YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Allah sevgisi nasıl olacak? Allah aşkı nasıl olacak? İnsana olan aşk nasıl olacak? Aşkı kalbimize koyan Allah değil mi? Aşk yaratılmışsa ki yaratılan bir haslettir, kimse bunu inkâr edemez, o zaman bu aşk neyin nesidir? Nerede, nasıl ve nereye kadar kullanılır? Allah’ı severken eşimizi ve çocuklarımızı da seviyoruz. Peki, bu sevgi aşk değimlidir? Sevgi nereye kadar, nereden sonrası aşk olarak adlandırılır? Sahabeler döneminde aşk var mıydı? Yoksa aşk sonradan mı ortaya çıktı? Veya biz aşkı başka mı tanımladık? Gibi sorular akla takılan sorulardır.
Aşk, sevgi ve muhabbetin içerikleri bir birinden tümüyle ayrıdır. Aşk sevginin doruk noktasıdır. Artık tümüyle akan bir ateştir. İnsanın içini yakar. Kendisini sevdiğinde yok etmek ister. Ulaşılmadığı sürece yakar da yakar. Tüm dengeleri alt üst eder. Örneğin kişi evlendikten sonraki sevgisinin yoğunluğu düşer, artık ondaki olgu, aşk değil teveddüd olur. İki eş arasında dönüşen bir sevgiye dönüşür. Artık vuslat olmuş ve aşk bitmiştir. Çünkü aşk, ulaşılmayana olur. Ulaşıldıktan sonra ise, aşk bitmiştir. İşte bu noktada oluşan ve karşılıklı olarak kişiler arasında dönen el Vedud esma tecellisi ise, Allah’ın muhabbetidir. Her ne kadar o dönen muhabbetin kaynağından çoğu kişi gaflette olsa da, tüm muhabbettin kaynağı ve çıkış noktası Allah’ın El Vedud esması olup kaynağından birime doğru ulaşan yegâne tecellidir. Hem El Vedud esmasının tecellisi tüm varlığı ayakta tutar. Aileyi ayakta tutar. Köyü ayakta tutar. Halkı birleştirir ülke yapar, ulus yapar. İşte bu, Allah’ın El Vedud esmasının tecellisinin insanlıkta şekil almasıdır.
Allah’a ulaşılmayı hayal bile edemeyenler, Allah’a âşık olduklarını söylerler. Oysaki Allah, kişiye kişiden yakın olarak onun üzerinde tasarruf etmektedir. Kişi bu tasarrufu fark ettiğinde, artık o uzakta değil, sana senden yakın olduğu penceresi açılır. İşte bu pencere açıldığında, ne kadar da gereksiz olarak aşkla oyalandığının farkına varır.
Aşkın hakikati, tek yönlü olup genelde tasavvuf yolunda olup yeni başlayanlarda olan bir haslettir. Onlar için daha çocukturlar, gelişecek diye öneren zen ustaları olmuştur. Ama bu sadece bir tuzaktır. Onun için de zen ustalarından uzak durup sadece Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisiyle hakka yaklaşmak zorundayız. Bunu Ahzab süresi 21. ayeti kerimesinde Allah’u Teala açıkça ifade ediyordur. “Andolsun ki Allah’ın Resulünde, sizin için uyulacak en güzel bir örnek var, o, size en güzel bir numune ve Allah’tan mükâfat umana ve ahret gününde mükâfat umana ve Allah’ı çok çok anana da en güzel bir örnektir o.” İşte bu ayet gereği tüm zen ustaları ve saire kişilerden uzaklaşıp, tek muallim olana yönelmek zorundayız.
Aşkla yürüyenlerde zaten, nefsi mutmainneye ulaşılınca, kalb huşu ve huzur dolu bir kap olur. Öylece rabbul âleminin deveran eden sevgisini aşikâr hisseder. Bunun tadı başka olur ki, bunun aşk ile alakası kalmamıştır. İlahi aşk işin başında vardı ki, vuslat oluşunca artık deveran eden sonsuz bir muhabbet bunun yerini alsın. Ama âşık olanın aşktan vazgeçip mutlak istenilen huzura ermesi çok güçtür. Onun için de aşk ehilleri cezbe ehli olurlar. Ufak bir dokunuşta kendilerinden geçip dönerler. Ama Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisinde akıl, iman ve Allah muhabbetiyle yol alınılmıştır. Bu muhabbet, kişiye sonsuz bir seda işittirir. Aşk ehlinin aşktan huzura ermesini tabir için şu örneği verelim; Kâbe’ye gidene kadar “lebbeykellahümme lebbeyk” dersiniz. Kâbe görülünce, artık vuslat bitmiş ve buluşma gerçekleşmiştir. İşte manen de öyle, Allah aşkı kişiyi sarar, ta ki vuslat olana kadar, vuslat bitince artık muhabbet başlamıştır. El Vedud esmasının tecellisi görünür olmuştur. Tekrar edelim ki, aşkla yürüyenin, aşktan soyutlanıp mutlak hedef edinilene varması çok güçtür. Onun için, biz aşkı değil muhabbeti isteriz.
Aşkta oluşan tehlike, gözü kör etmesidir. Çünkü kişi ulaştığı hedefi göremediği için, aşktan soyunup muhabbete geçişi çok zor olur. Onun için de, bir üst makamdan dokunan bir el olmak zorundadır. Yoksa o nokta geçilmez olur. Ve o şekilde donarak dünyasını değiştirir. Ama aşk hali de öyle kolay oluşan bir hal değildir. Her insan buna kavuşamaz. Çünkü çocuk işi olan aşkı tatmak için, önce çocuk olmak gerekir. Çocuk olmak ise, dokuz ay anne karnında beklemek gerekir. Sonra yedi yıl gözetim gerekir. Sonra ergenliğe yol alır. Sonra da büyür insan.
Hiç çocuk olamadan kudret eliyle yoğrulanlar ise, zaten hilafet yolunda büyük mesafeyi direk kat etmişlerdir. Bu da isimlerin tümünün talimiyle oluşur. Öylece hilafet yoluna koyulmak gerçekleşir. Buna şehrin içten fetih hali de diye biliriz. Bunda hiçbir tehlike mevzubahis değildir. Çünkü direk nuri katman olan melekût âlemiyle irtibat sağlanarak hedefe ulaşılmaya çalışılmıştır. Tüm peygamberler ve onların büyük varisleri o yoldan ermişleridir. Aşk yolundan da yol alanlar olmuşlardır. Her insanın öz meşrebi, onu başka bir mecrada dolaştırır. Onun için bizler kimseyi küçümsemeden veya kimse hakkında suizan da bulunmadan işin hakikatine doğru uzanan ilme dokunalım. Öylece kendimize dokunalım.
İlahi aşk, nefsi levvamede başlar ve nefsi mülhimede zirve yapar. Nefsi mütmainnede ise, aşktan emare kalmaz. İşte kul âşık olur rabbine ve yolcuğu başlar. O yolda durmadan emek vererek yükselir. Ama bu aşk kişiyi bir noktada kilitlemek için olursa, kişiye sadece eziyet olur. Adeta boğar ve nefes veremez olur. Sonuçta cezbe hali oluşur. Zaten cezbe getirmeyen aşk, aşk değildir. Eğer kişi ben aşığım hakka derse ve o kişi cezbeye ulaşmazsa, söyleyen sadece aşkın lafını hobi edinmiş ve öylece laf karabalığı eylemiştir. Ve ulaştığı bir hedefte olmayacaktır. İşte aşk, kişiyi amelde yoğunlaştırıp mutmainnenin kapısını açtırmak içindir. Ve orada aşk kabından dışarı atılmış olur. Ama içsel cezbe hali hep devam edecektir. İnsanları eğitmesi de o yoldan olacaktır. Çünkü o yoldan talim almıştır. Ama çocukluk devrini yaşamadan direk kudret eliyle oluşturulup rabbinden talim alanlar, cezbeye kapılmadan öncülüğe kavuşmuşlardır. Bunlar insanların en değerlileridirler. Bunlar taşlar arasında ışıldayan yakut misali zemini aydınlatırlar.
İnsanlar arasındaki aşk ise, yani birisinin birisine âşık olması olayı, onları birbirine kavuşturup aile olmaları içindir. Sonrası ise karı-koca arasında deveran eden bir sevgi başlar. Artık bu aşk değil, teveddüdtür. Evlilik olduktan sonra aşk biter, muhabbet başlar. Eğer kız erkeğe âşık olursa veya erkek kıza âşık olursa ve hiç evlenmezlerse, aşkları onları deli eder. Leyla ile Mecnun aşkı bundan gelir. Kays, mecnun yani deli olmuş Leyla’nın aşkından. Çünkü ona kavuşmamış, kavuşunca ise kafasında akıldan tek emare kalmamış ve artık istememiş. Allah aşkı da öyledir. Eğer Mutmainneye ulaştırmazsa, işte o zaman aptalca şeyler başlar. Derviş ne yaptığını bilmez olur. Deli divane olur ama bir türlü tatmin bir ruha ulaşamaz, derin huşu ve huzura merhaba diyemez olur.
İşte onun için her şeyin hakkını yerinde verip, bir üst basamağa çıkmaya gayret edeceğiz. İçinde olduğumuz konumun hakkını vermezsek, bir üst basamağa çıkmamız zorlaşır. Allah’ın çok kulları da vardır ki, levvame ve mülhimede oluşan aşka kapılmadan direk mutmainneye huşu ve huzur içinde göz açarlar. Bu huzur akıl, iman, ilim, zikir, şükür ve tefekkür ile oluşur. Bize en sevimli gelen yol bu cihettir. Çünkü aşka kapılıp orada donup kalanların sayısı oldukça kabarıktır. Aşk öyle bir göz boyaması yapar ki, bir üst merhaleye çıkmak için güçlü bir elin dervişi oradan koparması ve uyandırması icap eder. Onun içinde âcizane tavsiyemiz, gözümüzü huşu ve huzur yolunda sabit etmeye gayret etmektir. Elbette ki çalışma ve gayret bizden, tevfik Allah’tandır.
