YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Ey kul sen sonsuz bir hazinenin üzerinde kurulmuş halde yaşama gözlerini açtın. Ama ne acı ki vaktin çoğunu kendimizdeki bu sonsuz hazineden yoksun olarak geçiriyoruz. Sonra ele güne el avuç açarak günlerimizi tüketiyoruz. Allah’a ulaşmamış ve ulaşmanın yolu önüne geldiği halde tınlamayan kişiler, en bedbaht kişilerdir. Çünkü İman sadece, Allah’ın var olduğuna inanmak değil, senin onunla kaim olduğuna, ona karşı muhtaç olduğuna ve onun mutlak hüküm sahibi olduğuna inanmaktır. Öylece ondan kendine gelen güç ve kuvvetin farkına varmandır. Yoksa her ne kadar mutlak yaratıcının adını Allah olarak değil de başka başka isimlerle dile getirenler olsa da, sonuçta bir yaratıcının tüm varlığı yarattığını bilir insanların ekseriyeti. Dolayısıyla Allah’ın varlığı yaratan yegâne yaratıcı olduğu olayına inanmayan insan yok gibidir. İşte önemli olan onun ulûhiyetinin yanında, rububiyetini ve melikiyetini de tanımaktır. Ve istenildiği gibi tam teslimiyettir.
Evvelâ Allah’ın bir olduğuna inanmak için, enfusunda Allah’ın birliğinin tüm düşünceye kurulması, vahdet düşüncesinin oluşması, yani rububiyet, melikiyet ve ulûhiyetin önünde mutlak olarak teslim olunması ve bu birliğinden hareket ederek afaka yönelmesi olayıdır. Yani her şey önce kişi de başlar. Bu da, mutlak düşüncenin yani Allah’ın nurunun kendisini var etmesini anlamasıyla başlar. İşte böylece iman, kişiyi mutlak ilimin yani düşüncenin emri tasarrufunda, seyir hayatına ermesi olarak mülahaza edilir.
Aksi takdirde imanın verdiği müthiş sezgiden yoksun olarak zanlarda günlerini geçirir. Allah gerçeğinden kopuk yaşayarak günlerini beyne beyne yani ortada durarak geçirerek, yani kendisini bir yere tam ait bilmeyerek ömrünü hızla tüketir. Böylece ne okumuş olursun, ne de sana tebliğde bulunan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize kemal derece iman etmiş olursun. Güçlü gördüğü kişiye yaranmak üzere yağcılık ederek zamanını israfta öldürürsün. Oysa mutlak güç sahibi olan Allah’a teslimiyet ile kişiye açılmayan tüm kapılar ardına kadar açılır. Şeytan bu teslimiyeti kişiye acı göstererek onu seraplar peşinde koşturur. Öylece hakikate ermeden dünyasını bitirir.
Böylece tüm söylediklerin lafta kalır ki, bunun mesuliyeti indi ilahide ağır sonuçlar oluşturur. En güzel ve en gerçek kelam olan Kur’an ayetleri bile sende lâf olarak zuhur eder. Çünkü yaşam alanını işgal etmemiş olur. Yağmur suyunu emmeyen taşlar gibi üzerinden akar da gider. İlim derken sadece anladıklarımız, geçmişin kopyala yapıştır sözleriyle ve tarihin derinliklerinden gelen nakillerle, kıssa, rubai, siyer nakilleriyle, kıyas, icma ve bunlar üzerine yazılan şerhlerin nakilleriyle uğraşıp kendinde bir şey bulmayarak ve onlarla verilmek istenen ruh hissedilmeyerek günlerini geçirmek, kişinin enfüsi tekâmülü yolunda bir hassasiyet oluşturmaz.
