RAB VE YARATIM

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Rab dediğimizde, Allah’ın doksan dokuz esma-ül hüsna ile işaret edilen manaların özümüzden yani hakikati muhammediden bilinç varlığımıza doğru yansıyan bir projeksiyon gibi düşünebiliriz. Bu her birim için yani melek, cin, insan ve diğer tüm varlıklar için öyledir. O yüzden rab bize bizden yakındır. Bir projeksiyon gibi özden yansıyıp birimde hayat bulan ve kişinin varlığını kişinin yapısına göre belli bir terkiple oluşturan Allah esması, birimin rabbidir.

Yol, yani birimin önünde uzanıp giden zaman tüneli de O’nun yarattığı projektededir ve tümü ona aittir. O yolda yürüyen her bir varlık ta öyledir ve her şeyiyle O’na aittir. Esmanın sahibi nasıl isterse, özden gelen projeksiyonun ışığını öyle ayarlar ve birimde istenen şey temaşa olur. Ağaçtan bir yaprak dahi özden yansıyan projektede yoksa düşmez.

İnsan ve cin yaratılan tüm birimlerden biraz değişiktirler. İnsan da tam uruç yolu açıktır. Cin insana nazaran biraz kısıtlı olmakla beraber ona da uruç yolu açıktır. Özden yansıyıp kişinin kişilik hüviyetine kadar uzanan Allah esması, esmanın işaret ettiği anlam kapsamını beraberlik ettiği diğer esma kuvvelerinin anlamları doğrultusunda dilenen şeyi açığa çıkartıp seyir âlemine sokar.

Allah, noktalardan son nokta olan insanın hüviyet noktasına öyle bir ruh üfleyip kuvveler ile donatmıştır ki, kendindeki kaç değişimle direk özüne dokunarak kendi yansımasını oluşturup varlığını var eden projektesini değiştirebilir. Zaten o yüzden insan dünyadadır ve değişim gücüne göre de mesuldür. Tüm zikrimiz, namazımız, orucumuz, haccımız, zekâtımız ve her amelimiz projektemizi değiştirmek içindir. Yoksa dünyada bulunmamız saçma olurdu. Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Biz kendimizi düzeltmediğimiz için kendi kendimize zulüm ederiz.

Bizi projekte eden kuvveler üzerinde değişim yapmak için irade gösterdiğimizde, rabbimizi yani terkipsel alanımızı aynalıma yapıp rabbul erbaba senkronize etmeye başlarız. Böylece daha önce zayıf olduğumuz birçok hususun üstesinden gelip başarılara imza atmaya başlarız. Zaten başarılara imza atan her kişi bunu özüyle senkronize olmakla yapar. Çoğu defa bunun farkında bile değildir. Çünkü sağlam bir imana bürünüp işe başlamıştır. İman kişinin tam teslimiyet anına denir. Bu bazen hidayet üzere olduğu gibi bozuk inançlara doğru da bir imana bürünebilir. İman ile kişi her zorluğun üstesinden gelir. İman ile kişi özü ile senkronize olmaya başlar. Bozuk inanç ile iman eden dahi istediğine ulaşır ama sonsuz yaşamda mahrumlardan olur.

Rabbul erbaba yani nuri muhammedideki hakikate ulaşma şansı sadece insana verilmiş bir haktır. Zaten o yüzdendir ki insan halifedir. Halifeliye doğru yürümeye çalışmak ana gayemiz olursa, rab yollarını bize kolaylaştıracaktır. Rabbimizin izni kadar görürüz. Umarım ki rabbimiz rabbul erbaba ayna olur. Çok ağır bir dua olup çok emek ister. Bunu anlamak ise ancak selamın deruhte olmasıyla mümkün olur. İşte bunda ilmin kökü gizlidir.

Kişinin haddini bilmesi, Allah’a ulûhiyet itibarıyla yönelmesi ve kullukta karar kılması şirk değil tevhidin ta kendisidir. Çünkü sen sensin, o odur. Zat ile asla birleşme veya ayrışma olamaz. Çünkü sen zattan değil onun nurundan yani ilminden yaratıldın.

Ona en fazla yakınlık kabı kavseyn yakınlığıdır. Ama arka planda tüm kuvveler ona aittir. Bu tüm birimlerde dahi öyledir. İşte bu demek değildir ki her varlık birbirinin aynıdır. Her varlığı oluşturan rububiyet makamı mutlak hüviyeti itibarıyla aynıdır. Rabbin aynı olması, her varlığın aynı olmasını veya zatın bizzat aynısı olmasını gerektirmez. Birimlerdeki terkipsel değişiklik her varlığı ayrı bir hüviyete sokmuştur. Böylece kesret âlemi oluşmuştur.

Her varlığın sanal benliği bizzat ona aittir ve sonsuza dek yaşayacaktır. Dolayısıyla sanal benlikler kişiye özgü rab tarafından oluşturulmuştur. Hem asla ve asla reel benlikle birleşmeyecektir. Birleşir diyen yanılıyordur. Çünkü mutlak hüviyet seyir etmek ve seyir edilmek istemiştir. Seyir etmek için âlemi ve seyir edilmek için de insanı var etmiştir. Bileşme olursa bu yaratım anlamsız kalır.

Allah mutlak zatın özel adıdır. Rab ise Allah ismiyle işaret ettiğimiz zatın kendinde seyir etmek istediği manaların terkipleşmiş haline denir. Rabbul âlemin ise, tüm âlemlerdeki esma-ul Hüsna isimleriyle işaret edilen manaların oluşturduğu tüm terkiplerin sahibine denir. Sahibi Allah olduğu için Rabbul âlemin Allah’tır. Benim Rabbim veya senin Rabbin dediğimizde ise, her birimizin özel oluşumuna işaret ederiz. Oluşumun sahibi de yani terkibin manaları Allah’a ait olduğu için, Rabbim Allah’tır deriz.