Aşka demir atanlar kesinlikle örtülmelidirler. Zorunlu cezbenin dışında dışarıya bir içsel hallerini yansıtmamalıdırlar. Çünkü dışarıya istekli bir yansıtma, riyaya yol açar ki, bu da ancak kişide kibir doğurur. Buda yükselmeyi değil, aksine düşmeyi getirir. İşte aşkın yolları içinde birçok ayıp barınır. Onun için de aşkın yolunu tercih edenler, kesinlikle aklına hâkim olup örtünmeye dikkat etmelidirler. Örtünmek iki cihetledir. Birincisi bedenin avret diye tayin edilen kısımların örtülmesidir ki, amaç bedensel bir tetikleme ve bedensel etkileşim olmasın. İkincisi ise, açılan benlik ve sahiplenme mahallinin örtülmesidir. İkisinin de açılması kişiyi benlikte boğar.
Adem ile Havva’da istek oluşup ağaçtan yiyince, ayıp yerleri açıldı. Burada işaret edilen ayıp yerleri iki vecihledir. Birincisi bedensel ayıp yerleri, ikincisi şuursal ayıp yerleridir. Bedensel olanı, bilinen şeylerdir. Şuursal ise, fenafillâh dediğimiz kişinin kendi tüm özelliklerinin Allah’tan geldiği şuurunun örtülmesi ve kişinin kendisini ayrı birey olarak zannetmesidir. Yani Allah’ın rububiyetini unutmasıdır. İşte buna manadan avret yerinin gözükmesi demektir. Burada şu da var; bazı şizofrenik durumlarda hasta der ki, “ben yokum” kanısı değil buradaki “yokluk”. Buradaki yokluk, kişinin sahip olduğu tüm özelliklerinin sahibinin Allah olduğunu hissetmesidir. Yani şizofrenik bir hal değildir. Hem buradaki yokluk aşk yokluğu da değildir. Çünkü aşk yokluğunda kişi kendisini yakar ve yok eder. Aslında aşktaki yoklukta da çoğu kişi şizofrenik bir yokluğa doğru yükseldikleri için, mülhime sınırını aşamıyorlar. Çünkü aşk yokluğa değil hepliğe götürücü bir araç olmadır. Olayın aslından mahrum olanlar veya yetiştiricisi olmayanlar, aşkın en üst limitinde şizofrenik bir şekle bürünür. Oysaki aşk, en tepeye çıkınca, bir üst seviyeye kademe atlaması için sadece bir sebepti. İşte bu sebebi unutup ben artık yok oldum diyenler, şizofrenik hasta olmuşlardır ve tedaviye ihtiyaçları vardır.
İşte buradaki fena, sanıldığı gibi aşk yokluğu değil, aksine Allah ile var olduğunu idrak etmektir. Biz aşk yoktur derken bu manada yokluktan dem vurduk. Yani kişiyi asıl amacına ulaştırmada yetersizdir. Ama kişiyi oyalayıp emmareden çıkardığı için de, birçok âlim tarafından insanlara önerilmiştir. Bari aşka kapılıp emmareden kurtulun denmiştir. Ama kişi aşkın içeriğini bilmediği için teveddüd ve muhabbetin adını aşk bırakmışsa, ona da diyecek sözümüz yoktur. Çünkü kişi, nasıl bir kavram ile kendisini adanmışlık ruhuna koymuş ise koysun, esas olay dönen sevgi olup sonuca ulaşmaktır.
Ben aşığım diyen kimse, eğer âşık olduğunu söylediği kişinin onun ayağına basmasıyla, ayağına bastığı ayağı öpmüyor ve demiyor “oh be bari âşık olduğum kişi ayağının ağırlığı ayağımın üzerine düştü” ve mutlu olmuyor ise, aşkın ne olduğunu bilmiyordur. Hem akabinde savunmaya ve kavgaya başlıyor ise, o tutkunluk ve hobilerinin adına aşk demiştir. Çünkü âşık olan her hal ve vaziyette maşukunda kendisini yok bilir ve onun iyi veya kötü her şeyinden mutluluk duyar. Bakın hele, kendisinin âşık olduğunu söyleyen kişiye, ayağına basılması durumunda yükselteceği feryadı figanına ve sana kin ile cephe almasına. Ben o kadar âşıktım sevdim ve sen ise bana bunu reva görüyorsun diye mırıldanmasına… Demek âşık değilmiş… Sadece kapılmış bir heyecana ve aşk sanmıştır.
Tabi ki bizim mevzu bu sahte aşkların dışında kişi ile rabbi arasındaki münasebet bakımıyla idi. Bizim meşrebimiz tasavvuf meşrep olduğu için biz aşkı bilinen veçhiyle kişinin kendisini Allah’ta eriyip yok ettiğini sananların aşklarını bir şizofrenik hastalık olduğunu dile getirdik ve bu olaya dikkat çekmek için de aşk yoktur dedik. Ama sen sevginin adına aşk koymuşsan koyabilirsin, buna da bir şey diyecek konumda değiliz. Ama bil ki aşkın kendi öz kavram manası, bir bireyin kendisini ikinci birey de yok etmesine denir ki, bu muhaldir.
Olan olay kişinin varlığının mutlak varlık nazariyesine göre sonlu yani fani olmasıydı. İşte bu fanilik yok olma manasına değil aksine sonsuzluk ifade eden skalada o sonsuzluk içinde sonlu olmamızdı. Örneğin; “∞ sonsuzun yanında, 100000………” istediğin kadar sıfır koy, gene de hiçtir ve “∞ sonsuzun” içinde görünmez bile. Ama o sayı da kendine göre vardır. Yanı her ne kadar “∞ sonsuza” göre bir hiç ise de, kendi hüviyetine göre vardır. İşte biz her ne kadar sonsuz güç ve kudrete göre fani yani hiç isek te, kendimize göre varız ve bu varlığımız sonsuza dek devam edecektir. İşte tasavvuf literatüründeki aşk, yani varlığın kendisini Allah’ta yok edişi değil, Allah ile var olduğunu anlama olarak alırsak, isabetli bir tanım yapmış oluruz.
Ama aşk kavramının konuş amacı birinin kendisini birinde yok etmesi anlamını taşır ki bu muhaldir. İşte gerçek anlayışı idrakimize sergilemek için bazen kullanımda olan kavramı terk etmek gerekir. Çünkü beyin o kavramla ilgili kendisinde bir kilit oluşturmuştur. Sen tedavüldeki kavramı kullandıkça, beyin kilidi önüne koyar ve sıçramayı engeller. İşte Adem ile Havva cennet yapraklarıyla benliğini örttüler ama çare olmadı. Çünkü artık cennetin kudret yaşamı son bulmuş ve dünyanın kayıtlı ve sebebe binaen oluşan yaşamı başlamıştı.
Aşkta yok olup yol alırsın fenaya. El Vedud’la ise, hayat bulursun “hep” var olursun “hay”la, yaradılış gayene erersin “var”lıkla. Bil ki yolculuğun hedefi fenaya değil, varoluşun amacı “beka”yadır. Çünkü dilemiş ki biri onun adıyla seyreylesin. Dikkat edelim ki, aşkın ruhunda sömürü yatar. Kişiyi sınırlı mekânla kayıtlar. Ama El Vedud esma tecellisinde ise, sevip sevilmek ve varoluş amacına uyumlu “hay”la hay olup mutlak yolculuğa uğurlar. Hep dikkat edelim ki, El Vedud esma tecellisi olan muhabbet akışını unutup, aşka takılanlar ve bir üst seviyeye geçemeyenler, takıldıkları yerde kalmaya mahdutturlar. Allah’a ermeyi ve mana ilmini getirip sadece aşka sığdıranlar, mana yolculuğunun kabında kalıp, sonsuzlukta varlığı müşahede etmekten mahrum olurlar.
Her ne kadar içeriği hakkında derin malumat verilmemişse de, Aşk sadece ulûhiyet tabanlı bir sezgiye dayalı vehmin oluşturduğu bir yönelimdir. O yüzden bu meşreptekiler uzun soluğa kavuşamazlar. Ama El Vedud esma tecellisinin getirisi ise, rububiyetiyle, melikiyetiyle ve ulûhiyetiyle topyekûn Allah’a götüren marifet yoludur. İşte buna haşyet ve getirisine huşu denir. Nasıl ki, sadece Allah demişiz ve gayrı tasarruf sahiplerini reddetmişiz, aynen öyle de aşkı sonsuz marifete tebdil etmek için ve sonsuz nura geçmek için tüm yollara hayır deyip mutlak muhabbete ulaşmayı seçmişiz.
Olayın detayını anlamak için olaya biraz açıklık getirelim; mevzuubahis olayı bilmeden sınırsız muhabbeti oluşturan El Vedud esma tecellisi ile aşkı birbirine karıştırmayalım. Çünkü her iki mana içeriğinde de hedef, Allah’a yolculuktur. Ama bedensel veya ruhsal tutkuyu aşk sananlar çoğunluktadır. Çoğunluğun tutkuyu aşk sanmaları ve o şekilde düşünmeleri, bu mukaddes kavramları kirletemez. Aslında aşkı ilahi, sanal benliği mutlak benliğe kayıtsız şartsız teslimiyetidir. Tabi ki bu teslimiyet kişiyi bir yere kadar taşır. Çünkü teslimiyetten hâsıl olan seyir, bekabillah yolculuğunda başlar. İşte bekabillah ile fenafillâh sınırında aşkın işi biter. Aşkı içsel tutkunluktan ayıramayan anlayış, veli kulların dervişlerini yönlendirdiği ve o yoldan temizlik yaptıkları aşk değildir. Bu sonradan oluşan tutkunluğun adını değiştirip aşk konma olayı, velilerle doğmadı. Bu karanlık olan tutkunluk, insanlıkla beraber var oldu. Bu bizim sınav enstrümanlarımızdan bir enstrüman oldu. Allah’ın Velilerinin dervişlerine vermek istedikleri hedefleri ise, bambaşka idi. Olayı bilmeden tutkuya aşk deyip bunu velilere mal edersek, Allah’ın velilerine haksızlık etmiş oluruz. Şunu da bilelim ki, aşk bedensel olamaz. Bedensel olarak hissedilen, bir birini çeken hormonların kalbe dokundurduğu kavuşma azmidir. Burada kavuşma olup hormonsal tatmin bitince, kalbe basınç yapan eğilim biter. İşte o zaman kalbinde oluşan kavuşma isteğinin aşk olmadığını anlarsın. Aşkta asla ve asla yanan özlem bitmez. Kavuşsa dahi, aşktan muhabbete dönüşen yakıcılık, katlanarak devam eder. Âşık ve maşuk arasında bu hep devam ettiği için de, aşkın doğurduğunun ötesini göremez olur.