Elbette geçmiş ilim erbaplarının güzide ilimleri baş tacıdır. Onlardan ilham alarak Kur’an ve sünnette derinleşmeliyiz. Ama önceki ilim erbaplarının ilimlerini sadece lafla baş tacı ederek, hem onları ezberleyip sadece nakilleriyle uğraşırsak, kendimizdeki hakikate inmekten mahrum oluruz. İşte bu ezberin bize bir faydası da olmayacaktır. Bizi kendimizdeki hakikate inandırmaktan alıkoyan her türlü takıntılı kopyala yapıştır, bir mazideki ruhu idrak etmeksizin ve söylenen andaki ruhi havayı teneffüs etmeksizin, şuursuzca kendimize inanç yapmamız ve hakikatimizden mahrum kalıp kendi özümüze inmek için çalışmamamız acınacak bir durumdur.
Kafasında kendince bir yaratıcı ve Allah tasavvuru oluşturmak, kişiyi hedefine ulaştırmaz. Çünkü biz, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisine uygun bir inançla Allah’a iman etmek zorundayız. Yoksa imanın tadını almadan öylesine kendimizi Müslüman görüp dünyadan göçüp gideriz. Çünkü hayali bir inanç kişiyi istenilen hedefle buluşturamaz. Ancak tatmin aracı olarak hafızalarda yerini alır. Kendini tatmin eden ise, ölümle mutlak gerçeğe uyandığında, büyük sukutu hayale uğrayarak sonsuz pişmanlığa bürünecektir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin anlatımını iyi anlayalım. Çünkü onun anlatımına göre oluşan iman, kişi için kurtuluş vesilesidir. İnandığımız oluşumdan kendimizi soyutlayıp dışına atarak, rab kavramının mana içeriğini bilmeden, Allah’ın sırf ulûhiyetini görüp onu kendimizden öte bilerek, hem kendimizin onunla kaim varlık olduğumuzu seyir etmeyerek ömür tüketmek, yaptığımız en büyük yanlış olarak önümüze konulacaktır. Bu yanlış düşünce dünya ve ahrette tüm bakış açımızı kısırlaştıracaktır.
Ulûhiyette Allah, tümüyle kişiden münezzehtir. Kişi bir benlik sahibi olarak Allah’a el açmıştır. Rububiyette yaratan, yarattığı her varlıkta, istediği manasını açığa çıkartıp seyir eder ve hiç birinin varlığıyla veya yokluğuyla etkilenmez, etiketlenmez ve sınırlanmaz. Böylece inanmayan ve bir hayat tarzı oluşturmayan kişi, hakikate ulaşmaktan mahrum kalır. Bu düşünce sisteminin dışındaki fikirler rububiyette şirk olarak tarif edilir. Bunun başka tanımı olmayıp, rububiyetteki şirkin gerçek tanımı da budur. Melikiyette ise, yegâne yaşam alanının belirleyicisi olarak Allah’ı bilip, nefsi emmareden arınıp Allah’ın kişide seyir etmek istediği şekilde yaşamını düzenlemesidir. Kişi ulûhiyette şirkten kaçındığın gibi, rububiyette ve melikiyette de şirkten kaçınmalıdır ki şirkten arınsın. Ulûhiyet, melikiyet ve rububiyet özellikleri Allah’ın sıfatları olup ayrı kişilikler değillerdir. Tek Allah’ın ayrı özellikleridir.
Bilelim ki nefsi emmare her mertebede kişiye sirayet eder ve her şartta kişinin ensesindedir. Ben erdim artık kurtuldum olayı asla yoktur. Bu tehlike et kemik bedenin ölümüne kadar devam eder. Onun için de nefsi emmareyi kullanıp vesvese veren şeytan, melikiyette ki fiilleri işleme esaslarını, rububiyeti bir nebze anlamaya çalışan kişinin gözünden küçültür. İşte melikiyette de şirkten arınıp yegâne yaşam alanının belirleyicisi olarak Allah’ı bilmek ve melikiyetten de şirkten arınmak gerekir.
