmasına da pişmiş et kokusu ile garipler sevinmiş. Böylece iman edenler arasında muhabbet peyda olmuş. Bu muhabbetin gitmesini isteyenler de kurbanı inkâr etmiş. Ama her ne hikmetse yemekte gözleri hep et arar olmuş.

Hz. Âdem’den günümüze milyarlarca insan bu değişmez kurban gerçeğe iman etmiş ve güçlendikçe güçlenmiş. Bazı açıkgözlüler kurban bayramın da kesilen vacip kurbanı yetersiz görmüş, yıl on iki ay her durumunun müsaitliğine vardığında, bir adak hakka adamış ve nafile kurban olarak kesip ihtiyaç sahiplerine takdim etmişte gönülden hakka teslim olmuş. Kurbanın verdiği yakınlıkla hakka olan takvalığını pekiştirmiş. Rabbine doğru huşu içinde oluşan an içre an yaşam alanını önüne sermiş. Huşu ve huzurdan bihaber olanda pişmiş kelle gibi sırıtmış. Seyri sülükte devam eden de, o gülen gülsün hak bizi bilsin yolculuğumuz devam etsin demiş. Her kişinin kendisinin bizzat senaristi olduğu dünya tiyatrosu öylece sürüp gitmiş.

Ulûhiyette fenafillâh muhal iken, rububiyette fenafillâh şuuru kişide oluşabilir. Ulûhiyet ile rububiyeti birbirine karıştırma. Ulûhiyette o senden tümüyle beri iken, rububiyette sen onunla kaimsin. İşte kaimliğin bedensel ve ruhsal olmak üzere tüm yapınla onla kaimdir. Bedensel fenayı veya ruhsal fenayı öze açılan kapı son kapı zanneden, bekaya açılan şuur fenasını nerden bilsin ki. İşte fenada asıl mesele şuurun hakkın kudret elinde fenasıdır. Öylece bencilliğinden soyutlanmasıdır. Yoksa benliği yok etmek değildir.

Her fenaya ereni imanlı mı sandın? İman dâhilindeki fena, sarsılmaz bir yönelişle Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize yönelip yaşamı öylece düzenlemektir. Bu yaşam üzere fena bulup bekaya adanmaktır. Bu fena, rububiyette haddini bilip, ulûhiyette edebe ulaşıp, melikiyette emrine boyun eğmektir. İşte heplik ve hiçlik olayı yani kişinin ulaşacağı hakikatin özü hiçliği yani fenayı anlayıp, hep yani baki ile kaim olduğu gerçeğini idrak etmektir. Bu gerçekten yoksun olarak sana karşı kibir yapana kibriya ile cevap ver ve içinde fena et ve vahdet ile onu dirilt ki, bir daha boyundan uzun işlere soyunmasın.

Ehad olan yani bir tek olan sadece Allah’tır. Misli ve dengi ve benzeri yoktur. İnsanlar ise, ehad değil vahittirler. Birbirlerine denk ve benzerdirler ama her biri diğerinin misli değildir. İşte vahid olanda, yani her biri tümüyle birbirinden bağımsız olan her bir insanda tasarruf eden, ehad olup öz hüviyetin yegâne sahibi olan Allah’tır. Her insanın kendisine üfürülen ruh, o kişi ile özdeşleşmiştir. Böylece sonsuza dek her bir kişi, sanal benlik ile seyrine devam edecektir. Çünkü her bir insan özgü olarak yaratılmıştır. Hiçbir insan diğer bir insana içsel özellikler olarak asla birebir değildir. Bu ayrılık dışsal şeklimize de yansır. Dolayısıyla her bir insanın vücut hatları değişik olur. Ama yaratılış hamuru olarak birbirlerine benzerler. Bunun sebebi de şudur ki, her bir insanın özgü varlığını aldığı esas cevher olan doksan dokuz öz cevher aynı olduğu halde, her birinin esas cevherden aldıkları oranlar ayrı ayrıdır. Örneğin yüzün hatları ayrıyken kalıp olarak her bir insanın yüzü diğer bir insanın yüzü gibidir. İşte bunu temsil eden en iyi meyve zeytindir. Her bir zeytin bir çekirdeğe sahiptir. Çekirdek, yaratıcı kuvvetin gizlendiği mahal demektir. Yani yaratıcı kuvve tümünde misafirdir. Asla birine kıyak geçmemiştir. İşte her bir zeytin tümel olarak ayrı bir birimdir ve çekirdeği de içinde tüm olarak bir tek tane olarak yer alıyordur. Ayrıca zeytin çekirdeği, mahal bulduğunda tümüyle eriyip yok olan ve sonra insanla dirilen çekirdektir. İşte İnsan da zeytin çekirdeği misali hakikatini gördüğü anda, fenafillâh düşünce gözüyle bakıp Bekabillaha yol alan, yeryüzünün halifesi olarak yaratılan üstün meziyetli varlıktır. Yani insan ve zeytin çok benzerdir.