Herkesin rabbi hem ayrıdır, hem de aynıdır. Aynıdır çünkü isimlerle işaret edilen manalar Allah’a aittir. Ayrıdır çünkü her birim ve insanın terkibi değişiktir. Terkip değişikliğinden dolayı, hiçbir insan diğerine benzemez. Saç kılına kadar değişiktir hatta kılların her biri hem ayrıdır hem de aynıdır. Çünkü yapı olarak tip olarak fiziki olarak sanki birbirinin kopyasıdırlar. Her birimiz öyle değil miyiz? Tüm isimler, aslında isimlerle işaret edilen manalar onundur. Her birimiz o isimleri öz cevher edinerek var olduk. Onun için aynı duruyoruz. Ama şeklen değişik duruyoruz, çünkü terkipsel iç cevherimiz ayrı ayrıdır.

Meryem 36’da (inne) kesinlikle (Allah Rabbi) benim tüm esma kompozisyonum ona aittir (ve rabbukum) sizin de tüm esma kompozisyonunuz ona aittir. (Fe’buduhu) onun boyasıyla boyanın, yani nimete erenlerin kendilerinde açığa çıkarttıkları, onun tüm özellikleriyle kendinizi bezeyin ki; (Haza) Bu (Siratün müstakim) Doğru yoldur. Diyerek içsel şekillendirmemizi düzenleye bileceğimizi açıkça ifade etmiştir.

Zikir olmadan fikir oluşmaz. Fikir olmadan şükür oluşmaz. Şükür olmadan Hamd oluşmaz. Hamd olmadan kulluk oluşmaz. Kulluk olmadan nefsi idrak oluşmaz. Nefis tanınmadan rabbi tanıma oluşmaz. Rab bilinmeden cihanı neylersin. Rabbini bilmeyen nefsini bilemez. Nefsini bilmeyen cevherini arız bilir ve aruzda notalara karışamaz.

Rab terbiye edicidir. Kişinin canının istediği istek ise, rububiyetin nefse yüklediği bir istektir. Nefsimiz tüm rububiyet imkânlarıyla et kemik beden içinde hayata gözünü açtığı için, hakikatinden gafil olduğundan, bu et kemik bedenin istekleri üzerinde tüm enerjisini harcıyordur. Bu et kemik bedendeki istek ve arzularına göre pozisyon alıp yaşam hakkında değerlendirmede bulunuyordur. İşte oluşan istek, rab olmayıp rububiyetin nefis ile elde etmek istediği rububiyet pozisyonudur.

Dikkat edin ki istek rab değil ama rab, nefiste isteği oluşturur. Tıpkı yunuslar gibi. Önde olma istekleri onların rabbi değil, aksine önde olmaları rablerinin onlarda oluşturduğu bir istektir. İşte biz insanlar rububiyet dairemizi zikir fikir şükür ile değiştirdikçe, yükselen istekte değişecektir.

Nefsini bilen Rabbini çoktan bilmiştir. İşte bu tümdengelimdir. Her şeyi rabbani bilmek ayrı, Rabbani özellikleri kullanmak apayrıdır. Her insan rabbul erbaba açılan ayrı bir penceredir. Pencere perdeli olmalı, yoksa odanın mahremiyeti kalmaz.

Her insan yani kul ile rab unsurunu oluşturan birey, rabbul âlemine açılan bir penceredir. Bir pencere kapanırsa rabbe giden bir yolu daha kaybetmişsin. O yüzden stratejin bir insanı kaybetme değil, bir insan daha da kazanım olsundur. O yüzden Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz sevdiriniz nefret ettirmeyiniz der.

Her insan rabbe açılan bir pencere olduğundan insanlara karşı şeffaf ve ön yargısız olmalıyız. Çünkü penceresinin camını şeffaf etmeyenin odasına güneş ışığı ya bulanık girer veya kapalılık derecesine ve camdaki kirliliğin oranına göre odaya güneş ışığı giremez olur. Öylece kişi, aydınlatan ışıktan mahrum kalır. Rabbul erbaba bakan herhangi bir rububiyetten çıkan bir haykırışı ters bulup sırt veren, o pencereden mahrum kalır. Onun için, her canlıyı ayrı bir bağlantı alanı bilip hiçbir canlıyı üzmeyelim.

Zerreden küreye her bir varlık, Allah’ın esma-ul hüsna diye işaret edilen manalarının terkipsel bileşimidir. İnsan ise Allah’ın tüm esma manalarını camidir. Bu hesapla insan, Allah’ın yarattığı her varlığın içsel kuvveleriyle birebir iletişim halindedir. İnsandan tüm varlıklara doğru bir akıntı olabildiği gibi, tüm varlıklardan insana doğru da bir akıntı oluşabilir.

İnsanlar ve cinlerin dışındaki her varlık, sahip olduğu terkibi, salt mana olarak karşısındakine akıtır. Hayvanların birbirleriyle konuşmaları da kendi bünyeleri dâhilinde rab’çadır. İnsanlar da o merhaleye inerse rab’ça konuşup ses ve söz olmadan dilediğini karşısındaki varlığa aktarabilir. O mertebeye fenafillâh denmiştir. İnsan et kemik bedenin gelgitleriyle uğraşırken, esfeli safilin denilen alt mertebelere kadar inmiştir. İman edip gerekli çalışmaları yapanlar o alt mertebelerden yola çıkıp tekrar o mümtaz hüviyetlerini elde etmişlerdir. Gerisi hayvandan aşağıda kalarak zarar edenlerden olmuştur.