Pek çok insan, aşkın başka bir ötesi olan huşu ve huzur ile varılacak mukaddes makamları bilmez. Hatta başka makamların olabileceğini tasavvur bile edemez. İşte bu noktada kişiyi kilitleyen aşkın, kişiyi çok daha başka güzelliklerden mahrum ettiği gerçeğini anlayamaz. Olayı anlatanlara da kulak asamaz. Çünkü kalpteki kilit, tasavvur âlemini tarumar etmiştir.
İşte bedensel aşk tatmin edildiğinde, ya da tatmin edilmese de zaman aşımında biter. İşte burada cinsel bir dürtü çok farklı bir olay olarak iş başındadır. Aslında bu dürtünün bedensel aşkla da alakası yoktur. Fakat bedensel aşk, bu dürtüyü de kullanır. Çünkü hormonsal özellikler, kalpte derin bir kavuşma özlemi oluşturur. Olayı bilmeyenler ise, bunu aşk zannederler. Olayın özü ise, biyolojik yapımızın üremeye odaklı olmasındandır. Belki bir insanin akli çalışsa, bu dünyaya daha fazla çocuk getirmek bile istemez. İşte bedensel olan bu hormonlar aklı devre dışı edip ulaşım arzusunu oluşturur. Bu, Allah’ın nesli devam ettirmesi için insanın içine yerleştirdiği bir sistemdir. İşte bu aşk değil, bedensel ihtiyacın karşılanmasıdır. Aşk ise tümüyle karşılıksız olarak birinin diğerine duyduğu özlemdir. Bu sadece kadın erkek arasında olan bir durum da değildir. Ama kadın ile erkek arasında, bedende olan hormonsal kitle de tetiklendiği için, aşk daha çok kadın ile erkek arasında peyda olur. Hormonsal kitleyi devre dışı edip sevgide yoğunlaşanlar ise, bu aşklarını ilahi aşka tevdi edebilirler. Ama hormonsal kitlenin baskısından kurtulamayanlar ise, aşk yolculuğunu bedensel olarak noktalandırırlar.
Toplumsal tasarım ise, bu bedeni aşkın doğurduğu hormonsal beraberliğe götürücü yönüyledir. Tüm planlar bunun üzerine inşa edilir. Bu da, çocuk sahibi olmayı ulvileştirme yönüyledir. Tarih boyunca kimse, beş on çocuklu bir aileye yeter dememiş, bu kadar doğum bünyeye yazık dememiş ve kadın ölse öteki gelir demiştir. Çünkü çok çocuk, aynı zamanda iş gücü, kazanç ve askeri güç olarak anlaşılmıştır. Bireyselliğin ve birey aklinin ehemmiyet kazanması, özgün olarak özgürleşmesinin ön plana çıkması ve yaşam şartlarının düzelmesi, teknolojinin artması ve düşünen insan ihtiyacı ile orantılı biçimde artmıştır. Yani her ne kadar insanlık bütünleşme arzusu içinde olsa da, bunun düşünce şeklini ve tavrını düzeltmeden sağlayamaz. Çünkü tatminkârlık sevginin bilgelik boyutunun üst seviyeye çıkması ile olur. Gerisi dünya menfaati üzerine kurulu düzenin dönmesine yönelik olur. Bu da kişinin özüne dönmesine engel olur.
Aşkın zararının dokunmaması için birlik anlayışının güçlenmesi gerekir. Yoksa bedensel aşk durdurulamaz. Çünkü hormonlar aklı alır ve bedensel tatminler ile vücudu boyar. Böylece Allah boyasından mahrum eder. Orijinal aşkın zirve yaptığı nokta, birlik noktasıdır ki, buna kavuşmak için tamamıyla teslimiyet gerekir. Buna da çoğunlukça hazır değiliz. Bizler ekseriyet olarak görmediğimiz ve kendisine uzaktan dahi bakamadığımız sorunlarla boğuşuyoruz. Gerçek manada objektif bir çocuk saflığı ile olayı anlamaya çalışmıyoruz. Çünkü öylece büyümüşüz ve hormonsal alanımız faaldir. Bu faaliyeti her şeye mal etmişiz.
Bedensel aşkın önüne geçilmez. Çünkü doğal bir oluşumun önüne geçilmesi de gerekmiyor. Bunu yasaklamak marifet olmadığı gibi, yokmuş gibi davranmakta marifet değildir. Bunu Allah’ın izin verdiği şekilde tatmin edip özümüze uzanan yolculuğa uzanmalıyız. Diğeri ise, bütünleşme ve erme arzusudur. Bu aynı bedensel aşka benzediği için de, birçok eren yaşanan muhabbet ortamını iki kişinin aşkıymış gibi somutlaştırarak kurdukları dizeleri dillendirmişlerdir. Olayı bilmeyen ise, velilerin dile getirdikleri Allah aşkını bedene indirgeyip kısıtlamışlardır. Oysaki bu tür bir aşkta cinsellik anlamını yitiriyor ve aşkın diğer bir yüzü olan saflık meydana çıkıyordur. İşte bu saf bütünleşme isteği de, kaynağını bulmadan durulamaz. Bunun içeriğinden uzaklaşıp bedensel veya ruhsal tatminle gün geçirenler ise, aşkın dahi tadını alınmadan aşk diyerek günlerini tüketip bu paha biçilmez dünyasını heba ederek sonlandırıyorlardır.
Onun için bizim bakışımıza göre sevgi, aşktan daha önemli ve kıdemlidir. Fakat insan sevgiyi tanımaz da aşkı bilir ki, bildiği de bedensel aşktır. Cinsel dürtü ise, bu bedensel aşkın içindeki katma değer olarak, kişiye manevi kir olarak yetiyordur. Ne bilsin ki garibim, seviyorum demeyle olmuyor bu işler. Allah’ı seviyorum, annemi seviyorum, çocuğumu kocamı seviyorum diye sevgi olmuyor işte. Kişi sevgiyi emeğinin içinde bulursa, o zaman anlar nasıl sevdiğini. Ezbere olmuyor bu işler. Emek vermek gerek. Öyle yapmacık bir sevgi şekline aşk diyerek kendini kandırıp tatmin etmek, nefsin hoşuna gider. Aşkın ruhu olan tümüyle adanmışlık ise, nefsi emmarenin en nefret ettiği haslettir. Benliklerini bulamayan insanların verdiği sevgi ise, ezbere kalmış bir sevgi olarak insan için tatminkâr olmuyordur.
İşte biz aşk yolculuğu ile Allah’a yapılan yolculuğun içindeki birçok tehlikeyi gördüğümüzden, aşka yok dedik. Yani bizim yolumuzda aşk yok. Biz kalbimizi saran sınırsız sevginin içinde kendimizi bir katre olarak görüp yol almaya koyulduk. Hemen burada şöyle diyenleri duyduk; demek öyle, aşk yok dedin he, önceki onca zevat yanlış yaptı he, bir sen mi doğru dersin? Aslında çok acelecidir insan ve hemen olmak ister. Birçok duyduğu şeye balıklama atlar, suyun derinliğini görmeden. Biliyor musunuz Allah dostları olan veliler, resul ve nebiler gibi değillerdir. Hem hatasız da değillerdir. Nübüvvet risaleti ile haber veren peygamberler, İslam’ın tüm güzelliklerini kısmadan bazen direk ve bazen de örnekle olduğu gibi anlattılar ki, her anlatımları her ferde ulaşacak şekilde olsun. Artık her fert kendi kabına göre o ilimden istifade eder.
Ama veliler öyle değildir. Veli edindiği hakikati herkese anlatma zorunda değildir. Çünkü her velinin meşrebi başka başkadır. Nefsinde uygular çevresine de isterse bildirir. Onun için de edindiği ilmî paylaşımları anlayabilecek kapasitede olanlara aktarırlar. Mana yolunda ilerlemek isteyen kişilerden algılama kapasitesi düşük olanlara da dediler ki, siz de düşünmeden ve kurcalamadan aşk ile üzerinde olduğumuz yolda bize bağlanın, bizimle yürüyün ve bilin ki yolumuz kesinlikle doğrudur. Örneğin “fihi mâ fih” eserinde kişinin kendi özünü bulma konusunda ilim ile kendi özüne yönelişte olan adımlar hakkında birçok beyanat verirken, aşk için de “aşk davasına girişmek kolay, fakat o davaya kesin delil gerek” diyerek “aşk”ın ise, kişinin kendisini bilfiil teslim etmesiyle oluştuğunu dile getirir. İşte bu teslimiyetin oluşması için kişinin kendisini sorgusuz teslim etmesi gerekir. İşte bizim meşrepte sorgusuz sualsiz birine teslimiyet yoktur. İşte bu teslimiyet, sadece Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize karşı olmalıdır.
İlim ile olan anlatımları kendileri gibi kapasiteleri olanlar ile paylaştılar ama aşk ile ilgili sözleri ise, genele açık kullandılar ki millet dörtnala koşsun onlara doğru ve gerekli çalışmaları yapsınlar. Bazen kendilerini kutup gördü onlara âşık olanlar. Bazen şeyh bazen de gavs dedi onların yarenleri. Onlar genel de insanları kendi yönelimlerinde tutup onlara gerekli çalışmaları yaptırmak için de kendilerine verdikleri vasıflara göz yumdular. Bazısı çok ileri gitti de rahman veya rasul dediler. Bu duruma el koyup yarenlerini susturdular. Aşırı ifrata kaçıp marjinal olduğunda yarenler, o zaman işe el koyup tümünü dağıtan veliler de oldu. Çünkü zaten biliyorlardı millet pek düşünmek ve idrak etmek için aklını kullanmayı sevmez. En iyisi bari yaban atları aşk ile ehilleşip bir şeyler yapsın dediler.
Dediler de bu defa başa mihnet doğdu ve herkes birbirini izleyip aşka atladı. Aslında aşktan bir şey anlayan da pek olmadı. Ama aşk diye diye kendisini avuttu ekserisi. Bazen de zeki kişiler çıkıp aşk diyerek kitleleri peşine takıp aval aval kullandı. Olayı fehmedip oyunu bozmak isteyenlere ise acımasızca saldırı oldu. Hepimiz eşit Allah kuluyuz. Hepimiz sırf Allah deyip gayrına sırt vermek için dünyadayız. Evvelimizde yaşayıp insanları bir noktaya yoğunlaştırmak isteyen zevata elbette laf atacak değiliz. O günün şartları onu gerektiriyordu. Her bir zat bir şekilde insanları rayda tutmaya çalıştı. Çünkü insanoğlu çok çabuk bir şekilde, üzerinde olduğu yolu unutur ve kayar.
