YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Tüm Kur’anın vermek istediği esas mesaj Fatiha’da, Fatiha’nın besmelede, besmelenin tüm içsel mesajı ise başındaki “BA/ ب” harfinde cem olmuştur. Allah bize bismillah ile başlatır Kur’anın hitabını. Rahman talim etti Kur’anın fermanını. Rahim varlığı “var”lıktan çoğalttı bize verdi adını. Hamd ile kendisiyle buluşturdu tüm varlığını.
İnsandan okunan kıraat, kâğıttan okunan ise tilavettir. Kur’anı tane tane okuyup kendinde kıraati seyir ise tertildir. Öncellikle bilelim ki, okuduğumuz Kur’an meali, Kur’anın tercümesi değildir. Mealler Kur’an değil ama Kur’an hakkında kısaca malumat verir. Mealler çeviri yapanın kendi anlayışı kadar Kur’andan anladığıdır. Meale bakıp Kur’andan hüküm çıkarmak ise, işin hakikatinden yoksun oluşun en büyük kanıtıdır.
Bilelim ki, Kur’an ve Rasulellah bizi asıl kitaba götürür. Asıl kitaba, ElifLamMim (الم) ile işaret edilmiştir. Bakara süresinin birinci ayeti olarak bize sunulmuştur. Kur’an bir bütündür ve sünetullahtan insanı ilgilendiren kadarını açıklar.
Bil ki peygamberler hevalarından konuşmazlar. Çünkü peygamberlerin gözetmenleri bizzat Allah’tır. Gözetmeni Allah olan kişinin, günaha meyli düşünülemez. Veda hutbesinde Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuştur; Ey Müminler, “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın Kitabı Kur’an-ı Kerim ve Rasulellahın sünnetidir”.
Allah dinini sapasağlam insanlıkla paylaşmak için, peygamberlerini yani tüm nebi ve rasullerini doğumdan ölüme kadar korumaya almıştır. Allah, peygamberlerini ismet sıfatıyla yaratmıştır. Onun için hiç şüpheye düşmeden sarılalım hatmunnebi olup Allah’ın son rasulu olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bize sunduğu prensiplere ve öylece Kur’anın seyrine dalalım.
Kur’anı kafamıza göre okuyup ve istediğimiz şekilde mana verirsek hata yaparız. Kur‘an ancak, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı gibi ve nüzul sebebinin ruhuna uygun anlamlandırılırsa anlaşılır. Yoksa günümüzdeki gibi yüzlerce ve hatta binlerce fırka ortaya çıkar. Sonrasını ise, çatışma ölümler takip eder.
Her bir âlim, Kur’ana açılan bir penceredir. Her biri ayrı kenardan görür. Çünkü her insanın meşrebi yani bakış açısı ayrı ayrıdır. Tümünden faydalanmak gerekir. Ama herhangi bir âlimi putlaştırıp, etrafında kümelenip, diğer insanları dışlamak ise Kur’ana karşı nankörlüktür. Hatta hatta gaflet ve dalalettir. Her çeşmeden su iç ama hiçbir çeşmeyi dışlama. Ama hiçbiriyle de kayıtlanma. Tek kayıtlandığın Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olsun. İşte o zaman zarar etmezsin.
Maide 104 rabbimiz şöyle der; Onlara: “Allah’ın inzal ettiğine ve Rasule geliniz” denildiğinde, “Babalarımızdan gördüğümüz bize yeter” dediler. Babaları bir şey bilmeyen ve hidayet üzere olmayanlarsa da mı? Kur’anın her ayeti birebir bize hitap eder. Çalışmak ve mantık yürütmek her birimiz üzerindeki Allah hakkıdır. Ayete dikkat ettiğimizde hem nazil olan Kur’ana hem de Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize geliniz diye apaçık hitap vardır. Çünkü Allah ve rasulunun bizlere bildirdikleri hakikatler asla ayrılamaz. Çünkü rasulullah asla ve asla heva ve hevesinden konuşmadı. Her hal ve fiilinde hem söyleminde Sünnetullahı hakkal yakin görerek amel eyledi.