Bu çok önemli bir mevzudur. Dikkatle tefekkür edilmesi gereken bir noktadır. Halk arasında kalp okuma diye söylenen olayın aslı, fenafillâh halini yaşayanın karşıdaki kişinin kendisine bizzat yönlendirdiği ruh yönelimlerini fark etmesidir. Eğer ki kendisine yönelen bir düşünce olmazsa senin kalbini okuyamaz. Yani bizi başka kişilere yönlendirdiğimiz düşünceleri, fenafillâh halini yaşayan biri asla bilemez. Ama bizzat ona yönelin ruhi düşünce yönelimlerini çözüp yüzüne söyleyebilir.

Fenafillâh halini yaşayan sadece iman ehline değil, buraya kadar olan kısım imansız olanlara da açıktır. Et kemik beden üzerinde yapılan dışsal baskılama ile de buna ulaşılabilir. Ama asıl yolculuk olan bundan ötesinde. Yani semanın kapılarının açılması ancak iman ehline nasip olur. Buna fethi nurani de demişlerdir. Bu ancak sağlam itikat üzere bir iman ile yönelip farzları yerine getirip, haramlardan sakınmakla ve nafile ibadetle hem düzenli zikirle yol alanların Allah’ın izniyle yani inşa etmesiyle ulaşacakları güzelliklerdir. Bu yolda olmak kulluk yoludur. Sonsuz güzelliklere kanat çırpmaya götürür ve sonsuz rahmete ulaştırır.

İnsan doğada olan herhangi bir varlığa doğru sevgiyle yönelse, o varlıktan salt kuvveler insanın beynine ve beyninden ruhuna akar. Bir ağaca sevgiyle yönelse veya bir hayvana sevgiyle yönelse, onun salt terkipsel yanından kendine mana akıtır. Bir hayvana veya bitkiye zulümle yönelse, kendi öz kuvvesinde olan o hayvanın terkipsel manasına paralel kendi öz kuvvelerini perdeler ve kilitlenir. Yaş kesen baş keser der atalarımız. Örneğin yaş bir ağacı kesen kişi, o ağaçla paralel olan kendi bünyesindeki kuvvenin filizlenen başını keser. Bir iman ehlini sebepsiz öldürmek ise, kişi özünde var olan tüm kuvvelerinin kökünü kazır. Artık tüm kuvveleri ruha yansımayacak şekilde kesilir ve ebedi cehennemlik olur. Bu olay çok ciddidir. Asla ve asla ne bir hayvanı veya ağacı veya insanı üzmeyelim.

Nefsimiz et kemik bedende gözünü açtığından, et kemik bedenin zevkini kendi zevki zanneder. Veya zen dediğimiz et kemik bedenin devamı olan ruh beden olarak kendisini zanneder. Et kemik bedene nazaran ruhun hafifliğini veya ruhun gördüğü bir kaç ses veya kokuyu veya et kemik bedene göre olağanüstü olan haletleri kendi mihneti sanır.

Hâlbuki ben dediğin merkez et kemik beden olmadığı gibi, et kemik bedenin ölümünden sonra onunla yaşamımızı devam edeceğimiz ruh beden de değildir. Çünkü ruh beden kıyamete kadar ben dediğimiz merkezi taşıyacak ve kıyametle beraber yepyeni ve kıyamet ortamına göre bir yepyeni bedenle rabbimizin huzuruna duracağız.

Kıyametten sonraki bedenin buradaki veya berzahta ki bedenle hiç ama hiç alakası olmayacaktır. Yepyeni beden ve kıyamete uygun bir beden olacaktır. Yani kıyametle beraber dünya ve devamı olan berzah bittiği gibi, et kemik beden ve devamı olan ruh beden de bitmiştir. Yepyeni bir kıyam ve yaşam başlamıştır. O gün yer ayrı ve gök ayrıdır der ayet.

İşte burada uyanmamız icap eder. Madem ben bu bedenler değilim. O zaman bunlar, benim bir nevi arabam ve arabanın modelini değişerek yola devam edeceğim. O zaman ben neyim? İşte buradan itibaren sorgu başlar ve kişi nefsini tanıma için arayışa geçer. Nefsini tanıdıkça Rabbini tanır. Rabbini tanıdıkça çalışması kat kat artar. Yoksa hayali bir takıntının peşine takılıp dünya ve ahretini yakar.

Rabbiyle kişi yakınlaşırken nefsi emmaresi büzüşüyor. Samediyyet nurları kişinin bilinciyle buluşurken, kişi rabbiyle yakınlaşıyor. Rabbul erbab dan kişilik rabbine doğru akan her şey inzal ile olur. Kişilik rabbinden rabbul erbaba doğru akan her şey ise uruç ile alakalıdır.

Nefsi pişirmiş rahman, göndermiş dünyaya. İnsanlar ise, kendisine verilen ilim, irade kudret ile nefsi şişirmiş bırakmış deryaya, sonra kalmamış insanlıkta hayâ, gel de dayan rabbinden olan bu ayrılığa.

Asıl mahrumiyet şudur ki, hakikatinin tüm ilmine vakıfken nefsinin içinde bulunduğu mevkili dikkate alıp, ondan istenen vaziyetin hakkını vermeyerek öylece huzurdan tard edilmektir. Böylece tard edilen kişi artık, rabbiyle ünsiyet zor peyda eder. Çünkü kalbinin üzerine mühür basılır.

Uykuyu kabire ertele, bedeni kullan ruhu elle, uyandır bilinci özünü bile bile. Her an Rabbul âlemini dile. Dilin ondan haber versin, ruhun onunla mest olsun, bilincin onunla dirilsin, yepyeni hayatta huzur seni bulsun. Sadece rabbimize olsun hasretimiz.  Sadece Rabbani olup boş takıntıların öz nefesimizden bizi uzaklaştırdığını bilelim, hem maddi ve manevi takıntıların bizi hedefimizden geri bıraktığını bilelim.