Bu defa da denge unutuldu. Halkı aşka çağırıp bir noktada tutayım derken Allah’ın sonsuz ve sınırsız ismi olan El Vedud esması unutuldu. İşte esas sakatlık burada başladı. Kişiler Allah’a ait olan ve sonsuz bir şekilde deveran eden sevgiyi unutup sevgilerini tek yönlü olarak bir noktada baskın yapmaya başladılar. İşte bu da ümmete pahalıya mal oldu. Düşünmeyip birine körü körüne bağlılık meydana çıktı. İnsanları fırka fırka ayıran gruplar türedi. Çünkü Aşkta akıl devre dışı olacaktı ve başta olan ne derse doğru demiş olacaktı. Kur’anda geçen ululelbab yani akıl sahipleri kısmı sanki hiç nazil olmamıştı. Öylece manen insan kıyımı yapan birçok sivri zekâlı insan, insanlığın başının belası olarak akıllarını kullanmamaları yönünde aşkı kullanarak aldattı. Sadece manevi rehber olunması gerekirken, birçok defa peşlerine taktıkları kitleler ile dünyalık olarak da kendilerine tabi olanları kullandı. Akıl melekesi pasifleştirilen kişiler tarafından, birçok insanın canına ve malına tecavüz edildi. Tarihte bu yolla kurulan örgütlerin sayıları azımsanmayacak kadar çokturlar. Ve hala da devam etmektedirler. Az tarih araştırılması yapılırsa, bu yazdıklarımızın hakikati dillendirdiği fark edilecektir.
Ümmeti muhammedi parça parça eden şey kör aşktan başka bir şey değildir. Her fırka liderine gözünü kapatıp kendisini teslim ederse, onun emellerinin oyuncağı olmaya mahkûm olur. Allah’ın sonsuz ve sınırsız ismi olan El Vedud esmasını kendi ruh dünyası sarmalında hâkim edip sevip sevilmek yerine, kendisinde olan bu kuvveyi tek yönlü kullanılmaya itilmesi, kişi için adeta intihardı. Ve aklını çalıştırıp nimete erenlerin yoluna yönelmek yerine, adeta intihar olan gözü kör bağlılık nefsin hoşuna gitti. Nefis kendisini oyaladı ve özüne ermekten mahrum oldu. Yeniden Kur’an öğretisine dönüp Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin önünde tek saf olup iman, akıl ve ilim ile tüm fırkalaşmayı kapı dışarı edelim. Allah deyip huşu içinde nefes verelim. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize layık bir ümmet olalım. Kimseye kayık olup hakikat olmayan düşüncelerinin ve emellerinin hamalı olmayalım.
İslam’da yaşam vardır. İslam’da hayat vardır. İslam’da El Vedud esma kuvvesi gereği hissedilen sevgi yumağı vardır. İslam’da sırf sevgi vardır. İslam’da teveddüd vardır ama fena edecek bir sevgi yoktur. Dikkat edin ki sahabeler, nefsim anam babam sana feda olsun ya Rasulullah derdi. Ama sende fena bulsun ya Rasulullah demezlerdi. İşte İslam’ın benimsediği yol, feda edecek derecede vedud esma tecellidir. Ama fena edecek derecede aşk değildir. Çünkü İslam insan için yegâne hayat kaynağıdır. İnsanın Allah’ın sonsuz sınırsız manalarını seyir için var edildiğini söyler, yok olmasını değil. Aşk ise, ateşe tapanların ateşte kendini yok etme anlamında kullandıkları bir kavramdır. İslam’a sonradan sokulmuştur ve İslam’da var olan sonsuz sevgiye ve yegâne sevgiliye varmak için çıkan yolculuğa isim olarak verilen teveddüdün yani sınırsız sevginin yerini dolduramaz. Ama aşk, sonsuz sevgi yolunda, yerinde ve bir gözetmen tarafından eşlik edilerek kullanılırsa, sonsuz sevgiye doğru yolculukta ilk adım olabilir. Ama aşkta, hedeften sapma çok kolay olduğu için biz tasvip etmiyoruz. İşte İslam, aşk ile yakmaya değil, El Vedud ile mutlak sevgiyi verdirip yaşatmak için vardır. Farkı fark etmeyen hala yanayım der. Bizde güle güle yan deriz. Çünkü aklını kapatıp öylece nazar ediyordur.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: ‘Benim misalimle sizin misaliniz, şu temsile benzer: Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca, pervaneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onları kurtarmaya (mani olmaya) çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum; ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz. Buhari, Rikak 26
Aşk kelimesinin kökeni genel olarak bilinenin aksine Arapça “aşaka” yani sarmaşık anlamına gelen kelimesinden değil, Farsçadan gelmektedir. Aşk kelimesinin nihai kökeni “avesta” dilinde yani ateşe tapanların dilinde kullanılan “işka/işk” yani istemek kelimeleridir. Bu kelimeler İran tarafının İslam’ı kabul ettikten sonra Farsçadan Arapçaya geçmiş, İslam’a mal olduktan sonra da, Arapçadan tekrar Farsçaya ve oradan da Türkçeye geçmiştir. Böylece Allah esması olan El Vedud ismi celili perdelenmiş ve onun yerini almıştır. Böylece sonsuz ve sınırsız sevgi bu sözcükle perdelenmiştir.
Eğer biri gerçekten âşıksa o aşk olmuştur ve her tarafından bal akması gerekir. Aşk olduktan sonra da erimiş, yeniden öz benlik ondan dirilmiştir. Böylece aşk işlevini bitirmiş ve sırf sevgi doğmuştur. Kimisi aşktan aşkın olan sevgi, seyir, sabır ve içtenlik bir huzur ile secdede, kimisi de kibrine, kinine, nefretine ve işlediği zulümler ile şeytan vesveselerine boyun eğip nefsi emmarenin kölesi olmaktadır. İçinde aşk olan, vahşilik ve insanlık dışı davranışlar yapamaz. Kinde ve nefrette olanlar zulüm ederler. Lakırdısını yaptıkları aşk ve aşkın aşkını olan sevginin istismarcısı olarak insanlığı sömürürler. Kişi hangi enstrümanı kullanırsa kullansın, eğer yaratılmış her ferdi nefsine tercih etmezse, tüm yaşamı iki yüzlülük üzerine kuruludur demektir. İnsanlığın derununa mal olmuş başka başka sözcükleri kullanması onun iç yüzünü temizlemez, aksine yüzünden takındığı vesvesesi okunur.
Allah’a bu kadar âşık (!) bir İslam âlemi varken gözü önünde dünyanın dört bir yanında, hem üstelik canlı yayınlarda vahşice katledilen insanlıkta Allah adıyla var olan yaratımda aşkı (!) görmüyorsa, demek aşk (!) dedikleri de bir gönül eğlendirmesiymiş. İşte sadece zanda kalıveren aşkı değil de, Allah’ın El Vedud ismi celilini fark etseydi insanlık, tüm insanların buradan beslendiğini görür saygıyla secdeye varırdı. Demek ki insanlık, kendisini içine alan bir sınırsız sevgiye hasret kaldı. Öylesine lafta kalan kelamlar, artık tatmin etmez oldu. Bir kelam ve yöneliş varsa, bunun seyrinin temaşası lazım oldu. Yoksa laf karabalığından öteye bir anlam ihtiva etmeyeceğini günümüzün sivri zekâlı gençliği anlamış oldu. Onun için de artık karnı süslü sözlere tok bir nesil, sorgulayıp olması gerekene bürünmek istedi. Bize düşen ise, yemeğin terbiyesini hazırlayıp, sonra da fırınlayıp öylece lazım olan kelamı halkın önüne servis etmek oldu. Çünkü halk, artık protokol tarzı yazıları değil, bilfiil hayatın içinden tecrübe edilmişe yöneldi. Onun için de özellikle yaşam koçlarına gidip bir yerlere gelmek istedi. Oysaki tüm öğretiler, İslam deryasının yanında, merkebin bastığı toprakta bıraktığı ayak çukurunda biriken sudan öte olamadı. İşte önemli olan iş, perdelenen İslam içeriğinin üzerinden perdelerin açılmasıydı.
Allah’ı Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bize tanıttığı gibi tanımayıp, herhangi bir toplumun nazarıyla ona bakan, yapılan yanlış yönlendirme ile toplumunun ona tanıttığı ve adına Allah dediği ama gerçekte ise, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin tanıttığı Allah inancıyla alakasının olmadığı, bir yönelişle yapmadığı kötülük kalmaz. Ve ne yazık ki işlediği kötülüğü yaparken de, evet ne yazık ki Allah ekber diyerek yapar. Allah’a Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretimi ile yönelen ise, tüm varlığa muhabbet ile dolar. Yaratılmışı yaratandan ötürü sever. Ne olursan ol gel diyerek tüm âlem ile merhabalaşır. Bir insanın ölümünü bir âlemin daha sönüşü olarak anımsar. İhtiyacı olduğu halde elindeki en kıymetli dünyalığını, gözü olana gözünü kırpmadan bağışlar. Günahtan ötürü kişiyi değil amelini kötü bilir. Ve insanlara rahmet aracı olmaya bakar. Tüm müminlere ise, hassetten rahim aracı olur. Sevgi yumağı olarak dünyadan hicret eder ebedi âlemlere.
Kendisini tanımak isteyenlerin dikkat etmeleri gereken konuların başında aşk gelir. Çünkü aşk, hakikatini bilmeyenlerin Allah’a teslim olma yolunda marifet yolculuğuna çıkarlarken, farkında olmadan onların başına örülmüş en kalın çoraptır. Böylece perde aralaması işi çok çok zorlaşmıştır. Çünkü belli yol alındıktan sonra terk edilmesi gereken aşktan soyunmaları imkânsıza yakın zor bir haldir. Allah haşyetinden gözü pınarlaşanlar ise, işte onlar pişme yoluna girmiştir. Yunus Emre’yi mürşidinin yanından kovduran hususta bu husustur. Çünkü aşk perdesini geçememiş ve takılı kalmıştı. Onun şiirleri dahi o devir de yazılmıştı. O yüzden ağır tema olarak aşk enstrümanı kullanılıyordu. Zaten Tapduk Emre’nin yanına dönüşünde, artık tüm eskiyi bir kenara bırakmış ve şiir yazması dahi son bulmuştur.