Bazısı der ki, Kur’ana uymayan hadisleri reddederiz. Bizde deriz ki; Kur’ana uymayan şeyi bulmak için önce Kur’anı anlamak gerekir. İşte mutlak vahyi anladığımızda peygamberimizin sözlerinin mahiyetini anlamaya başlarız. Çünkü din sadece vahiydir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin konuştuğu her şey vahiy iledir. Her şeyi ama her şeyi vahiy iledir. Vahiylerin bazısı özün özüdür ki buna Kur’an denir. Vahiylerden bazısı özdür ki buna Hadis-i Kutsi denir. Vahiylerden diğeri ise özden fışkıran ilmin yaşama yansımasıdır ki buna da Hadis denir. İşte onun yoluna giren Allah dostu olur. Allah’ın dostları lekesiz şeffaf cam gibidirler. Sessiz ve sözsüz… Cam şeffaf ve tertemiz olunca yok mu oluyor? Hayır, cam orada kapı gibi duruyor. Ama renksiz ve sade… Ondan güneş ışını orijinal olarak yansır. Allah’ın bizdeki güneşi Kur’andır. Eğer Kur‘an bizden, bizim nefsi şeklimiz bulaşmadan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yansıttığı gibi âleme yansıyorsa, Allah dostu olmaya doğru adım atmışız demektir.
Allah’ın değişmez nizam ve kanunlarının tümüne din denir. Bunun adı da İslam’dır. Peygamberler vasıtasıyla insanlığa ulaşan ise, Allah sünnetinden insanı ilgilendiren kadarıdır. Kur’an, bu sistem ve düzenden insanı ilgilendiren kısmının tüm ayrıntılarını mücmel olarak anlatır. Rasul-i Ekrem ise, Kur’anın nasıl yaşanacağını bilfiil gösterir. Hem Kur’anın müteşabih olan kısımlarını örneklerle idraklerimize mufassal olarak sunar.
İşte kim Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin anlatımlarına uyarsa, kendi için uymuş olur. Kim de kulak ardı edip nefsin anlık çekiciliğin duygusal hayalleri peşinde koşarsa, kendi elleriyle teptiği hakikatten mahrumiyetten edindiği zararın acısını çekmeye mahkûm olur. Çünkü ne Allah’ın ne de Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bize ihtiyacı yoktur. Ama bizim hakikatimize uygun amel etmeye ihtiyacımız vardır.
Hem şunu da bilelim; Kur’an da her şey vardır derken, insanla ilgili olan her şey vardır demektir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz vasıtasıyla bildirilen Kur’anda, Allah’ın değişmez düzeninden insanı ilgilendiren kısmı anlatılır. Daha nice nice âlemler vardır ki insan onları hayal bile edememiştir. Çünkü insanın kapsamı dışında olan bir şeyin idraki insan için oluşamaz. Örneğin bal arısına vahiy edilenlerin içerik sentezini Kur’anda bulamazsın. Çünkü bal arısına vahiy edilen, Allah’ın değişmez nizam ve kanunundan bal arısından okunandır. Bizimle alakası yoktur. İşte her varlığa Allah’ın değişmez nizam ve kanunundan ona göre gerekli olanı öğretilir.
Kur’an, Allah’ın sistem ve düzeninin bizden okunanıdır. Daha farkına varamadığımız nice boyutlar mevcuttur. Kur’anın anlaşılır olması demek, Kur’anın yani Allah’ın mutlak kitabının insan boyutuna göre anlatılması olayıdır. Bu demek değildir ki, her okuyan hemen tüm Kur’anın hepsini anlayacak. Bazen bir ayet üzerinde saatlerce düşünür, yeni yeni manaların çıktığını hayretle temaşa ederiz der derin ilim sahipleri. Birde anlamadığımız ayetler oluyor ki, onları da daha çok okumuşlara sorarız derler aynı kişiler. Kur’anı Kerimi kimseye sormaya gerek yok, zaten kolaydır anlarsın deyip milleti gaza getirenlerin nasıl anladıkları ortada. Biri Allah geleceği bilmez der. Biri kader yoktur der. Biri reenkarnasyon vardır der. Biri insan maymundan gelir der, derken uzayıp gider yanlış mülahazalar. Kur’anı kerimi anlamak için meal yetmez kardeşim. O kadar kolay mı sandın rabbul âleminin sonsuz ve sınırsız olan tek kelimeden oluşan sessiz sözsüz kelamını. Evet, arınmayan el süremez.