Değerlendirmesi bitenin sınavı bitmiş ve seyri başlamıştır. Bu da ancak safiyyede başlar. Aslında içinde olduğumuz her sınavı, öncesinde yaptığımız değerlendirme ile üzerimize çekeriz.

Mutmain olan nefsin kurban koçunu Cebrail ona takdim eder. Raziyeye merhaba diyenin kurban bakarasını Mikail takdim eder. Merziyede olana İsrafil kurbanlık devesini sunar.

Böylece nefsini tüm bozuk düşüncelerden temizleyip safiyyede merhaba diyeni, Azrail kabul edilmiş kurban olarak rabbine hediye eder.

Safiyyeye merhaba diyeni Azrail kendisi kurban olarak yani rabbiyle kurbiyeti yaşamış bir anda ruhunu kabzedip rabbine hediye eder. Rabbine hasret içinde olanı rab hediye olarak onu katına alır. Rabbul âlemin hediye olarak katına aldığı kulunu A’la illiyinde misafir eder ve ona iki cennet bahşeder.

Ey Hamdın kendisine ait olduğu rabbim. Ey yaşatarak gerekli nurunu veren rahmanım. Ey hayatımı devam ettiren rahimim. Ey benim Malikim ve Melikim. Beni doğru yola ilet sana muhtacım. Allah içindir tüm var edilenler. Rab oldu tüm âlemlere, oluştu seyirler. Rahman’dan yansıdı, tüm hayati oluşumlar. Rahim’den yansıdı, tüm devam eden hayatlar.

Rabbin seslenişine kulak vermeyen, sonuçlarına katlanır. Allah kimseye zulmetmez. Haberdar etmeden azap etmez. Haber ettiği halde umursamayanı ise umursamaz. Sen beni unuttuğun gibi ben de seni unuttum der.

Bir kişi hakikatini ilgilendiren bir konu hakkında, satırlar da okuduğu veya bir görsel de gördüğü veya her herhangi bir yol ile haberdar olduğunda, kıyamet günü ya Rabbi bilmiyordum ve duymadım deme hakkını kaybetmiştir. İşte bu şekilde birçok şeyi sana ulaştırır rabbin. Hamd et ve yönel.

Onları yüzünden tanırsın der Rabbul âlemin. İmanının nurunu amel ile yükselteceksin ama ameline güvenmeyeceksin. Tek güvence Rabbul âlemin olacak. Rabbul âlemin münezzeh her oluştan. Sen onunla kaim, o ise kendisiyle daim.

Hamd benim, senin, onun ve tüm âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir. Hamdın Allah’a aidiyetini idrak ederek yaşayalım ki herkesin hakkına riayet edelim.

İşlediğin seninle Rabbin arasında ise sorun yok. Bir yöneliş ile affedilirsin. Çünkü sen onunlasın ve o ise seninledir. İşlediğin sen ile başkası arasında ise, başkası hakkından geçmelidir. Yoksa onun rabbisi seni bağışlamaz. Çünkü o rabbisiyledir ve rabbisi onunladır. Bununla beraber rabbin a’la olup senden ve ondan münezzeh olduğunu da sakın unutma. Yoksa ayağın kayar. Bunu iyi anlamaya çalış.

Mümin asla şahsın zatına kin beslemez. Ama kötü fiilden nefret edilebilir. Ebucehilin onca zulmüne rağmen Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz onun şahsından nefret etmedi. Eğer onun şahsından nefret etseydi kapısına gitmezdi. Ne zamanki onu iman edeceğim diye çağırdı, efendimiz koşa koşa gitti. Kuyu meselesi herkesin hafızasında dipdiri duruyor. Ama onun fiillerinden nefret etti de hep uyardı. Hatta ölünce bile atılan çukurun üzerinde durup, kendisinin ona yaptığı tebliğin gerçekliğini hatırlatarak, artık sen de bunun gerçek olduğunu bizzat görüyorsun diyerek ona son sözünü söyledi.

İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yolu bizim yolumuz olmalıdır. İlk emir ikra yani oku dur. Okumayan, nereden bilir nefsini. Nefsini bilmeyen, nereden bilsin rabbini. Rabbi bilmeyen, nereden bilsin sistemini. Rabbin sistemini bilmeyen, nasıl yapsın ahret hazırlığını. Onun için diyelim ki ya rabb olmasın amacım ne cehennem korkusu ne cennet sevdası ne de dünya hülyası. Olsun amacım sessiz ve isteksiz yaşantı sedası.

Sen ne istedin ki ben sana vermedim der rabbimiz. O zaman elimizdeki her şey sadece istediklerimizdir ki rabbimizden bize yansıyordur. Ya rabb yarattıklarını seyre daldım, vardım Kaf dağına. Orayı son sandım, hâlbuki daha yeni başlamıştı yolculuk.

Nankörlük bize ulaşan nimeti değerlendirmeyip tepmeye denir. Afakî ve enfüsi bana ulaşan her şey nimettir. Nimeti, nimeti ulaştıran kanalı ve nimetin kaynağını görmezsek nankörüz. Şuurumuzda ve yaşantımızda rabbimize karşı en bariz şekilde nankörlükten korunalım ki, yeni yeni nimetler bizimle buluşsun. Zira şükreden üzerine nimet akarken, nankörlük eden için ise nimetler tek tek çekilir.

Dua kabul olup kalbin nur ile dolarsa etrafın şen olup yeni yeni güller açar. Sağlam bir iman, cehalet kiriyle kararmış gönül dünyana güneş gibi doğmasıyla gerçekleşir. Ama etrafına ay ışığı saçarsa, yani aklının kısıtlı bakışıyla nazar edersen, güneş çoktan batmış yani imanı terk etmişsin demektir. Bil ki itaat etmekle mutlu olursun. İçin umutla dolup rabbin dileğini zuhur edersin. Kabul edilmiş dua ile yaşamını istediğin yönde değiştirirsin.