Aşk körü körüne bir bağlılığı ifade ettiği için, aşkta ikilik vardır. Yani aşkta olan çiftliktedir ki maşukuna ermek istiyordur. Allah’ın insan için yaşamının tarzı olarak görmesini istediği hükümden, yani Kur’an veya hadisten aşk hakkında bir hüküm yoktur. Hatta hatta aşk deliliğin bir halidir. Çünkü aşkta, akıl çöptedir ve iz’anı atmış havaya, kişi gözü kapalı tutulmuş kara sevdaya. İşte böyle olan ulaşamaz yüce deryaya, burundan akıyor su hem salya. Ama akıllı kişinin işidir dini olduğu gibi anlamak. Aklını kullanmayan ise, kaybetmesine kaldı ramak. İflas etmiştir şuuru artık damağı bulamaz tatlı bir tat. Sersem olmuştur hem olmuş artık tam bunak. Çünkü Allah bize aklımızı kullanıp kul olmamızı emrediyor. Aklımızı çöpe atıp kullanmamaktan da net bir dille sakındırıyor. Onun için de, hiçbir sahabe aşktan bahsetmedi. Çünkü İslam’da, akıl ve düşünce devrede olur. Aklı yok eden şeylerde ise, şeytanın iman ehline sağdan veya soldan yanaşması kolay olur.
İşte kutlu yürüyüş muhabetullah üzeri kuruludur. Bu davetin dışındaki tüm davetlere gülümseyip kırıcı olmadan akıl, iman ve ilim çemberinde yönelişimize devam etmeliyiz. Çünkü İslam, bildirilen prensiplerin uygulanmasında, akıllı olunmasını her ahkâmda şart koşmuştur. Onun için de temel prensip olarak Allah muhabbeti emredildiği halde, Allah aşkı diye bir şey dinde asla yer almamıştır. Ama yolun acemilerini Allah muhabbetine yönlendirmek için, acemlerden alıntı aşkı bir enstrüman olarak kullanan ilim erbaplarına da diyecek bir şey yoktur. Zaten muhabbete kavuşanda aşktan eser kalmaz. Çünkü muhabbet evrensel küme olmasına karşın, aşk alt küme olarak varlık âleminde yer almıştır.
Haşyetten ve huşudan aşka dönüş yapmak ilim adamlarına yakışmaz. Çünkü ilim huşu dâhilinde akıl ve iman çerçevesinde kişide tezahür eder. Her seven, sevdiğinde sevdiği gerçekliği görüp idrak ediyorsa, işte burada aşk ikilemi biter. Ve burada sonsuz muhabbete adım atılır. Bir insanın bir insanı kalpten sevmesi şirk değildir. Şirk ulûhiyette, rububiyette ve melikiyette Allah’a ortak koşmaktır. Çünkü birini sevmek, onu Allah’a ortak koşmak değildir. Onun Allah namıyla sevmek olur ki, bu da zaten yaratılışın sırrıdır. Yoksa dünyada kimse kimseyi sevmeseydi dünyada yaşam alanı da oluşmazdı. Yaşam alanının olması için Allah’ın aramıza koyduğu sevgi ve muhabbete şirk demek kadar da iz’ansız bir bakış açısı olamaz.
El Vedud ismi Allah ismi olup haşyete ve hepliğe götürür. Aşk ise Allah ismi olmayıp El Vedud’u bilmeden yanarak Allah’a yaklaşmak isteyenlerin iç halidir. El Vedud tüm esma kuvvelerinin ve esma kümelerinin birbirine karşı olan çekim kuvvesine verilen isimdir. Bu esma kuvvesi tüm dürtülerden uzak bir şekilde her an her varlıkta zuhur eder. Onun akımına kapılan insanın kalbi bir muhabbetle dolar. Onun akımından mahrum olanın ise, içi sevgiden yoksun olur. Zaten okuduğumuz zikirlerde vedud isminin zikri, öncelikli olarak okunan zikirler arasında yer alır. Çünkü o kuvve ile diğer kuvvelerin akıntısı sana akmaya başlar. Böylece hakka doğru çekim alanı olursun.
İşte Kur’an aşkı değil, muhabetullah içerisinde kulluğu emredilmiştir. Sen muhabetullahın adını aşk bırakırsan, tabi o ayrı konudur. Zira mevzubahis kelime olan aşk, zaten içerik olarak kendisine özgü bir kavramdır. Bunu muhabetullah kavramı yerine kullanan birçok kişi de mevcuttur. Ama bilelim ki aşk sözcüğü, kavram ıstılahı gereği muhabetullahın eş anlamlısı değildir. Her biri başka başka içeriğe sahiptir. Bizim yazılarımız kavram ıstılahı yönüyledir. Yoksa halk arasında kullanılan anlam kaydırması ile ilişkili değildir. Ama bilelim ki, aşk kelimesinin anlamını kaydırıp muhabetullah kavramı yerine kullanılırsa, kelime bazında ruhta oluşan mananın baskı şiddetinden dolayı kişide mahrumiyet sağlanır. Çünkü aşk sözcüğünün konuluş sırrı icabı kalpte baskı oluşur. İşte bu baskı muhabetullahın oluşmasını engeller.
Sanı da kalanlar, mutlak kulluğu unutup suni aşklarla kendisini tatmin eder. Allah aşkını hayvani dokunuş zanneder. Allah huşusunu hissetmeden tüketir muazzam değerli olan dünya hayatını. Aşkını gizleyip kalbine gömen hakka yakın kul olur. Aşkını seren ise en çok uzak olur. Çünkü aşk gizlendiğinde, bu kalpte atışları hızlandırıp muhabetullahın doğumunu sağlar. İşte aşkın yaratım amacı budur. Kalbe dokunur ve sen bu dokuyu özüne yayar ve muhabetullaha yol alırsın. Ama kalbe doğan aşkta yoğunlaşıp aklı devre dışı eden ise, Huşuya ermekten mahrum olur. Haşyette ve Huşuya ermeyen aşkı ne yapsın. Birkaç günlük heves ki doğmaz gönlüne nefes, hem takamaz gözüne lens. Alamaz varlıktan aklı kül ile bir nefes. Ama haşyetin sonsuz dalgalarında kulaç açmak herkesin harcı olmadığından, birçok zevat aşkı öne sürmüşlerdir ki bari yokluklarını hissetsinler. İşte bu da bir oyalanmadır ki biz tasvip etmiyoruz. Çünkü bizim gayemiz en az hasarla hedefe varıştır.
Hayvan olarak gördüğün varlıklar, varlığın sıfır noktasında olup kendi varlık terkibi oranında fenafillâh halini yaşarlar. Hayvanlar âlemindeki o sırf teslimiyet kadar bir teslimiyete yükselmeyip, fenafillâha bürünemeyen ve insanlığa muhabbet ile yaklaşmayanlar, hayvandan aşağıya sarkmıştır. Zaten her hayvan diye gördüğün muhabetullah halinde yaşar ve yaratıldığı eylem yolunda fena bulmuştur rabbisinde. Sen işte ey insan! İşte sen haşyete varmak için nefes al. Fenayı geç ve bekaya yol alan ol.
Aşk kişideki her şeyi yakıp kademe kademe fenafillâha ulaştırırken ve orada işi biterken, muhabetullah sonucu oluşan haşyet ve huşu hali, kişide her şeyi yeniden diriltip bekabillaha yolcu eder. Haşyetin getirisi heplikte kendini buluştur. Tüm her “şey”i “şey”siz olarak cem eder. Sonra o “şey”siz nazarda HU adıyla işaret edilen mutlak zatı seyir eder. Öze giden yolculuğa kuru bir maddeci akıl eremez. Çünkü akıl gördüğünün ötesine elinde doneler yoksa vasıl olamaz. İşte imanın nuruyla akleden kişi, sarsılmaz bir iman ile hakikatine ve yaratım sırrına bakıp muhabbeti rahman ile buluşacaktır ki bekaya doğru yolcu olabilsin.
Aşk halk dilinde bir kişinin bir kişiyi sevmesi ve kendi heveslerini onunla tatmini olarak anlaşılır. Bu yönüyle aşk tüm hayvanlarda da mevcuttur. Genelde hayvanların erkek-dişi hormonları zamansal olduğu içindir ki, belli zaman dilimlerinde bir birlerine sarmaş dolaş olurlar. İnsanların erkek ve dişi hormonsal fonksiyonları zamana bağlı olmadığı için, her cins karşı cins ona yöneldiği sürece yönelir. Hele bir cins hemcinsinin ayağına bassın, o zaman görür aşk sandığı tatminlik sevdasını. Aşkta ise, karşı tarafın cinsi olduğu gibi hemcinsi de olabilir. Maşuk aşkını dövse de, sövse de, yerse de, sevse de veya nefret etse de âşık olandan zerre kıpırdama olmaz ve hep sever. Çünkü âşık maşukunda hakkın cemalini seyir etmiştir. Onda yok olmak istemiştir. İşte esas aşk bu aşktır. Bu ise bazen lütuf olarak yansır, bazen de kahr olarak yansır. Âşık ise ikisini de lütuf olarak bilir ve maşuku üzerinden rabbe yönelişini devam ettirir. Hatta ki maşuku onun için sırat köprüsü olmuştur. Sırat köprüsü bazen bıçaktan keskin olur. Bazen de kıldan ince görünür. Âşık bazen üzerinde uçar, bazen de etrafını ateş sarar.