Şuurun gereksiz bilgilerle dolu olması, ya Kur’anı dışarıda bırakır veya bir hobi olarak hobilere eklenen bir hobi olarak bırakır. Oysaki irademizi elimize alıp şuurumuza doldurduğumuz tüm gereksiz bilgileri temizlersek ve orada sadece Kur’anı bırakırsak, o zaman alacağımız sefanın tadına varırız. Yoksa öylesine diğer hobiler gibi vakit geçirdiğimiz bir hobi malzemesi olarak kalacaktır.
Kur’an kusursuzdur. Çünkü Kur’an, Allah’ı tanıtma babında, insanı tanıtma babında ve insan ile Allah arasındaki ilişkiyi sunma babında her ne gerekiyorsa eksiksiz bir şekilde bize anlatmıştır. Kur’an, yüksek tahsil yapmış kişilerin anlayacağı, sıradan kişilerin anlayamayacağı bir şey de kesinlikle değildir. Kelime-i tevhitte anlatıldığı gibi, Allah yanı sıra yönelim alanlarından dönüp yönünü sadece Allah’a çevirip Muhammed rasulullah gerçeğine yapıştıktan sonra, kişinin inanç dünyasında İslam dinine göre yaşam oluşur ve Kur’anı anlamaya başlar. Yoksa istediği okulu okusun veya istediği kadar Arapça bilsin, Hz.Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin çizgisinde Allah’a inanıp gönül bağlamayanlar, Kur’anın içeriğini hissedemez. İşte bu şekilde Allah’a yönelen tevhid yapmış ve şirkten arınmıştır. İşte bu hakikate binaen denmiştir ki arınmayan el süremez.
Kur’an ayetlerindeki tüm anlatımlar tam açık olarak söylenmiştir. Ama her bir insanın anlama kapasitesi değişken olup kendisine göre sınırlı olduğu için, herkes nasibi kadarını Kur’andan alır. Çünkü birçok ayet müteşabihtir ki, ancak ilimde rasihun olanlar, onun Allah indindeki yerini temaşa edebilirler. Kişi nasibi kadarına ise, işte budur Kur’an dediğinde kavgalar başlar. Çünkü başkası başka bir şey anlamıştır. Sen ise kapasitene göre başka bir şey almışsındır.
Ama “ben şu ayetten şunu anladım” ve “sen ne anladın?” müzakere edelim, beraber derinleşelim söylenip ilimde beraber yol alalım denilirse, böylece sadık bir kalple saygı dairesinde yükselip ilmi paylaşımlar yapılırsa, kolektif bir ilim ortaya çıkar. Sonrasında ise, insanlık yükselir de yükselir. Ama ne çare ki, nefsi emmare devrede olup insanların bir birini kabullenmekten alı koyuyordur. İşin hakikatinde hiç kimse kendisini bilmiş addedip karşısındaki kişiyi cahillikle suçlayamaz. Ama ne yazık ki nefsi emmarenin devrede olması, bunun fiili yaşamda yaşamını engelliyordur. Ancak nefsini tezkiye eden ise, bunu başarabilir. Onun için de birinci hedef zikirler ile manaya doğru uzanan letaiflerimizi paklayıp nefsi hizaya getirmektir. Sonrasında zaten ilmin kapısı bizlere gülümseyecektir.
Hiçbir zaman kendimizi üstün veya bilmiş bilip insanları küçümsemeyelim. Çünkü her insan rabbe açılan bir penceredir. Hangi pencereden ne görünür, buna rabbi karar verir. Hem sen ey kendini bilmiş zannedip öylece halk hakkında ahkâm kesip millete cahil diyen kişi; işaret parmağınla karşıya işaret edip ona bir sıfat taktığında, aslında alttaki üç parmak geriye doğru sana işaret eder ve der ki, o sıfat senden üç kat fazla zuhur etmektedir. Sen madem Kur’anı anladın, ilim ehlisin ve kendini bilmiş sanırsın, o zaman tanımayanlara tanıtmak zorundasın. Öyle herkese cahil deyip işin içinden sıyrılamazsın.
Kesinlikle aklımızın kısıtlı olduğunu bilelim. Onun için de imanla beslenen akla muhtaç olduğunun idrakinde olalım. Aklımız hakkıyla yetmez Kur’andaki tüm sırları çözmeye. Onun için de Kur’ana iman etmişiz. Ayrıca muhtacız hem Kur’ana hem de hadise. Kur’an ve hadislerdeki sırlara aklımız erdiyse ne ala, ermediyse doğru olan Kur’andır ve sünneti rasulellahtır deriz ve yaşantımızı öylece düzenleriz. Hem bilelim ki, Hadislere inanmayanların Kur’ana da imanları yoktur. Onun için dönme dolap gibi nefsin istekleri etrafında dönmeyelim. Yolda sabit duralım, ağır ve vakarlı olarak hakka yol alalım. Sadece Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bakışıyla Kur’ana yönelip, öylece Allah’ın sünnetini baş tacı edelim. O zaman tüm kavgaların bittiğini hayretle seyrederiz.