Bil ki, onun emri olmadan ağaçtan yaprak düşmez. Emrin saati gelince ise bir milim şaşmaz. Hiçbir şey O’nun emrinden kaçmaz. Duydum itaat ettim demekle de huzurun kaçmaz.

Canan, rabde kendini bulan kişidir. Yaşamında bir tane dahi bulursan büyük hazineylesin. Bir Canan bul aziz dostum. Hem güller, dikenler arasında bulunur. Sakın deme dostum etrafım diken. Kim bilir belki o dikenler olmasaydı sen olmazdın.

Haline şükret rabbini bulduğuna hamd et. Tüm olay rabde başlar ve rabde biter. Rabbe doğru yükselme devam ettikçe muhabbet yükselir. Eğer ki zirve yaparsa ikinin biri olur. Tıpkı Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile Hz. Ebubekir ra gibi.

Şunu da unutma ki, rabbin yolunda buluşma demek, aynı manaların yükseldiği bilinçlerin birbirleriyle etkileşim halinde olmalarıdır. Derunda olmayan sevgi hikâyedir. Derundan gelen ise rabledir. Rable buluşan sevgi teveddüd eder. Diğerleri geçici olup heves bitince söner gider.

Allah Rabbimiz ise, bizdeki tüm özellikler ondan gelme demektir. Eğer bizim elimiz ayağımız ve tüm bir şeylerimizi oluşturan olgularımız varsa bize göre, onun da ona göre vardır ve ona göredir, ama mahiyeti nedir ve neye göredir bilemeyiz. Tevil ederiz ama gene de kendimize göre.

Bazısı tevil etmez ve direk der ki, iki tane kocaman eli vardır ki onlar dinin aslından uzaklaşmışlardır. Bu korkunç bir inançtır. Ayet yedullah yani Allah eli der. Biz hemen sıfata veya esmaya indiririz. Ama dikkat edersek ayette yed sıfatı direk Allah’a nispet edilmiştir. Rahmana veya Rabbe nispet edilmemiştir.

Kur’anda hangi kavram kullanılmış ise, o mana üzerinde yoğunlaşmalıyız ki hakikatini idrak edelim. Eskiden beri üzerinde tefekkür ettiğim noktalardan biridir. Umarım hakikatini idrak ederek ölürüz. Yoksa ebeden mahrum kalırız. Çünkü burada a’ma olan orada da a’ma olur. Hatta daha da şaşkın olur.

Zerre kadar bireysel değerlendirmesi kalan, hakkıyla El hamdu lillahi Rabbil âlemin dememiştir. Değerlendirmeyi katı, sıvı ve gaz şeklinde somutlaştırabiliriz. Değerlendirmenin katı şekli büyük günah olarak bilinen gıybettir. Bir insanla karşılıklı olarak yapılır. Affı ise, gıybetini yaptığı kişiden özür dileme ve tövbe etmekle gerçekleşir. Değerlendirmenin sıvı şekli, kişinin düşünsel olarak birisini değerlendirmesidir. Bu küçük günahtır ki, iki namaz arası yapılan bu günah, sonraki namazın edasıyla af olur. Örneğin, öğle namazını eda eden kişinin sabah namazından o ana kadar ki tüm küçük günahı af olur. Değerlendirmenin gaz şekli ise, tüm dışsal değerlendirmeyi imanıyla bertaraf etmesidir. Bu da yakin bir şekilde imana adım atmasıyla gerçekleşir. İşte yakin elde ederek imana ulaşan, El hamdu lillahi Rabbil âlemin demeye adım atar.

Rab bir anlaşılsa muamma bir konu kalmaz. Rab dendiğinde gözler göklere döner de döner ve boş olarak nazar edene döner. Bu konuda söylenebilecek son sözü dile getirelim. Zaten ileriye giden yanar. Bir şeyi görmek için o şeye bir sınır çizip görebilirsiniz. İşte Rabbul âlemine sınır çizilemez ve onu göreyim diyen de dışına çıkamaz ki, tüm haşmetiyle seyretsin. Zaten içi ve dışı diye bir mefhum söz konusu değildir. Bu daha esma boyutunda böyledir. Sınırsız mana yapılarına işaret edilen ve esma-ul hüsna isimleriyle isimlendirilen, her biri bir dehliz gibi olan manaları kapsamalısınız ki, tüm haşyetiyle seyredebilesiniz ki, bu mümkün değildir.

En fazla her bir manada kabı kavseyne ulaşılabilir. Bu büyük bir lütuftur ki, tüm manalarda kabı kavseyne ulaşmak, ilk defa Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize nasip olmuştur. Manaların dışına asla çıkılamaz. Çünkü çıkayım diyenin manaların kompleksi dışında varlığı olamadığı için varlığından eser kalmaz ve yanar. Cebrail’in bir adım daha atarsam yanacağım dediği nokta orasıdır. İnsanda lahutiden üflenen ruh olduğu için, tüm manaları cem edip rabbul âlemine nazar edebilir. Ama gene de mana kompleksinin dışına çıkamaz. Çünkü gayrı varlığı yoktur.