Bilelim ki, Allah’ın affetmediği yegâne günah şirk günahıdır. Gerisini istediğine bağışlar. Ulûhiyetteki şirke büyük şirk deyip rububiyet ve melikiyettekine küçük şirk demek kadar da basiretsiz bir bakış açısı olamaz. Şöyle de diyebiliriz, ulûhiyette kişi Allah’a hamd eder, rububiyette Allah’a sena eder, melikiyette ise Allah’a şükreder. Şükür, bizzat istenilen fiillere bürünmektir. İşte hamd, sena ve şükrün hakkını eda etmekle kişi şirkten kurtulur. Böylece ebedi kurtuluşun yolu açılır.
Zihnimiz kendisine yüklenen onca içinden çıkılmaz öğretilerden dolayı, bu işin hakikatini anlamıyordur. Ama her şeye rağmen her kapıya başvurup gerçek nedir diye araştırıp duruyoruz ki, hakikate doğru bir yol bulalım. Çünkü içimiz sürekli kemirilip durmaktadır. Çünkü ölüm hızla gelmekte ve elimizdeki fırsat bitip yaşamımız sona yaklaşmaktadır. Ama ne çare ki her tutunduğumuz dal da elimizde kalıyordur. Onun için ümitlerimiz azalıyor ve insanlara güvenimiz de sarsılıyordur.
Tuttuğumuz dal elimizde kalmasın diye, kimseye kendimizi kaptırmadan, yegâne önder olarak Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi bilip öğretisine de dört elle sarılmalıyız. Onun öğretisini terk eden her öğretiden de kesinlikle uzaklaşmalıyız. Onun adını kullanıp sömürü düzeni oluşturanlardan da sakınmalıyız. Çünkü o, asla kimseyi sömürmedi ve her insanı özgür bir kul olarak bildi. Asla ve asla kimseyi köleleştirmedi. En yakınlarından en uzaktakilerine kadar sadece emniyet oldu. Ve Muhammed-ül emin oldu.
Koşmak istersin hedefe varmak için. Çünkü gittikçe ömür tükeniyor ve imkânların azalıyordur. Ama koşarken yorulur ve sonra da sıkılırsın. Ve dersin ki, bu ne bitmez bir koşmakmış, sıkılıp pes edersin. Bu yolculuk sabır ister. Bu yolculuk sükûnet ister. Bu yolculuk dünyevi çıkarsız bir yolculuktur. Bu yolculukta ben şunu yaptım da neden bana şu verilmedi mülahazasına yer yoktur. Bu yolculuk saf ve som oluştur. Tertemiz bir kıvamda kalıştır.
İşte ey aziz kardeş koşma, sakin ol ve kendi nefsine nazar et. Hem kendine kalbi diri bir yoldaş bul. Bu yoldaş yol arkadaşın olsun. Sakın başka gözle bakma, geri kalırsın. İşte bu yoldaşın doğruluğunu test etmek için de rabbinin kelamına başvur. Zira şu ayetler rehberin olsun. “Ey İnananlar, din bilginlerinin ve din adamlarının çoğu halkın parasını haketmeden yerler ve Allah’ın yolundan saptırırlar.”(Tevbe-34) “Sizden her hangi bir ücret istemeyenlere uyun. Onlardır doğruyu ve güzeli bulanlar.”(Yasin-21) Bu seçtiğin yoldaşın gözünde ve gönlünde senle yolculuk etsin diye, dünyevi bir istek olmamalıdır. Eğer manevi yolculuk alsın diye senden dünyevi bir şey istirham ederse, onun mana yoldaşı olmadığını anla. İşte yol arkadaşını bulduğunda hemen beraberce yürümek için de yelkenlerini aç.
Evet, kendine manada rehber olacak bir yol arkadaşı bul da, Adem’liğine secde etmeyen şeytaniyetten firar edip kurtulmanın çarelerini birlikte paylaşasın. Çünkü dertler paylaşıldıkça azalır. En büyük dertte secdeye varamamaktır. Öylece secdeye var ve de ki, her şeyim seninle kaim ya rabb el âlemin. Ben teslimim senin zatına. Rıza ettim hükmüne. Boyun eğdim künhüne. Kıyam etim emrine. Secdeye vardım arzına. Talebim muhabbetinedir biline.