Âşık olanın maşuku Allah ise korkmasın. Yürüyüşünde gözü kapalı da olsa azaptan halas olurmuş. Çekinmeden tüm nazını Allah’a sunup susarmış. Allah aşkının dışındaki tüm aşklar ise, koca bir yalanmış. Kendini kaptıranın içi yara dolarmış. Aslında hakla nurlanıp gözünü halka açanın kendisi maşukmuş. Maşukun maşuka aşkı ise, bir dolapmış. Çünkü öyle bir şey yokmuş. Aşk ile aşklanan maşukların yolları hakka çıkarmış. Aşk insanın aklını başından alırmış. İnsanı dar bir kalıbın içine mahkûm edermiş. Yolların tümünü önüne kapatırmış. Tüm idraki bir noktada toplarmış. Maşukuna açılan pencerenin dışındaki tüm pencereleri kendisine perdelermiş. Ama aşkın ötesinde ve çoğu kişinin içeriğinden gaflette olduğu bir haşyet yatarmış. Huşu ile uyanan kul sonsuz nura ulaşırmış. Nuruna nur katar, kaşını şeytana çatarmış. İşte bu hikâyeyi duyan heveslenmiş ki öyle olmaya. Ama ne çare ki olmak için, olmak fikrini dahi söndürmek gerekmiş. Bunu duyunca sessizce yığılı kalmış. Rabbi aliye ye secde edip ona rücu etmek te çareyi bulmuş.
Hakikatimizin özünü bilmeden, hem etin ve kemiğin ne olduğunu bilmeden gözümüzü açmışız etten kemikten oluşan bedende. Yedi denizi içine alacak kadar engin bir ruha sahip olmuşuz, ama ruhun sahip olduğu içsel aklın ve fikrin ne olduğunu bilmeden yaşayıp geçmişiz. Bir sürü gereksiz saçma sapan fikirler yerleştirmişler beynimize, ama saçmalığın ne olduğunu bilemeden tümünü sahih diye benimsemişiz. Oyunun ne olduğunu bilmeden primatlar gibi oynatmışlar bizi usta bir oyuncu gibi. İçimizde açılan çiçeğin ne olduğunu bilmeden ıstırap çiçekleriyle süslemişiz. Dünyamızı öyle stres ve kaygılarla kavga ederek yaşam alanı edinmişiz. Yaşamın ne olduğunu bilmeden sevgi demişler, aşk demişler, yaşam demişler, farkındalık demişler ve göndermişler bizi dünya kargaşasının içine. Öylece günlerimizin geçirip düşmüşüz ölümün pençesine.
Allah yolu yol oldu bize, onun ilmiyle geldik dize, onun muhabbetiyle baktık size, hiç vurmadık dize, çünkü hayat oldu dize dize. Âşık aşkıyla yanar sabah sabah. Her düşünceyi sayar mubah. Sakın ha açmasın düşüncesini, örneği gerçek sayıp olur agâh. İlmi ferasetini aşka çeviren kişi tüm tasasını kapıda bıraktığı için halk içinde deli gibi pervasızca davranır. İşte bunlara da deli derler. Deli olmadan veli olmaz sözü de buraya dayanır. Ama bu delilikten kurtulanların da çok ender olduğunu bil. Oysaki ilmi ve yönelişi kapıya bırakmasaydı salik, deli olmadan da direk ve hızlıca veli olunulurdu. Tıpkı tüm sahabeler gibi. Sahabeler, Peygamberin ilmiyle ilimlenip tüm velayet makamlarını muhabbetleriyle cem etmişlerdir.
Din, aklı başında kişinin anlayacağı bir düzendir. Aşk ve meczupluk işi değildir. Sevgi başkadır. Aşk bambaşkadır. Sevgide seven ve sevilen vardır. Vechullaha dönen vecih vardır. Hz. İbrahim aleyhi s selamın veçhimi veçhine çevirdim demesi, tüm olayı özetler. Burada iki vecih mevzu bahistir ki, biri reel benlik sahibi olan Allah’ın veçhidir ki, o yanı sıra vecih yoktur. Diğeri vecih içre vecihtir ki, Hz. İbrahim aleyhi s selam bununla kendi sanal benliğine işaret etmiştir. Çünkü aşk düşüncesinde sadece o vardır. Burada yönelen kişi yok olmuştur. Bu da Allah’ın insan için koyduğu hedef değildir. İnsanın hedefi yok olması değil, Allah adına seyre dalmasıdır. Sen kendini yok edersen, kim seyir edecek. Hedef köreltmiş olacak ve emanete hıyanet edilmiş olacaktır. Emanete hıyanet en büyük günahlardan olup, emanetini koruyan emin belde olmaya doğru yola çıkmıştır. Gerisi kaybetmeye mahkûm olup ferasetini toprağa gömmüştür.
Yaşamı dopdolu yaşa, tüm gününün her saatini vazgeçilmez kıymet bil. Kendini duygu denizine korkmadan teslim etme. Duyguların dümen olsun, aklın ise yelken ve iman ile tam yol ileri hep yürü. Üzülmeyeceksin hiçbir aşkın bitişine, çünkü biten zaten aşk değilmiş diyeceksin. Her sonun yepyeni bir başlangıç olduğunu bileceksin. Ne reddedilmekten, ne de bir şeyin bitmesinden korkma. Seni terk edene karşı, ben hep seni sevdim artık sevmeyeceğim diyerek kendini kandırma. Çünkü sevgi kalbe girdi mi, ölsen ve kabrinde bir boy ot bitse de kalbinde o hep ışıldar ve bir daha da çıkmaz. Para da neymiş diyeceksin, var mı diye soranlara, çok lazımsa çalışırım diye kendinden o hevesi uzaklaştıracaksın. Sahte duygular, yalancı sevdalardan kaçacaksın. Bunları teklif eden olursa, beni bir daha oyalama diyeceksin. Seni eleştiren ve sorgulayanlara kendine bak diyeceksin. Her dostum diyene güvenmeyeceksin. Çünkü insanların geneli sana değil, sendekine sahip olmak için seni sömürüyordur. Sana yapılmasını istemediğini asla kimseye yapma. Sevgi kalbine girdi mi, bunu Allah lütfü olarak bil ve sımsıkı sarıl sevgine. Ne onun seni, ne de senin onu kaybetmesine izin verme. Sevgi çiçeğini sula sevinç gözyaşlarıyla. Her gözyaşının seni yeniden dirilttiğini fark edeceksin. Böylece kalbin dirilecek ve haşyete doğru yürümeye koyulacak sın.
Derin irfan sahibi bilgeler huşu ve haşyet ile kabı kavseyne giden yolu öğrettiler. Bu yolda yürürken önce kalb yandı. Sonra içi durulup temiz bir suyla yıkandı. Yanar derken hep odun kömürün yanışını gördüğümüz için bazıları bunu odun kömürün yanışı gibi bir yanış zannetti. Bu yanış başka yanıştır. Bu yanış fer’in aslına kavuşma yanışıdır. Artık hiçbir şey kalbi tatmin edemez olur. Özlem ve hasret duygusu doruk yapar. İşte yolun başı burasıdır. Tek başına yolculuk buradan itibaren başlar. Tek başına hasret yolculuğundaki tüm güzergâhlarda tek başına yolcuğa kavuşan azimli bir yol arkadaşı bul. Ama onunla adım adım yürürken de, tek başına olduğunu bil.
Muhabbet için geldik dünyaya. Gel gör ki ilk iki kardeş kavga etti. Ya koskoca dünya nelerine yetmiyordu. Demek mesele yetip yetmemek değildir. Mesele muhabbeti terk etmektir. Mesele gözü kara olmaktır. Mesele sonsuzluğu et kemik bedenin zevkleri içinde aramaktır. Yeter artık diyelim. Narin narin bize muhabbetle gülümseyip rahmet gözyaşları döken bulutlardan ilham alalım. Tüm insanlığa rahmet olalım. İlgi ile beğeni kardeştirler. Nasıl ki beğeni de muhabbet doğamaz. İlgiden de bilgi doğamaz. Muhabbet ve bilgiyi birleştirmeden ilme ulaşmak ise, mümkün değildir. İlme ulaşmadan da kişide huşu oluşmaz. Çünkü ayet der ki; Allah’tan huşu duyanlar ancak âlimlerdir. İşte bu yazılanlar arınma safhalarıdır. Kişi kendisini bu yola koydu mu, Allah yardım edecektir. Allah’tan başka yardım edecekte yoktur.
Esma-ul hüsnadan her bir ismin zikri, o esma manasının aslına duyulan özlemindendir. Sonu hiçliktir ki sonucu o mananın tüm dehşetiyle beka âleminde kişiliğinin zuhurudur. Bu birleşmenin verdiği haz, cennet meyvelerinin en alt safhasıdır. Derunundan gelen birlik, suretlerde alt yapı oluşturduğu anda muhabbet ortaya çıkar. Farkında olan hiçliğini yaşayarak sonsuzluktaki yerine muttali olur. Farkında olmayan ise, bütünleşmiş zanneder.
Bühl olmak şudur ki; Yaptığını inanarak ve bilerek yapıyorsun. Bir üstü ilmel yakindir ki, şekerden aldığın tat gibi okuduğun, inandığın ve bildiğin şeyin tadına varıyorsun. Bunun bir üstü muhabbet gelir. Tadına vardığın şeye muhabbet ile doluyorsun. Muhabbet, ilim ve tadına varış üçlüsü insanı bir üst basamağa çıkarır. Aynel yakin oluşmaya başlar. Hakkal yakin ise Haşyet halidir ki kişi huşu ehli eder. Birkaç tane kendini tanımaz sofinin aşka gelip söyledikleri laflar yüzünden tasavvuf ehlini şirk ehli görmek ise, en büyük gaflettir. Bırak aşkla eğlenmeyi. Aş aşkın ötesini. Hisset tüm haşmetiyle Allah’ın haşmetini. Öylece oku özüne giden marifet yolunu.
Tamamlayıcı özelliklerle bezenmiş iki birimin birbirlerine olan hasretine aşk denir. Aslında aşkta maşuk yok her iki tarafta aşktır. Maşuk ise ortalıkta oylaman soyut bir içeriktir. İki kişiyi birbirine rapteden içsel dürtüdür. Olayı bilmeyenler bunu hayvansal dürtülere sahip iki beden arasındaki çekiciliğin aşk olduğunu zannederler. İşte bu nari olan çekiciliktir. İstediklerini elde ettiklerinde de birbirlerini aşksal olarak terk ederler. Bedensel beraberliklerini dünyevi ihtiyaç üzerine bina edip devam ettirerek ölümü beklerler. Muhabbette ise terk yoktur. Eriyip bencilliğini terk etme ve akabinde “beka”daki bakiliği fark edip hakikatindeki “fena”lığı bulup bekaya yolculuğu sürer. Bu muhabbet iki insan arasına inşa olduğunda ise, kördüğüm olarak birbirlerine bağlanırlar. En büyük muhabbet kulun rabbe duyduğu özlemdir. Ondan geldiği için ona dönmeğe can atar. Gözünden yaş akar. Canı alan Allah olur. Zaten onundu, sen hakikatini unutarak sahiplenmiştin.