Kıyamet günü Rabbin görüntüsü kişiden, kişiye göre değişken olacaktır. Görüntüyü oluşturan yine kişi veri tabanı olacaktır. Tıpkı Münkir ve Nekiri veri tabanına göre oluşturduğu gibi. Kişiye rabbi kemalatına göre gözükecek. Rabbul âlemin tümüyle olduğu gibi asla gözükmeyecek. Çünkü hiç bir birim onu kapsayamaz. Olsa olsa kendi terkibi kadar Rabbul âlemine nazar eder. Ne edelim edelim, rabbi terkibimizi Rabbul erbaba yaklaştıralım ki, görüntümüz daha bir kaliteli olsun. Örneğin, 3gp görüntü ile 4k görüntü bir değildir. Cihazımızı zikir ve tefekkür ile yenileyelim. İnsanlığa muhabbet ile nefsimizi saflaştıralım.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz duanın kulluğumuzu hatırlatan yönünü ve Rab ile kul ilişkisini anlatan hususlarla ilgili şöyle buyuruyor: “Şüphesiz ki, Allah çok hayâlı ve çok cömerttir. Bir kimse ellerini açıp dua ettiğinde onu boş çevirmekten hayâ eder, utanır” (İbni Mace, Dua, 13) Acaba ne demek istemiş? Olayı anlamayan hemen inkâr eder ki; böyle hadis olamaz. Ya anlamayıp reddettiğiz bir hadis, tıpkı bu hadis gibi kapalı mana içeriyorsa ve inkâr ederek mahrum kalıyorsak. O yüzden anlamadığımız hadisi inkâra gitmek yerine, mahiyeti hakkında kafa yoralım.

Unutma ki, senle senden yarattı yaradan, kendini çıkar aradan, hicret et buralardan, rabbe verdiğin sözde dur ey adam. Ama yaratım noktanın da farkında ol aldatıcıya aldanmadan. Sahip yani malik dilediğini yapıyor, aklı kıt da niye böyle diye isyan ediyor. Tüm mesele Kur’andan uzak yaşamak. Bil ki Kur’andır insandan okunan.

Bismillah ile nazar edenin önünde engel kalamaz. Rab Bismillah ile başlamayı kolaylaştırsın da hakikatimizi unutmamayı nasip eylesin. Çünkü unuttuk! Dünya bir gölgelikti biz ise yolcu, oysa yolcu olduğumuzu unuttuk. Yolumun buradan geçtiğini ve sadece yolcu olduğumuzu unuttuk. Yapmamız gerekenler vardı, burası imtihandı, bedensel zevki sefaya dalıp ahretimizi unuttuk. Rabbimize verdiğimiz sözümüz vardı, dünya kelamını konuşmaktan o sözümüzü unuttuk. Ne de çok unuttuk.

Madem Allah yanı sıra bir yönelim mahalli yani ilah/tanrı yok ve madem sadece Allah ve mülkiyeti mevcut, o zaman her birim bir çıra gibi olur. Yağıda fitili de kendi içinde. Birbirine destek yani şefaat, çıralar arası ateş tutuşturmadır. Ateş veren çıranın ateşinden bir şey eksilmez. Ateşe dokunan çıranın terkibi el veriyorsa yani yağı ve fitili el veriyorsa tutuşur. İşte insan da öyledir. Rabbi izin veriyorsa yanı terkibi müsaitse şefaat edenin şefaatına mazhar olur. Yoksa taşın üzerine yağan yağmur gibi akar gider.

Rabbin izin vermesi için de öz cevherden sana yansıyan ışınım ile öz alt bilincini tasarımlamak zorundasın. Rububiyet mertebeni yükselt ki, şefaat alanın genişlesin. Yani sendeki açılım kadar Rububiyet mertebeni yükselt ki şefaat alanın genişlesin. Birçok amelle kendi rububiyet alanımızı genişletir isek, Rabb-u l erbaba yaklaştıkça yaklaşırız. Yoksa dünyaya geliş neye ki? Oyun eğlence yoktur aziz kardeşim.

Bunun için en büyük çalışma öncellikle zikirdir. Sonra Allah’a yakın kulların senin için yaptığı dualardır. Bunun en etkili hallerinden biri, ihtiyaç sahiplerine el uzatmandır. Onun yaptığı dua çok samimi olarak içten olacağından, senin öz alt cevherin üzerinde müthiş etki bırakır. Çünkü mazlum ve ihtiyaç sahibinin yüzü Allaha dönmüş ve tüm isteklerinde odak noktası Allah olmuştur. Sen isteğinin giderilmesi için devreye girince, ondan yükselen o şuur direk sana yüklenecektir. Bu da sende müthiş bir açılım yapacaktır.

Unutmayalım ki, en büyük şefaat dünyada olur. O da Rabbin izniyle olur. Çünkü dünyada et kemik beden ve beyin bizde ve ruh ile bire bir iletişimde. Ne de güzel bir sistem yaşadığımız doğa ne harika bir döngüdür. Bizi bundan haberdar eden kullar ne güzel kullardır. Allah tümünden razı olsun. Doğayı doğamızla uyumlu yaratan rabbe hamd olsun.

Tilavet ettiğimizi kendi nefsimizde kıraat ettiğimizde, mesele bitmiştir. Çünkü nefsini bilen rabbini bilir. Sadece Allah ve tüm mahlûkat onun eseri. El vukuu kel vuku’ yani olacak olmuş gibidir kaidesince, nasıl ki sura üflenince aralarında nesep kalmayacaksa şimdi de aslında öyledir. Herkes ferttir ve rabbiyle yüz yüzedir hatta hatta yüzsüzdür.

Nasıl ki burak araçtı, nasıl ki refref araçtı, nasıl ki miraç araçtı, salât yani namaz da araçtır. Hedef Rabbu-l erbaba ulaşmaktır.