Kur’ana inanmayan, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize el verip bey’at etmeyen, öylece ondan feyiz alıp özüne yönelmeyen kişiye, acaba mehdi gelse ondan ne alabilir ki? Kur’andaki her bir emir, bir somut hükme dayanır. İşte söz de Kur’ana iman edip ama öz de Kur’andan uzağa düşen İslam âlemi, bölük parça oldular. Milyonlarca kişi aralarındaki ihtilaftan dolayı katledildi. Ve hala öldürmeler devam etmektedir.
Oysa çok basitti. Sadece Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize tabi olacaktık. Fırkalara ayrılmayacaktık. Hani Kur’ana iman etmiştik. Bakalım şu ayete; “Hep birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölük bölük olmayın ve anın Allah’ın size verdiği nimeti, anın o zamanı ki düşmandınız birbirinize, kalplerinizi uzlaştırdı, nimetiyle kardeş oldunuz. İçinde ateş dolu bir çukurun tam kenarındaydınız, sizi kurtardı oradan. Allah, doğru yolu bulursunuz diye delillerini böyle açıklar işte.” Ali İmran 103 Ayette görüldüğü üzere hani Kur’an fırkalara ayrılmayı yasaklamıştı. Hani Kur’an hükümleri bizim için vazgeçilmezdi. Hani bir ayete bile inanmayan kâfir oluyordu. Hani bir ayeti bile tatbik etmeyen fasık oluyordu. İşte fırkalara ayrılanlara mehdi de gelse, ona karşı durup fırkasını hak bilip onu batıl bileceklerdir. Çünkü İslam dışında alt isim kullanıp ayeti inkâr etmeden fırkalarra ayrılanlar, İslam’ın ruhundan uzaklaşmış ve fasık kimseler olmuşlardır.
Kur’an yeter der bazı hakikatten habersiz yaşayanlar. Elbette Kur’an yeter ama Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olmadan Kur’anı anlayacak ve anlatacak bir babayiğit göster de yeter diyelim. İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünneti ile hemhal olanın yaşamını Kur’an kuşatır. Yoksa kafasına göre Kur’anı anlamlandırmayı oluşturur da, nasıl bir girdaba yuvarlandığının dahi farkında olamaz. Kendisini ise, hala doğru yolda olduğunu sanır.
Kur’anın ilmini Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünneti doğrultusunda salt olarak yargısız bir şekilde hikmetleriyle beraber güncel bir anlatımla aktaracaksın. Aktardığın kişi aklını kullanıp kendine yol çizmelidir. Yoksa sana göre bir çizgiye girer ki, taklidi bir yaşam sürüp gider. Dikkat edilse Kur’an salt bilgi olup doğru veya yanlışı bize aktarır. Dileyen doğru yolu tutar, dileyen de yanlışı. Sonucuna da kendisi katlanacaktır. Çünkü kişiden sudur eden amelin sonucu kesinlikle kişiyi bulacaktır.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, hakikatini oluşturan sonsuz güçle iletişim ağına ulaşınca, rabbul âleminden kendisine doğru kapı açıldı ve sunum başladı. Dikkat edin vakıa 80. Ayeti “Âlemlerin Rabbinden indirilmedir.” Şeklindedir. Âlemlerin rabbi de Allah olduğu için, Allah nazil etmiştir deriz. İşte Allah Kur’anı rububiyet sıfatıyla insana indirmiştir. İnsan da kendi nefsi terbiyesini Kur’ana göre düzenlerse, rububiyeti itibarıyla Allah’ı tanır ve rabbim Allah’tır hakikatine ulaşır. Onun için denmiştir ki, nefsini bilen rabbini bilir.