Hakkın yolundan yürüyen bir hak dostundan yardım al da zihninde hayal ettiğin tüm ilahları yerle yeksan etsin. Hele önce bir LA demek nasip olsun. Evet, bakışı çok keskin, açıklayıcı bir anlatım tekniğiyle içinde olduğun ruhi durumuna göre, hayata dair ve kitabın tam ortasından söyleyen hak dostu ile ülfet kur. Bu hak dostu evvela sana, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin dizi dibinde oturmayı öğretsin. Çünkü bizim yegâne liderimiz sadece ve sadece odur, bunu sana hatırlatsın. Bilgi kirliliğinden uzaklaştırıp Kevser deryasında yıkatsın.
Dikkat et işte, Kevser de yıkanayım diye yola çıkmışken, merkebin ayağını bastığı batakta, onun ayak çukurunda biriken suda yıkanıp sana Kevser diye sunulmasın. İşte bunu fark etmek için gönülden rabbine iltica et. Çünkü kendisine gönülden iltica edeni yarı yolda bırakmaz. O samimi olan kulunu çok sever. Samimiyetine binaen kulunu korur. Ve bilmediği ve hayal edemediği yerlerden onu rızıklandırır. İşte bu karşılıksız rızka ulaşmak için her hal ve durumda doğrudan ayrılma. Öylece samimi olanlar arasına yazılırsın.
Genel de insanlar Allah’ı da küçük evlerinde severler. Onun nazarını dışarı çıkarıp ta gezdirmez ve onu enfusunun tümünde ve afakında ilân etmezler. Ara sıra başı sıkışınca elini açar ondan ister, ama sonra küçük evinden çıkar ve her varlığı ayrı bir yaratım sahibi görüp dünyasını kendi çizmeye devam eder. Evet, maalesef insanların büyük ekseriyeti Allah’ı sadece küçük evinde sever. Onun melikiyet sıfatından hoşlanmaz. Çünkü nefsi emmaresi öyle istemiyordur. Ne acı sonuçlu bir din bakışı ve yaşam tutarsızlığı. Ve bir türlü gelmeyen mutluluk… Ve evimizden ta dünyanın devasa ülkelerine kadar uzanan bir savaş döngüsü…
İnanç âyan beyan aşikâr olmadır. Allah öyle kendi başına sevilmez hem bu sevilmeyi de Allah kabul etmez. Allah, nefsinde ve afakta hem tüm insanlıkta seyredilerek sevilir. Elmayı, armudu, yiyecekleri evine götürür de köşene çekilip, çoluk çocuğundan habersiz olarak sadece kendin yer misin? Yersen zevk alır mısın? Zevk alırsan vicdanın rahat eder mi? Vicdanın rahatsa eğer, o zaman vicdanın ayı gibi kış uykusuna yatmış ve seni terk etmiştir.
Gerçeği, doğruyu ve gördüğün her güzel davranışı hem güzel ahlak ile iman derinliğinin temel yolunu ve ulaştığın güzel sonuçlarını tüm hayatında ve bakış alanında ilan edeceksin. Yani yaşama o gözle bakacaksın. Kimse ne sana, ne de güzelliklerini paylaştığın kimselere hidayet veremez. Hidayeti veren bizzat Allah’tır. Hidayete ermek için gerekli çalışmaları hayatında sen sergileyeceksin. Senin elinde olan isteme gücü ile isteyeceksin. Hidayetin senden tüm gördüğün âlemlere doğru Allah’ın izniyle yaratılıp uzandığına bizzat şahit olacaksın. İşte bu şahadet yaşamına yansıyacak ve sen de karşılıksız olarak Allah’ın kullarına yelken olmaya başlayacaksın. Bu yelkenliği kimse sana veremez, sen teslim olmadıkça.