Sevgi bir nurdur insanı arındırır. Aşk ise bir nardır ki insanın kalbini yakar. Sevgisini Allah’a yönlendiren en bahtlı kişidir. Burada aşk devre dışı olup mutlak huzura doğru yolculuk başlar. Sevgisini mutlak olarak bir insana yönlendiren ise, âşık olur. Âşık olan ise, muallâkta kalıp en bahtsız kişiliği elde eder. İnsanın yükseliş mahalli olan özgü sıfata dönenin ise, aşkı başlamadan biter. Varlığın son bulduğu zatta seyre ulaşanda ise, haşyet başlar. Baki ile bakilik yolcusu olduğunun farkına varır. Bu farkına varışın zirvesi, kul cennette rabbini görünce husule gelir. Nasıl ki sen aşka değil, kalbini birine meftun ettiğinde o sana geldiyse, aynen öyle de sen haşyete gidemezsin, haşyette sana gelecektir. Bu da yaptığın amellerin yoğunluğu ve kalbi teslimiyetin istikrarı doğrultusunda senden sana tecelli şeklinde olacaktır. Çünkü ben gideyim dersen sahiplik duygusu öne çıkacaktır. Sahiplik duygusu olanın haşyette işi olamaz.
Aşka kapılan uyandığında aşkı biter ve huşu içerisinde rabbine rücu eder. Rabbine rucu eden haşyet içerinde edeple huzura varır. Huzura varınca ise, tüm hasretler biter ve sadece seyir kalır. Sadece seyrin oluşmadığı ve buna rağmen son bulan aşklar aşk değil tutkudur. Ve kendini aldatmadır. Hem bilinçaltında saklı kalan ve tatminine eremediği eski duyguların tatminidir. Şuna benzer; çocukken yeterince oynamayan ve oyunun hevesi bilinçaltında saklı kalanın bu hevesini ileriki yıllarda oyun oynayarak gidermesi gibidir. Fırsatı oluştuğunda oyun hevesi bitene kadar oynar ve sonra bilinçaltı yeter der ve oyundan bıkar. İşte günümüzdeki genel aşklar da öyledir. Dünyada var olan gerçek âşıklar, elin parmağını geçmez. Gerçek âşık asla maşukuna bilfiil ulaşamaz. Çünkü gözle görülen bir maşuk asla olmamıştır. Gerçek âşık sonsuzlukla hasret giderenden hasrete dalıp hasrette hasreti bulandır. Gerçek aşk ete buda değil veya ikinci bedenimiz olan ruha değil, bilinçten bilince konan ve bilinçsizlik âlemiyle uçmaktır. Gerçek âşık bilinçsizlik denizinde yani a’ma da uçtuğu için, basiretsizler onlara deli derler. Hâlbuki gerçek âşık HU adıyla işaret edilen mutlak hüviyetin etrafında uydu misali dönerler. Bunu görselleştirmiştir Semazen ile Mevlana. Ama haşyet ise, direk HU adıyla işaret edilen mutlak hüviyetin seyrangahı olmaktır. İşte haşyete dalan, daldığı an da döner eski günlerine, güler ve geçer.
İşte huşu ehli olmak için Besmele yaşanılmalıdır. Besmele yaşanılmadan yapılan işler insanı şirk-i hafiye iter. Oradan da büyük şirke saplanmasına neden olur. Sahiplenilerek bir işe yönlenme kişiyi şirk batağında boğar. Besmelesiz en fazla kişi, panteistlikte kaybolur gider. Çünkü beslemesiz onun adına yaptığını sanırsın. Parçası gibi bir şey olduğunu zannedersin. Bu da sadece sanıyla sınırlı olup muhal bir akaittir. Oysaki besmele ile onun adıyla yaptığını fark edersin. Besmele ile kalbe huşu akmaya başlar. Besmele ile bakış, bekaya yolculuk için ilk adımdır. İşte besmele ile senden sana icabet edenin hak olduğuna iman edip veya alenen seyir edip, öylece niyetlenen eyleme yönelmektir. Bu da kişiyi aşktan öte huşu ve haşyetle buluşturup habibullaha ve Allah’ın muhabbetine götürür.
Nasıl ki tecvit ilminin uygulanışı femmi muhsinden öğrenilir, yoksa çok zordur öğrenilmesi. Allah yolundaki manevralar da haşyet ehlinden kişiye yansıtılır yoksa edinilmesi çok zordur. Böyle haşyet ehli sadık bir dostu olan kişiler selam bulurlar. Böyle sadık dost edinenler selam ile olurlar. Huşu ile nazar eden ile bir yerde beş dakika oturmak ganimettir. Onlara selam vermek ise merhamettir. Çünkü selamı alıp sende de selamın tecellisi için duada bulunmuştur.
Haram sıradan bir davranış olduğunda, senin manan kirlenmiş demektir. Kalbindeki siyah nokta büyümüş ve kalbi istila etmiş demektir. Allahın hem yaratıp ünsiyet kazanmamızı istediği, hem de korunup bedensel sezgilerine mahkûm olmamızı istemediği nimet, kadın-erkek ilişkisidir. Dikkat edilip rayında tutulmazsa, kişiyi Allah’tan uzaklaştıran en büyük fitne oluverir. Sakınmamız gereken şey, asla ve asla sahip olma duygusuyla bakmamamızdır. Sahip olma duygusunu oluşturan söz, fiil, davranış, giyim-kuşam gibi enfusu harekete geçiren afaktaki davranışlardan uzaklaşmamızdır. Bizi bu günaha sürükleyen her kelime aşk değil zinaya ön hazırlıktır. O yüzden Allah isra 32′ de der ki; “Zinaya (evlilik dışı ilişkiye) yaklaşmayın! Şüphesiz o bedenselliğin azgınlığıdır! Sonu kötü yoldur!” Allah cümlemizi kendisinden uzaklaştıran her davranıştan uzak etsin. Sırf ve som olmamız için engel olan her davranıştan uzak eylesin.
Aşk denince hemen zinaya götüren tutkuların olduğu ve adına aşk denilen hastalık hafızada canlanır. Allah aşkı hayale bile gelmez. Çünkü Allah aşkında ne âşık vardır ne de maşuk illa hu der durur gönül. Âşık ve maşukun tek olduğu noktada maksat oluşmuştur. Her mahlûk zaten özü etrafında dolanır durur. Bize de nasibe götürecek yönelim yolunda seyir yolcuğu kalır. Bu seyir en büyük mutluluk aracıdır. Mutluluk en müthiş nakıştır. Gönüllere dökülen hakkın deryasıdır. Bu deryayı akıtanlar bedbaht olan aziz kullardır.
Aşkı kalp üretir ve karşılıksız olarak üretim mahalline yönelir. Ona varmak ve onda yok olmak ister. Bazı tutukluk hallerini aşk sanma da vardır. Bu sanılar aşk değil sahip olma hissiyatıdır. Sadece benim olsun der. Kavuşma olursa şayet, nefret başlar. Çünkü bünye sahip olmak ister ve sahip olunca maksat bitmiş ve gözü başka tutkuların peşine düşmüştür. Ama aşk öyle değildir. Âşık olduğu mahal ateş dahi olsa kendisini ateşte yakar. Ateş böceği gibi aşkı hiç bitmez ve ateşin içinde yanarak kül olur. Aşkın hangi gönle gireceğine ise, gönlün sahibi karar verir. Zoraki aşk oluşmaz. Aşk üreten kalb kutlu olduğu gibi, aşk alıcı kalpte kutludur. Eren kişi aşk alıcısı olur. Ermeye talip olan ise âşık olur. Yani birine maşuk diğerine âşık demişlerdir eskiler. Ya âşık ve maşuk olmadan yol alanlar, işte esas kutlu kişiler onlardır. Bunlar huşu ehli olup rableriyle her an sohbet halindedir.
İçinde kora dönen aşk ateşini, gerçek sahibin olan rabbine derin muhabbet olarak çevir ki enfusun ve afakın olsun nurlu. Allah’ın nuru senle olunca ise, yanman biter rahat edersin ey hakkın nazenin kulu. Aşkın olan şeyler insan iradesinde olmayan realitelerdir. Aşkta öyledir ve sadece yönelinen bir sevgiyi barındırır. Allah hibesidir ki insanın kalbine nüzul olur. Tek taraflı olup içinde karşılık beklemek olmaz. Zaten karşılık beklenen aşk değil tutkudur. İşte aşkın en zirvesi ise, eğer uyanma olursa haşyete dönüşüp Allah’a götürür. Eğer uyanma olmazsa, onu Allah’ın gayrından kuruyup cehennem ateşinden uzak eder. Aslında aşkın kavramlar hakkında kullandığımız her kavram mecazdır. Ya aslını bilsek, o zaman mecazlarla geçirecek tek bir anımız olmaz. İşte hedefimiz mecazlardan sıyrılıp gerçeklikle uyanmaktır.
Ulaştığımız hakikat çerçevesinde gördük ki, İslam dinini yerli yerinde yaşam alanı edinmek için yapılan çalışmalarda aşk tercih edilir yol değildir. Çünkü Marifetullah, ilim ve huşu ile gerçekleşir. Bu da El Vedud esma tecellisinin kullar arasında meyvesini görüp, bunun çıkış noktasının Allah’a dayandığını görmekle gerçekleşir. Şu acınacak durum da tarih boyunca yaşanan bir haldir; kişi ilim ve haşyet yolunda derinleştikçe, bu derinliği görenler, o kişiye tapınmaya başlarlar. Tarih boyunca bu aynı şekilde sürüp gelmiştir. Oysaki aynı öz yapıya tapan kişi dahi, aynı şeye sahipti. Hiçte tapınmasına ve ayağına kapanmasına gerek te yoktu. İşte Allah kulu böyle durumlarda bir kavis yapar ki herkesi ters köşe eder. Ona tapanları taptıklarıyla bırakır, gözden uzak ırak yerlere hicret ederler. İşte kişilere tapma veya tapılma, kişiye doğru uzanıp kontrol edilemeyen aşk sonucu oluşan bir haslettir ve büyük bir manevi hastalıktır. Huşu ile karşısındaki kişinin erdiği derinliğe, kendisinde de ulaşacak kapasite mevcuttu. Aşk ile bunu görmez olur. İşte biz bu sıkıntıları gördüğümüz için, insanları aşktan uzaklaştırır, akıl ve iman ile huşu içerisinde rablerine iltica etmesini yeğleriz. İşte bu yolda, tehlike yok denecek kadar minimum olmuştur.