Kur’an bizden okunandır. Dışsal veya içsel bir ilah olup senle alakası olamayan bir güç tarafından göndermiş gibi Kur’ana bakarsan, yerinde sayarsın. Hem önüne sayısız soru işareti çıkar. Oysa insan Allah ile kaimdir. İşte insanın Allah ile kaim olma olayı, Allah’ın rububiyeti gereğidir. Kur’anın insana inişi de, Allah’ın rububiyeti itibarıyladır. Rububiyet itibarıyla Allah ile ilişkimiz, bizim onunla kaim olduğumuz gerçeğinin dile gelişidir. Kur’anın her bir ayeti, Her bir ayetinin her bir bölümü bire bir bize hitap eder. Hitap ta yerini bulup o hitapla saf olduğumuzda, İslam’ın tadını alırız. Her gözümüzü ayetlerde gezdirdiğimizde, yeniden o ruha kavuşmak umuduyla okuyalım. Çünkü Allah’ın istediği şekilde Kur’an okumayı öğrenmeden, muhammedi olmak olanaksızlaşır. Kimse kendini kandırmasın ki, Muhammedi olmadıkça da tefrika asla bitmez.
Hem nasıl olacak ki Kur’an âlemlerin Rabbi tarafından nazil olacak, ama içinde hiç ruh ve mana namına bir serzeniş olmayacak? Böyle düşünenin düşüncesine şaşarım. Kur’anın ayetleri üzerinde ifrat ve tefritten uzak bir şekilde, vermek istediği ruhu anlayarak tefekkür edelim. Örneğin, tarihin karanlık devirlerinden kalma ve adetlerin en fenası olan, insanlığın özgürlüğünü elinden alıp mal gibi alınıp satılması olan köleliliği veya cariyeliliği yok etmek için çırpınan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi, köle ve cariye zihniyetiyle anmak en büyük nankörlüktür. Bu zihniyetten arınıp hür bir insanlık profili oluşturmak için gereken her şeyi önümüze sermiştir. Biz inat edip gerçeklere karşı kör davranırsak, gözümüzü kapatıp yürüdüğümüz için, akıbetimiz bir çukurun dibi olacaktır.
Düşünsenize tüm toplum öyle ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi tek başına karşılarına dikiliyor ve en büyük sevabın köle azadı olduğunu söylüyor. Aslında İslam’da kölelik yoktur. Var olan hükümler de o günün şartları içinde mevcut olan köleliği bitirmek içindi. Kur’anda dahi nasih ve mensuh ayetlerin olduğunu unutmayalım. Sonradan gelen ayet daha bir kapsayıcı olarak önceki ayetin hükmünü ortadan kaldırıp esas hedefi insanlığa bildirmiştir. Örneğin veraset ayetleri inince, terekeyi vasiyet için önceden gelen ayetlerin hükmü sınırlandırıldı. Öylece yeni ayetlerle yaşama geçildi.
Kur’an, Allah ismi ile tanımlanan müsemmadan bize hitap olduğu için, ister anlamını bil ister bilme, ister diriye oku ister ölüye, ama sırf ve yönelerek okunduğunda, kişinin ruhunu Allah ismi müsemmasına aksettirir. Allah adıyla okuma ve yaşama geçilme hâsıl olur. Hakka teslim olup her gün Kur’andan bir bölüm okursak, bizde zuhur eden tecellileri gün gibi görürüz. Anlamını bilmeden okumak bir şey kazandırmaz diyen hakikat cahillerine sakın kulak kabartmayın. Hatta onların defterlerini zihninizde dürün. Ve öyle diyen kişilerden uzaklaşın.
Kur’an diriler içindir derken bildiğimiz manada değil buradaki dirilik. Zaten ayete dikkat ederseniz, önce diriler kelimesi geçer. Ayet sonunda da kâfirler kelimesi vardır. Yani Ölüden kasıt kalbi ölü olan kâfirler denmek istenmiştir. Diriden kasıt ta iman ehli olan demektir. Bir kere Kur’ana dokunmak için tahir olmak gerekir. Öncellikle bu hususu anlamak gerekir. Şer’i boyutu baki kalmak kaydıyla Kur’anın anlamını idrak edip hissetmek için ilk önce şirkten arınmak gerekir. Çünkü şirk ehli necistir.
Bu ayeti idrak edemeyenler derler ki; bedenen ölüp dünyamızı terk eden için Kur’an okunmaz. Oysaki sayısız dua ayeti vardır. Sen bu dua ayetlerini Allah kelamı ile dünyandan çekilen kişi için yaparsan günah mıdır? Kişi ölmüşüne dua edemez mi? Kur’anın tesiri diri kalpleredir. Ebucehil yaşamıyor muydu? Kur’an fayda verdi mi ona? Demek ki Ebucehil yaşayan ölüydü. Biz ölümün yokluk olduğuna inanmıyoruz. O yüzden dünyamızdan ayrılan için dua ederiz. Hem de Allah kelamı ile dua etmekten mutlu oluruz.