Hidayete, gerçeğe ve elbette ki yegâne dost olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize ve onun tanıttığı şekilde Allah’a ulaşmak için, yazılı kitaptan gerekli ilmini edinirsin. İşte bu tilavettir. Okuduğun ilimdeki seyir ise, sudaki yüzme gibidir. İşte bu da kırattır. Bir eğitici eşliğinde çok daha kolay öğrenilir. Çünkü yüzmenin eğitimini almanın en kolay şekli, yüzmenin ipuçlarını eğitmen gözetiminde birebir alıp, denizde bunu uygulayarak öğrenmektir. Yüzmen için eğitmenin yok ise, suda tek başına bata çıka yüzmeyi çok daha geç öğrenirsin. Ama bu bata çıka öğrenmek ile birçok defa boğazına tuzlu suyu kaçırırsın.
Eğer ki tek başına da kalırsan sakın çalışmaktan korkma, boğazına kaçan tuzlu su senin için şifadır. Hele günümüzdeki oluşan güven yetersizliği nedeniyle, bata çıka yüzmeyi öğrenmenin dışında ikinci bir seçeneğin olması da çok uzak gibidir. Çünkü oluşan sömürücüler dolayısıyla, güven olayı ve tümüyle bir teslimiyeti adeta bitirmiştir. Gönül tam teslim olmadığında da hedefe ulaşım gerçekleşemez. Tam teslimiyet ise, ancak ateşe atılmayı dahi göze alıp kendini tümüyle salıvermekle gerçekleşir. Tıpkı yüzme öğrenmek isteyen aday, yüzme eğitmenine tam teslim değilse, yüzmeyi öğrenemez. Çünkü yüzücü kendisini tümüyle suya teslim etmelidir. Bu teslimiyet kalbi bir teslimiyet olup maddi dünya ile alakası yoktur. Maddi dünya olarak ise, her kişi kendi işi ve gücündedir. İşte bu teslimiyeti dünya çıkarları için kullanan din cambazları tarihin her devresinde türemiştir. İşte yukarıda verdiğimiz ayetler, bizim yegâne test aracıdır.
Hidayet Allah’tan, hidayeti yaşam alanında uygulamak ve onun yaşamının tatbiki ise peygamberlerin eli iledir. Zaten peygambere biat edenlerin göreceği şu olacaktır ki, peygamberin elinin üstünde Allah’ın elinin olması hakikatidir. Allah rasulu olmadan Allah hidayetinin oluşumu olamaz. Zaten bu hakikate binaen ilk insan olan Hz. Adem aleyhi s selam aynı zaman da ilk peygamberdir. İlla bir peygamberin tebliği ile Allah isteği ve istenen amelin şekli bize sunulmuştur. Sırf Kur’an deyip Kur’anın canlı mümessili olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz göz ardı edilirse, Allah’ın istediği hidayet alanı kul için oluşamaz. İşte hakka teslimiyet peygambere teslimiyet ile gerçekleşir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize iman ve teslimiyet olmadan Allah sevilemez. Allah’ı Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisi olmadan kendi başına seveceğim dersen, o sevdiğin Allah değildir, hayalinle kurguladığın ilahındır. Zaten Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisi olmadan, Allah’ın kendisini bilinmemizi istediği en üst perdeden bilinmesi oluşamaz ki sevilsin. Onun için Allah ve rasulunu ayıranlar haktan uzağa düşmüşlerdir.
Bize ve tüm kullara her lazım olan ilmi bildiren bizzat Allah’tır. Kuran bizi düşünmeye çağırıyor ise, demek ki vardır insanın da bir yapacağı. Tabi ki yaptığı her şey de Allah’ın hükmü dâhilinde gerçekleşir. Yani başıboş bir yaşam söz konusu değildir. Çünkü Kur’an da boş tek bir harf bile yoktur. Kuran misallerle de birçok şeyi anlatmıştır. İşte misali çözüp hakikatine doğru yol alanlar sırata girdi, gerisi sırata girmek için münadinin sesine uyanmayı bekliyordur. Sen de ol bir münadi al eline davulu kapı kapı dolaş. Belki uyanır bir ev daha sahura diye kapı kapı dolaşan sahur davulcuları gibi. Bıkmadan ve usanmadan kabir kabir dolaş ve ölülere ulaş. Belli mi olur, belki bir kabirden ses duyarsın. Kabirden hırıltı sesini duyarsan, sakın korkma ve dolaşmana ara verme. İşte o zaman samimiyetinin karşılığı alırsın.