Nankörlükten bir kurtulsak, üzerimizdeki nimetleri görerek yaşasak, her insanın elindekinin Allah’tan geldiğini görsek, acaba davranışlarımız nice olurdu? İşte o zaman Allah’a karşı haşyetle dolar, edeple önümüze bakar, amelimizden utanır olurduk. Tüm görünenler, fili elleyen körler misali sadece yapının bir tarafıdır. Ya tam resmi görebilseydik, acaba aynı şimdi ki gibi mi düşünecektik? Allah’a karşı duyacağımız huşudan kalbimiz sanki yerinden fırlayacak, tir tir titreyecekti. Bedeni terk etmeden yani ölmeden, o görüşe kavuşmaya çalışalım yani ölelim. Yoksa ebeden mahrum kalacağız.
İki cihan güneşi ve Kab-ı kavseyne kadar uruç etmiş Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz gelmiş ve tüm haşmetiyle Allah’ın kanun ve nizamını tüm hikmetleriyle anlatmıştır. Buna rağmen kişide teslimiyet oluşmuyorsa, sanmasın ki mehdinin gelmesiyle oluşacak. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin habibullah olan özelliğini görmeyip başka başka sevgili arayan, olsa olsa Deccale ermiş olacak. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin ders halkasında yer almak ümidiyle yaşayalım. Öylece Allah’tan haşyet doyup mahrumiyetin verdiği azabı da unutmayalım. Nur süresi 52. Ayete kulak verelim: “Ve her kim Allaha ve Resulüne itaat eyler ve Allah’a haşyet besler ve ona korunursa işte murada erecek olanlar bunlardır.”
Hak yolunda dostluk kuranlar bilsinler ki, her anın tecellisi ayrıdır. Bu tecellileri seyir edemeyen ise, dün dostken bu gün dostluğun bittiğini zannedip üzülür. Hâlbuki hakkın huşu ve huzurunu duyup Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yolunda dost olanlar, dün dostken bu gün de dosttur ve bu dostluğu unutmamış ve hatta hatta bir üst halkadan nazar edip tüm haşyetiyle dostlukları sarmalamıştır. İşte bu sarmalama aşktan öte olup El Vedud esma tecellisine mazhariyettir.
Aşkın geliş yerini ve kişide oluşturduğu etkileri karşılaştırmalı olarak meddi ve manevi etkilerini kısaca izah ettikten sonra, gelelim bizim aşk hakkındaki asıl düşüncemize. Akıl, iman ve ilim ile kat edilen yol biraz gayret ve çalışma isterken, aşk ile bu yolun bir kısmı hızlıca kat edilir. Ama ilim ile erişilen yol, bekadan nazar ile yolculuk olup sonu haşyet olurken, aşk ile erişilen yolun nihayeti fenada kendi yokluğunu seyirdir. Bu çok kısıtlı bir yolculuk ile kendisini nihayette bulmasına sebep olur ki, ötesine geçmesini hayal bile edemez. Çünkü artık mühür basılmıştır. Sen kendine mühür bastırmadan yolculuğunu sürdür. Bil ki yolun sonu yoktur. Tüm hayvanlar da fenada sonsuzluğa uzanıyorsa, yoluculuk için haşyet değil de aşkı seçenler, aynı güzergâhta ilerleyenler ile sonsuzluğa uzanır. Sen beka ile yolculuk et ve haşyet ile huzura var.
Kur’an ve sünnet ışığında yol almak zorundayız. Kuran ve sünnet bizim akılsız bir şekilde birine teslim olmayı kesinlikle yasaklar. Taklit ehli olmamızı defaatle reddeder. Kur’an, Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellim efendimiz dahi üzerimiz çoban değil gözetmen olduğunu haykırır. Çobana koyunlar gözü kapalı bağlıdırlar ve hasbelkader kader önündeki kayayı görmeyip uçuruma yuvarlansa, arkasından koyunlar teker teker yuvarlanır. Hatta bazen bu haberlere konu bile olabiliyor. Ama gözetmen ise, öğrenciyi yetiştirir ve kendi gibi akıllı ve bağımsız bir birey eder. İslam’ın bir hedefi de insanı insana kul etmekten kurtarmaktır. İslam’da en büyük ibadet köle azat etmektir. Aşk kişiyi kişiye gönüllü köle etmektir. Sen aklını kullanma mat et ve dediğimi kabul et düşüncesi tümüyle Kur’ana terstir. İşte Aşkta akıl mat olur ve birey bireyliğini kaybeder.
Hâlbuki Allah gizli bir hazineyken sanal benlikli insanı var ediyor beni bil kulluk et diyor. Bana âşık ol ve zihnen kendini ikinci birey olarak görüp bende yok ol demiyor ki, bu zaten muhaldir ve illüzyondan öte de değildir. Evet, Allah’ın El Vedud ismi vardır ama Vedud ismi aşk anlamında değildir. Aşk, vedud esma manasının ifratıdır ve bu da kesinlikle yasaklanmıştır, hem sahabe yolu da değildir. Sahabe nefsim annem babam sana feda olsun derdi Allah resulüne. Asla ve asla sana fena olsun demezlerdi. İnsanların birinde kendisini fehmen fena olduğunu zannetmesi kadar vahim bir olgu olamaz.
Zaten fenafillâh denen hal bile, ıstılahta olan anlamıyla anlamlandırılamaz ve o anlamıyla gerçek sanılıp düşünülemez. Bu düşünce kesinlikle muhaldir. Kişinin kendi benliğini Allah’ta yok etmesi diye bir şey olamaz. Öyle bir şeyin düşünülmesi ve kanıyla yaşanılması, insanlık şerefini hiçe saymaktır. Unutmayalım ki, insan ve cin dışındaki her varlık zaten fenafillâh halini bizzat yaşıyordur. Öylece işlevini eksiksiz yerine getiriyordur. Ama insan ve cin, yaratılım amacı itibarıyla, bekabillaha göz dikmiş haldedir. Yani Allah adıyla seyir eder ve öylece yükseldikçe yükselir. Bu yükselişin bir sonu da olmayacaktır. Allah adıyla yaşam bulduğunu hisseder ve öylece varlığa nazar ederek zevkine dalar. Allah adına seyir etmez veya kendisini onda yok edip kendisinde dirilenin Allah olduğu sanısına kapılmaz. Öylece Allah’ta kendisini yok edip sadece Allah seyir etsin demez. Zaten o zaman, insanın yeryüzündeki halifeliğinin anlamı da kalmaz ve yeryüzündeki işlevi de anlamsız kalırdı. İnsan yeryüzünde anlamsız bir oyun için yaratılmadı. Bizzat hakikatinin sırrını keşfedip Allah namıyla hareket ettiğinin gerçeğine vasıl olmak için var edildi.
Dikkat edin ki biz yeryüzünün halifesiyiz ve Allah namıyla iş yaparız. Asla ve asla Allah olarak veya Allah namına iş yapmayız. Zaten öyle düşünen küfre düşmüş olur. Tüm açıklamalardan sonra her ne kadar aşk içeriğinin birçok olumlu yönü olsa da, bu kavramı her kim İslam literatürüne koymuş ise büyük vebal üstlenmiştir. Hiçbir ayette Allah’a âşık olup kendinizi onda eritin demiyordur. Kur’an tüm ayetleriyle ayan beyan ortadadır, inceleyebilirsiniz. Derseniz şu şu şu kişiler aşktan bahsettiler ve ulvi makam dediler, onlar hata mı etti derseniz, evet hata ettiler ve vebale girdiler deriz. Unutmayalım ki ismet sıfatı yani Allah’ın dinini sunarken hatasızlık özelliği sadece ve sadece Allah’ın resullerine ve nebilerine aittir ve bu da Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellim efendimiz ile son bulmuştur. Onun için kim ne dedi değil, Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellim efendimiz ne dedi diyelim ve rotamızı ona göre ayarlayalım. Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellim efendimize çıkmayan her yol engellidir. Engelli bir bedenle yollarda ilerleyen ise, tüm yollardan istendiği gibi geçemez, er veya geç bir gedikte toslar.
El Vedud esması terkip oluşturan melekelerin tam merkezinde yer alır. Vedud esmasıyla işaret edilen kuvve terkip oluşturan tüm esmaların kutbudur. Vedud esması her terkipte yer alır. Bazı terkiplerde El Vedud esma çekim gücü güçlü olur. Diğer terkipler o terkibe yönelir. Sevgi zuhuru çok baskın olur ve herkesi sever. Bazı terkiplerde El Vedud esması zayıftır ve sevgi zuhuru çok az olur. O kimseyi sevemediği gibi kimsede onu sevmez. El Vedud esma tecellisinde karşılıklı sevgi akıntısı olur. Örneğin kişi Allah’ı sevdiği kadar onun Kitabına ve yoluna sarılır ve ondan utanır, Allah’ta o kulunu sever.
Dikkat ederseniz o siz onu seversiniz o da sizi sever. İnsanlarda da öyle, siz seversiniz sevdiğiniz insan da sizi sever. Ama Aşkta öyle değildir ve etrafında dönen vedud esma kuvvesi yoktur. Kişide tek taraflı olarak birine tutunma vardır ve asla iki taraflı bir akıntı yoktur. Dolayısıyla Allah’ın El Vedud esma kuvvesinden uzak yaşayıp tek taraflı bir esintiyle kendisini aşka verenin durumu psikolojik bir vaka olur. Çünkü âşık olanın gözü görmez, kulağı duymaz ve hatta aklı iflas eder. Ne yani, İslam dini akıllı kişiye gelmişken sen kalkıp psikolojik bir baskı ile aklını çöpe atarsan, gözünü kör edersen veya kulağını sağır edersen bunun hesabını Allah sormaz mı? İslam öğretisinde hakikatine doğru deruni bir bakışla dalmak, ancak sıhhatli bir akıl ve doğru bir tefekkürle gerçekleşir.