Kur’an okurken çıkardığımız seda sedamız olmuyorsa, Bol bol nostaljik yapmışız demektir. Hoş seda bırakanların sedalarını nostaljik olsun diye hatırlayanların hatıraları hobiden öteye geçmez. Esas olan o sedaların bizim de sedamız olmasıdır. Dikkat edin ki buradaki kasıt çıkardığımız sesin yaşam sesimiz olması gerektiğidir. Yoksa okurken hâsıl olan enerji üretimi ruhumuza zaten otomatik olarak yüklenir. Bu enerjinin hâsıl olması için sesimizi evirip çevirmeye hem nağmeler ile süslemeye gerek yoktur. Zaten et kemik bedenimiz sessiz sedasız tüm hal ve hareketimizi ruhumuza kayıtla meşguldür.
Hani kıyamette eller şahitlik yapacak, ayaklar şahitlik yapacak der ya ayet, işte her organımız işlevini ruha yüklemekle meşguldür. Ve yüklenen kıyamet günü bizimle buluşacaktır. Ayrıca Kur’an okumak gerçekten en büyük sanattır. Ama birine ücretle okumak Kur’ana ihanettir. Okursun okutursun ama karşılıksız. Hatta gözün Allah’ın vereceği şeyde dahi olmasın. Çünkü okuyan zaten Allah ismi ile işaret edilen mühre ayna olmaya yaklaşır. Ama beklentisi olan beklentisiyle kalır. Çünkü biz, beklentisiz olarak bize taltif edilen hakikati muhammediye ye ayna olmak üzere yola koyulduk. Her türlü beklenti, bizi hedefe ulaşmaktan engellemek için birer takoz olacaklardır.
Her ayetin, zahiri manası olur. İlk bakışla bunu herkes kendine göre okur. İçindeki anlamına göre hazırlığını yapar. İçinde bulunduğun duruma göre her ayetin zahiri haktır. Sakın her hangi bir zahiri hükme batını mana verip zahiri anlamını inkâr etmeyesin. Her ayetin batını manası da vardır ki onu ancak fakih olan ilmin ehli bulur. Unutma ki, zahiri manasına teslim olan onu nefsinde görür. Hissetmeye başlar hem hayat tarzı olur. Varlığa bakışı hissiyatı bambaşka olur. Her ayetin matla’ı vardır ki, işte matla’ı anlam, insanı mest eder. İşte Kur’anın batini manasına gömülen ise, onu hayata arz eder. Alır gün yüzüne çıkarır ve hayat tarzı eder.
Lakin Kur’an, zahiri bakış ile her insana hitap eder. Zahiri bakış Kur’anın cesedi gibidir. Batini bakış ise, Kur’anın ruhu gibidir. Matla’ı ise benliğe bürünen bilinç gibidir. Tüm manalar insan ile bir bütün gibidir. Aslında tüm manalar tek manaya işaret eder ki, o da senden tümüyle kopuk ve sadece ulûhiyet üzerine inşa edilen bir yaşantıya hayır demek içindir. Onun için Allah yanı sıra bir yönelim alanına dönmeye hayır diyerek şirki reddeder. İllellah derken sadece Allah gerçeğini derk eder. Böylece insana layık olduğu saygıyı teslim eder.
İşte her bir ayetin batini ve işari manalarının yanında zahiri manaları da esastır. Örneğin Kur’ana baktığımızda camilerin inşasıyla ilgili birçok ayet vardır. Hadisi şeriflerde de camilerle ilgili birçok hadisi şerif bulunur. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz Küba’ya vardığında ilk işi mescit inşası olmuştur. Medine’de ilk işi Mescidi nebevinin arsasını alarak Mescit inşa etmiştir. Sahabeler bir yere İslam’ı tebliğe giderlerken, mabetlerde ibadet edenlere karışılmaması emir edilmiştir. İşte bunun gibi tüm ayetlerdeki zahiri manalar da, aynen yürürlüktedir.