Kur’an kolaydır herkes anlar deriz ama Kur’an öğreten bir muallimin şart olduğunu unuturuz. Eğer öğreticiye gerek yoksa neden bir doktor adayı bunca zahmet çekerek yıllarca okul okur. Alsın tıpta okutulacak kitapları evde çalışsın. Öylece doktorluğunu ilan etsin. Küçücük olan insan bedeninin içeriğini öğrenmek için rehber gerekiyorsa, koskoca olan insan ruhunun eğitilmesi için de rehber şarttır. Uçsuz bucaksız çölde rehbersiz yola çıkanlar, kurda kuşa yem olmaya mahkûmdur. Asıl önemli olan ise sömürmeyen âlim bulmaktır. Çünkü nefsini tanımayan kişi aldığı bilgi kırıntısı ile (ilim demiyorum) sömürebilir. Bunu da Kur’an, İslam’ı anlatırken dünyalık beklentisi içinde olmayan ilim erbabından ilim almak şartını getirmiştir. Demek ki gözü dünyalığa kayan ilim ehli de olsa, tüm ferasetini kaybetmiştir. Maneviyatını yitirmiş, heybetsiz olarak ortada kalmıştır. Onun için de, ilim erbabını dünyalığa alet etme ki, ondan istifade devam etsin.
Teslimiyet ve tabiiyet insanı kurtarır. İnsanın imanı varsa hakikatine, içeriğini öğrenmese de gereken çalışmaları yaparsa kurtulur. Delil Kur’anda mevcuttur. Eshab-ı kehfin peşine takılan kıtmir tabiiyetinden dolayı cennete ulaşacaktır.
Müceddidi dini değiştiren bir kişilik olarak sananlar, samanlıkta iğne aramaya devam etsinler. Ama unutulmasın ki; Kur’anı ruhuyla aktaran fakih insanlara, günümüzde her zamankinden daha çok ihtiyaç vardır.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin hadislerini yani fiili ve sözlü veya görüpte ses çıkarmadığı sünnetlerinden herhangi bir sünnetini hayatımız için anlamlandırdığımızda, o sünnetin oluş anındaki haleti ruhiyatı iyi bilmemiz gerekir. Yoksa çoğu defa hata ederiz de, yapılması istenenden uzağa düşmüş olabiliriz. İşte anlatımdaki esas haleti ruhiyeyi, ancak fakih olan yani dinde anlayış sahibi olan çözer. İşte bunlara müceddid denmiştir.
Örneğin cuma günleri camide halka yapmayın dendiğinde, bu halka camide oluşan ders halkaları için kullanmış ve cuma namazına gelenlerin yerlerinin daraltılmaması için kullanılmıştır. Bunu idrak edemeyen bazıları halkayı tıraş anlamında anlamış ve cuma günleri saç tıraşının günah olduğunu zannetmişlerdir. Buradaki olay eş anlamlı kelimelerden kaynaklı yanlış anlamadan çıkmıştır. İşte tüm hadislerin söyleniş ortamını iyi bilmek gerekir. Hatta Kur’anı anlamlandırmak için de, ayetin o anki söyleniş ruhunun bilinmesi, ayetin manasının anlaşılmasında ve idrak edilmesinde gerekli esaslardır.
Allah’ın dinine dil uzatanın dilini Allah, çok acı bir şekilde keser. Geçmişte hep böyle oldu. Allah sünnetinde değişiklik yok ve kendimize dikkat etmeliyiz. Kur’an da verilen eskilerin hikâyeleri de kendimize çeki düzen vermemiz içindir. Bu şimdi de ve gelecekte de hep öyle olacaktır. Dinin sahibi bizzat Allah’tır ve koruyucusu da odur.