Yukarda Allah vardan kasıt, bende her ne özellik varsa tümünün üstündeki aksettirici kuvveler Allah’a aittir gerçeğini dillendirmektir. O rab, ben ise kulum. Sadece O ve aksettirdiği ben. Elbette bilinçte rububiyet itibarıyla ikilik kalka bilir, ama o bilinç de sürekli olamaz. Çünkü öyle teslimiyetle oluşan hal ile, sen dünyaya tek çivi çakamazsın. Onun için namazın sonunda tekrar beşerle iç içe girildiği için sağa sola selam verilir. Ama ulûhiyet itibarıyla her hal ve durumda o tümüyle subhandır ve sen ona boyun büküp muhtaçsın. Yani burada ikilik mevcut olup sonsuza dek aynı hissiyat devam edecektir. Çünkü dilemiş ki biri onun adına seyir eylesin.

İçsellik nazarıyla dışsallığı seyretmek olayı ise şöyledir. İçsellik B ب harfinin anlamı çerçevesinde, oluşan tüm olayların rabbul erbab olan Allaha dayandığını ve dolayısıyla bizimde kapsayıcımız olan rabbul erbab yani rabbul âlemin tüm varlıkların da rabbidir. Özündeki manaları hissedip dışındaki varlıklara özüne paralel davranmaktır. Örneğin öz cevherini oluşturanın rahmeti sonsuz olandır. Sende özüne yüzünü çevirip dışındakilerine rahmet kucağını açmak ve öz cevherine ayna olmak zorundasın ki, Allahın boyasıyla boyanasın. Örneğin Rezzak ismi özünden sana gelen rezzakiyyeti hissedip elindeki var olan değerleri insanlarla paylaşmaktır. Tüm esma-ül hüsna ile işaret edilen mana komplekslerini öylece düşüne biliriz.

Vicdan sesi senin nefsindeki sestir ki, nefsin rabbinin terbiyesi ile şekillenir. Rabbin terkibin özündedir ki öz cevherinin oluşturduğu birimsel şuurundaki seslenişin ta kendisidir. O seslenişi dinlemeyen yanmaya mahkûm olur. Bu yanış fena yolundaki yanıştır. Yanar derken, hep odun kömürün yanışını gördüğümüz için, bazıları fena yolundaki yanışı odun kömürün yanışı gibi bir yanış zannettiler. Be mübarek bu yanış başka yanıştır. Ancak yaşayanın hissedeceği bir yanıştır.

Ebu Rezin el-Ukeyli (ra) Ey Allah’ın Resulü, dedim, “mahlûkatını yaratmazdan önce Rabbimiz nerede idi?” Bana şu cevabı verdi: “el-A’ma’da idi. Ne altında hava, ne de üstünde hava vardı. Arşını su üzerinde yarattı.” (Ahmed İbnu Hanbel dedi ki: “Yezid şunu söyledi: “el-A’ma, yani “Allah’la birlikte başka bir şey yoktu” demektir.”) 1673 numaralı hadis Kutub-i sitede. Şimdi dikkat edin, a’ma da olan Allah değil rabbimiz diyor! Çünkü Allahın her sıfat ve esması anlam ve içerik itibarıyla Allah için sonsuz ve sınırsızdır. Bizi oluşturan yani rabbimiz olan ise, onun sahip olduğu sonsuz ve sınırsız mana içerikleridir.

Biz yaratılmadan bizi oluşturan esma terkibi o sonsuzlukta yerini alıyordu. Sonsuzluk ise A’madır. Çünkü bilinemez. Bilinir olan olanlar ise ancak bir birine göredir. İşte ondaki her bir mana, terkipler halinde bizi var ettiğinde, onda A’ma da olan yani sonsuz ve sınırsız olan manalar, varlıklar adı altında bir birine göre görünür oldu. İşte onun için de sen yaratılmadan önce rabbin a’ma da idi dendi. Çünkü o yanı sıra bir şey yoktu ki onu görür olsun.

Yaratım, Allaha göre sonsuz ve sınırsız iken birimler adı altında sonlu ve sınırlı terkiplerle zuhur edilmesidir. İşte buna rububiyet denir.  Allah ise zaten tüm kavramlardan beridir. Varlıklar yaratılmadan önce ne ise, şimdi de odur. O her türlü tanımlamadan beridir. İşte buna ulûhiyet denir. İşte sonlu ve sınırlı bir halde var olmamıza faniyiz diye işaret edilmiştir. Çünkü sonsuzluk içinde sonsuzluk ile var olan bir birim sonsuzluk içinde yok hükmündedir.

Reel benlik sahibi olup sonsuz ve sınırsız olan Allah’a göre bir benlik sahibi olmamız, bizim onun adına âlemleri seyir etmemiz dilenmesindendir. İşte bu var edilen benliğe sanal benlik diyebiliriz. Kendine göre vardır ama Allah’a göre bir gölge varlıktır. Ama bize verilen benlik sonsuza dek bizim olacaktır. Bu Allah’ın dilemesidir. Dolayısıyla aslı ona ait olup bizde emanet olarak verdiği birçok sıfata sınırlı oranda sahip olan biz, sonsuz ve sınırsız sıfata sahip olan Allah’ın ulûhiyeti karşısında secdeye kapanırız.

Nankörlük eden, kendi ile rabbi arasına perdeyi indirmiştir. Rab nimete erenlerin akıntısıyla nankörlere akmaz, mağdub ve daaalliiin gibi akar. Ya rabb bahri ummandan akıt. Ya rabb nuri hüdadan yansıt. Ya rabb desti rahmetinle arıt. Özümden olana ol en büyük kanıt.

Âlemlerin yatılımı heyulaya asla dayanmaz. Çünkü Allah, tüm âlemleri yoktan var etmiştir. Heyula varlığın bir birbirini direk veya devşirterek üretmesine yani varlığı yaratmasına denir. Bunun geriye doğru gidişi bitmez ve geçmiş zamanın sonsuzluğuna uzanır. Bu da İslam inancıyla bağdaşmaz. Heyula vardır dersen o zaman Allah’ı yaratıma mecbur edersin. Oysaki o diler yaratır diler yok eder. Allah âlemleri inşa’ ve ibda ile var etmiştir. İbda’, Allah’ın tüm her yaratılanı örneksiz ve modelsiz bir şekilde yokken var etmesidir. İlk yaratılış ibda’ ve inşa’ iledir.