O kadar hikâye dinlemişiz ki Kur’anı bile hikâye sanmışız. Oysaki her ayette Allah, bize ayrı bir ders veriyordur. İnsanı inciten insanlıktan nasibini almamıştır. Velev ki ben iman ehliyim desin. Velev ki Allah’u ekber desin. Velev ki kılıcının ucuna Kur’an sayfası geçirmiş olsun. Çünkü yeryüzündeki ve gökyüzündeki en kutsal varlık insandır. Şöyle sorulabilir; ben sabahtan akşama kadar sadece Arapça dille Kur’an okursam bana faydası nedir? Olay şu, mikro feza olan varlığın ile makro feza olan on sekiz bin âlem arasında senkronize oluşacak ve senin ruhunda öyle muazzam açılımlar olacak ki, bunu ancak okuyan bilir. Şöyle bir soru da sorulabilir; Kur’anda kadına niye hitap yoktur? Çünkü genel ayetler erkeğe veya kadına değil, tüm Hz. Adem aleyhi s selam çocuklarınadır. Kur’an evrensel konularda sadece kadına veya erkeğe değil, tüm insanlığa hitap ediyor. İşaret zamirinin hu ile gelmesi bu hakikati değiştirmez. Çünkü başka edat yoktur. Hatta ki, Allah’a dahi hu edatıyla işaret edilir. Ama dünyevi eylemlerle alakalı olarak erkeklere ayrı hitap edilir, kadına ayrı hitap edilir. Kur’ana dikkatli bakılınca, bu gerçek görülecektir.
Gerçek şudur ki, Kur’an ile insan ikiz kardeştir. Nasıl ki Kur’an ayetleri açık uçlu olup tüm zamanları kuşatıyorsa insan da öyledir. Saf ve som ol ki kuşatıcı gücünü hissedesin. Kimse kafasının estiği gibi hakka vasıl olamaz. Benim yazılı Kur’ana ve resule ihtiyacım yok diyen kişi, başkasının ihtiyaç malzemesi olmuştur. Hem Kur’an bir bütün olup tümel bir yapıdır. Ayetlerin ayrı ayrı yerde olması bu gerçeği değiştirmez. Hem unutmayalım ki şirk necistir, iman hadesten taharettir. İmanın hakikatine ererek hadesten taharet al ki Kur’anı okumaya başlayasın.
Özünden bakan kişinin ruh ikizi tüm fezadır. Sonsuz gibi duran, oysa kendi bünyesinde sonlu olarak yaratılan fezanın içinde bulunan her insan, teker teker vardır. Öylece her insana kendisi gibi değer verir. Bunu fark eden, kendi için istediğini her kişi için de ister. Onun için deriz ki, benim ruh ikizim tüm âlemdir. Kendimde seyir ettiğimi tüm fezada ve fezanın içinde yer alan her birimde seyir ederim. İşte bu seyirden okunandır Kur’an. Çünkü Kur’an, rabbul âleminden katıksız bir kelam olarak bize doğru nüzul edip bizden okunandır. Dolayısıyla ikiz kardeşimiz sadece Kur’an. Başka ikiz kardeş arayan yaşar hezeyan.
Kur’anda zaid yani fazla yazılan bir harf olamaz. (Ba/ ب) da öyle (Elif / ا)’te öyle. Her birinin özel bir anlamı vardır. Bunu hissedemeyen zaid deyip hakikatinden uzaklaşmıştır. Kur’anın her ayetini ve ayeti teşkil eden kelime ve harfleri, eksiksiz veya fazlasız bilelim. Öylece teslim olalım. Çünkü Kur’ana inanan teslim oldu ona. Güçlendi, ruh aldı ondan. İnanmayan çaresiz kaldı, maddede aradı derman. Madde kimseye olmadı ferman. Hayatımıza hâkim olsun Kur’an. Öncellikle Kur’anı anlayan fertlerin yetişmesi şarttır el aman. Nefsini senle senden yarattı yaradan. Kendini çıkar aradan. Hicret et buralardan. Rabbe verdiğin sözde dur ey adam. Sahip yani malik dilediğini yapıyor. Aklı ermeyen de niye böyle diye isyan ediyor. Tüm mesele Kur’andan uzak yaşamak. Kur’andır okunan. Bir okusak. Kur’an o dur ki, insandan okunan. Zannetme ki, kâğıttan okunan. Kur’an Allah kelâmıdır insana sunulan. Sadece odur sende bulunan. Başka bir şey etmeyesin nan. Kuş gibi tek başına kalsan, bil ki Kur’andır tek kalkan.