İlim ve huşu ile emin adımlarla zaman içinde erişilen yolun bir bölümü, aşk ile hızlıca varılır. Ama ilim ve huşu ile erişilen yolun devamı sorunsuzca bekaya yolculuk şekline dönüşüp sonu haşyet olurken, aşk ile erişilen yolun hedefi ise, fenada fenalığı yaşam olup, sonu yokluktur. Eğer ki aşk yolculuğunun sonunda, âşık olan kişi uyanıp hakikatini idrak etmezse, Allah’a imanı olması ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize tabiiyetinin olması halinde, fenada cennete ulaşıp sonsuzluğa doğru hayatını yaşayacaktır. Ayrıca tüm hayvanlar da fenada sonsuzluğa uzandığından, manevi yoluculuk için ilim ve huşuyu değil de aşkı seçenler, aynı güzergâhta ilerleyenler ile sonsuzluğa uzanırlar. Ama fenadaki makamlar ve yerler ayrı ayrı olacaktır. Çünkü her bir hayvan belli bir grup esma kuvveleriyle ile fenayı yaşarken âşık olan insan, insan olması hasebiyle, tüm esmalar ile mutlak fenasını yaşıyordur.

Kıyamet günü boynuzlu koç, boynuzsuz koçtan hakkını aldığında, fena dairesinde olan hayvan daha tatminkâr bir sıçrama yapacaktır. İşte sen daha dünyadayken hakkından geçerken, fena dairesini aşıp bekaya yolcu olursun. Yoksa fena makamının konuklarıyla tatmin dereceni yükseltip yoluna devam edeceksin. Hayvanların da fena dairesinde sonsuzluğa doğru yaşayacak olmaları, onları da bekleyen bir mükâfat makamı olmasındandır. Hayvanlar fena dairesinde yer alırlar. İnsanlar ise, farkında olsun veya olmasın, beka dairesinde yer alır. İkisi de sonsuza dek var olacaklardır. Fena dairesinde yer almak fani olup yok olmak değildir. Bunun anlaşılması bize birçok kapıyı açacaktır. İnsan, her halükarda beka dairesinde yer alacaktır. Eğer ki insan, yaşantısının çizgisini asgarisi olarak helal ve haram çizgisine göre dizayn etmezse ve kendisine sunulan İslam prensiplerinin gereğini istenildiği gibi yaşamayıp imansız bir şekilde dünyaya veda edecekse, Allah’tan mahrumiyetinin helakini yaşayacaktır. Bu ise Ekber olan azaptır. Sen, sen ol ilim ve huşu ile yolculuk et ve huşu ile huzura bilinçli bir halde var.

Her varlığın hayat yolculuğu insan gibi sonsuzluğunadır. “vahşi hayvanlar bir araya toplandığında” (Tekvir 5) Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, “Her hak sahibine hakkını vereceksiniz. Hatta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas suretiyle hakkı alınacaktır.” buyurarak ahrette hiçbir haksızlığın karşılıksız kalmayacağını bildirirler. Yine hadis âlimlerinin ifadesine göre, karınca karıncadan hakkını alacaktır. (Tirmizi, Kıyamet, 2) “Kurbanlarınızı neşeli ve kuvvetli hayvanlardan kesin. Çünkü onlar sırat köprüsünde sizin binitleriniz olacaktır.” (Hadis)

Evet kardeşlerim… Nasıl ki biz ölümden sonra yaşamımıza devam edeceğiz. Aynen öyle de her yaratılan fena dairesinde sonsuza dek yaşayacaktır. Eğer sonsuz yaşam olmazsa, niye kıyamette toplansın? Eğer sonsuz yaşam olmazsa, niye bir birinden hakkını alsın? Eğer sonsuz yaşam olmazsa, hakkını alsa ne olur, almazsa ne olur? Az tefekkür…

Kıyamet safhası kesinlikle önümüzdedir. Bir adım sonrası cehennem kesinlikle önümüzde. Sonrası imanımız varsa sırat köprüsü önümüzdedir. Ve nihayet sırat köprüsünden sonra, sonsuz kuvveleri “fena makamında” ve “beka dairesinde” kişinin dünyada edindiği gücüne göre sonsuz olarak zuhur edeceği ebedi cennet önümüzdedir. Yani o makam ve mekânlar olduğu gibi bizzat önümüzdedir. İman edelim, yaşantımızı düzenleyelim ve emniyette olalım.

Yorum yapın