Sakın ha, var edilen varlıkları herhangi bir yönüyle ezeli bilme. Allah’ı hakkıyla tanımayanların işleri o ya, içinde Allah inancı olamayan bir dünya kurmak veya Allah’ı heyulaya mecbur kılmak. Maymundan devşirilerek geldik ve sonra insanlaştık demek, kâinatlar birbirini doğurdu ve heyula dayanır demekten farksızdır. Allah her varlığı birebir ve heyula olmadan yarattı. Elma olması için ağacın olma zorunluluğu asla heyula değildir.

Ateistlik, rahmanın yaratımından yaratımla uğraşıp rahmanı görememektir. Kur’anda Allah kendi zatına işaret ederken ben der. Yaratım sürecine dikkati çekerken de biz der. Yaratım rububiyette yani esma manalarının terkipleşmesinden olur. Çünkü sayısız manasının terkibiyle bir oluşum söz konusudur. Onun için çoğul zamiri kullanılıyor.

Kayda değer olmayan şey yüzünden yaratım mahallini kapatma. Diri diri kızı gömmek, sende var yaratıcılık hislerine yaratım yaptırtmadan bir şeye sinirlenir de yaratım alanını gömmektir. Çok sistematik bir yaratımın içinde kendimizi bulmuşuz Bu yaratım düzenini yaratıp bize bildiren sahibinin dediklerini uygulamak zorundayız. Öylece geleceğimizi cennete tevdi ederiz. Kızı diri diri gömersek, yaratımdan mahrum olup cehennemde kalanlardan oluruz.

Bu hücre kendi kendine var olmuştur. Sonra tüm varlıkları kendi kendine çoğalarak oluşturmuştur der süper zekâlı evrimciler. Allah yanı sıra bir yönelim mahalli yani bir tanrı elbette yoktur. Ama onun yanı sıra bir tanrının olmaması evrimi makul kılamaz. Allah dünyayı yaratıp suyla buluşturduğunda, her varlığın yumurtasını yaratıp örneksiz bir şekilde her canlıyı var etmiştir. Vakti gelince ise, o gizlediği ilk maddeyi canlandırıp istediği varlığı zuhur eder. Örneğin bir parça et bırakın güneşe ve bekletin. O ette kurtçukların yumurtalarının nasıl gizlendiğini ve birer muhteşem hayvanın nasıl dirildiğini seyir edin. Et kurtçuğa dönüşmez Bilakis oradaki yumurtadan kurtçuk çıkar ve sonraki nesilleri et üzerinde çiftleşerek yeni yumurta bırakır. Bu, tüm canlıların ilk yaratımları için geçerlidir. Ve dahi bu ilk insan içinde geçerlidir. Önce balçıktan yaratıldı. Sonra kadın erkek birleşmesiyle devam etti.

Evrim yoktur. Çünkü tüm canlıları bir birinden mutasyonla var edildiğini düşünelim. Peki, ilk varlık hücresi gökten mi indi? İlk hücreyi sıfırdan yaratıp ilk canlıyı yaratan, sonra diğer canlıları ondan türeten olarak anlaşılan evrim, acaba ilk hücreyi nerden getirdiler. İnsan hücresi ile hayvan hücresi aynı mıdır ki birbirinden türemiş olsunlar. Velhasıl kimse kimseden türememiştir. Her bir varlık, özel ve büyük bir özveriyle tam olarak içinde bulunduğu pozisyonu tamamlamak için yaratılmıştır. Her varlık sıfırdan ilk ve numunesiz olarak Allah tarafından bir sistem ve düzen dâhilinde var edilmiştir. Bu gericilik değil, en ilericiliktir. Şunu da unutmayalım ki, fikren hayvan olan insana dönüşür ciddi bir çalışma ile. Ama cismen hiçbir hayvan insana dönüşmez.

Dikkat et! Şuursal olarak evrim vardır ama bedensel olarak evrim asla ve asla yoktur. Bedenen evrim vardır diyen hata eder. Hiçbir kedi horoza veya horoz kediye dönüşemez. Evet, evrim vardır diyen hata eder, çünkü Allah her varlığı emsalsiz ve sıfırdan var etmiştir. Hiçbir balık hindiye veya hindi balığa her hangi bir silsileyi takip ederek dahi olsa dönüşemez. Bu muhaldir ve Allah’ın sistem ve düzenindeki yaratımına terstir. Acaba evrimle domatesi salatalığa çevirme imkânları ve tezleri var mı? Darvin ancak maymunu insana çevirir, O domates ile uğraşmadı ki… Sen de onlara kanma ve rabbinden yüz çevirme aziz kardeşim.

İlk yaratış sıfırdan yaratış ve emsalsiz yaratılış ile olmuştur. Yoksa o ondan ve diğeri de diğerinden türeme ve evrilme ile yaratılım dersen, o zaman geriye doğru bir sonsuz zincir skalası çıkar ki, bu da batıldır. Ama Allahın El Bari El Mübdi’ gibi isimleri gereği bir örnek ve emsale ihtiyaç duymadan yaratan, varlıkları yokluktan varlığa çıkaran, takdir ettiğini ve kararlaştırdığını varlık sahasında ortaya koyan anlamında yaratılan anlamında her var edilen birime bakarsak, yeni birçok kapının bize açıldığını fark ederiz.

Bu fark edişle beraber yüce yaratanın bizden istediği amel ve teslimiyete doğru adım adım yaklaşırız. Bu da bizim yönelim ve kazanım ile yolculuğumuzu tamamlamayı müyesser eder.

Yorum yapın