VAHDET VE KADER ÜZERİNE MÜLAHAZALAR

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

İnsanın rabbi insanı izler. Sanki kaderi insan çizer. İnsanın iradesini bir irade izler. Tüm istekler ondan süzer.

Vahdeti tam ama tam hissetmek için Allah’ı çok ama çok iyi tanımalıyız. Önemine binaen bir nebze Allah’tan bahsedip öylece vahdet ve kader konusuna girelim. Onun için de kelime-i tevhidi hatırlayalım. La ilahe illallah; yani tanrıya hayır sadece Allah…

Tanrıya hayır derken, her hangi bir varlıkta var olduğu zannedilen, o birimin kendi malı ve kendisine ait bir kuvvet ve güce hayır deriz. İşte herhangi bir birimde bağımsız güç ve kuvvet vehmi tanrılık anlayışıdır. Yoksa tanrılık inancı, tüm gücü Allah’a ait bilip Allah’ın önünde Allah’ın verdiği güçle boyun eğip Allah’a teslim olma değildir.

Zaten her varlık bir sanal benlik sahibi olarak, ulûhiyeti itibarıyla Allah’ın önünde secdeye kapanmış durumdadır. Çünkü kimde ne güç ve kuvvet varsa, onlardaki tüm güç ve kuvvet Allah’a ait olup o birimden birimin terkibine göre zuhur eder. Eğer sende veya dışarında rububiyeti veya ulûhiyeti itibarıyla Allah yanı sıra bir ilah/tanrı yani güç ve kuvvet sahibi arıyorsak yanılıyoruzdur.

Ama rububiyeti itibarıyla her varlık, her ne kadar tüm güç ve kuvvetini ondan almışsa da, ulûhiyeti itibarıyla Allah, varlıklarla kendisindeki gizli hazineyi seyir etmek istendiği için, her varlığa bir sanal benlik vererek adeta bir gölge varlık oluşturarak kendisine boyun eğdirmiştir. İşte bu boyun eğdirmede sen ve o olayı meydana geliyordur. Yani Allah’a ulûhiyeti itibarıyla senin varlığın bir sanal benlik sahibi olarak onunla muhatap oluyordur. Kul hangi bilince ulaşırsa ulaşsın, bu sonsuza kadar aynen öylece kalacaktır.

Onun içindir ki, ulûhiyet itibarıyla la ilahe illellah diyerek sanki bir varlık başka bir varlık önünde onunla muhatap olmuş gibi hissiyatını oluşturuyordur. İşte burada hissiyatta yanılgıya düşmeyip her varlıktaki kuvvetin Allah’tan geldiği şuuruna bürünmemiz için la ilahe illellah şuurunun bizde diri tutulması istenmiştir.

Esma-ül hüsna içinde ilah ismi yoktur. Çünkü ilah yani tanrılık düşüncesi, kişide oluşan yönelime verilen isimdir.  Kişinin yönelim alanına ulûhiyet denir. Kişinin yönelim dünyasına ulûhiyet denmesi itibarıyla tek bir ilah vardır ki o da Allahtır.

İşte ilah/tanrı olarak gördüğünüz aslında Allah’tır ki, dışarıyı da, bizi de ve içimizdeki ve hatta özümüzdeki ilmi de var eden ve kendisiyle kaim kılan yani ayakta durduran sadece Allah’tır.

Aslında Tanrıya hayır derken, tanrılık düşüncesine hayır deriz. Sen tanrına Allah ismini taksan ve düşünceni değiştirmezsen, ona da hayır deriz. Dikkat ederseniz, Mekke ehli cahiliye devrinde Allah’a başka mana yükleyerek ona inanırlardı ve onu koca bir tanrı gibi görür, putları da ona yaklaştırıcı olarak görürlerdi.

İşte Tanrıya hayır derken tüm bu ikiliklere de hayır deriz. Sadece Allah derken ise İhlâs süresini temel alarak Allah deriz. Elbette isim önemlidir. Ama maksat sadece kavramlarla sınırlı değil, asıl maksat manadadır.

Allah’a ulûhiyeti itibarıyla, sanal benlik sahibi olarak sen varsın bir de reel benlik sahibi olarak Allah var ve sen ondan isteyip ona yönelirsin. Allah’a rububiyeti itibarıyla da sadece Allah var, her şey onunla kaim-ayaktadır. Bunu iyice idrak edip ifrat ve terfide düşmeden yöneliş ve aldığımızda dengeli bilinci oturtalım. Çünkü kişiyi cehenneme mahkûm eden şeyin inançta bozuk saplantılar olduğunu bilelim. Temiz bir itikat sahibi olursak, az amelle de biiznillah cehennemden kurtulmak nasip olacaktır. Ama bozuk bir itikatla yirmi dört saat amel edersek, ulaşacağımız bir hedef olmayacak olup kaybedenlerden olacağız.

İbadet ve yönelişimiz Allah’a olan kulluğumuzun dile getirilişidir. Çünkü Allah’ın hiçbir şeyimize ihtiyacı olamaz. Hakikatini fark etmeyen Allah’ın ulûhiyetini ve rububiyetini bir birine karıştırır. Allah’ın Rububiyetini ulûhiyete hasreder. Öylece teşbihte şirke döşerek Allah’tan mahrum kalır. Veya ulûhiyeti rububiyete hasrederek tenzihte şirke girer. Olayı fark eden ise tevhidi yaşar. Daha ötelerine sıçrayış yapan vahdete erer. Bu da samimi bir kullukla gerçekleşir.

Allah, zatın kendisine seyir için seçtiği özel adıdır. İlah-tanrı-god-xwudê-il-nirvana- vs. gibi isimler olayı anlamayan kişilerin ona veya güçlü gördükleri birimlere taktıkları birer isimdirler. Oysaki bu isimler bizim yönelim anımızdaki halimize verilen isimlerdir. Allah’ın isminden olmayıp halimizin adıdır.

 Allah ismi şerifi her dilde aynıdır ve değişmez, senin adının diğer dillerde değişmediği gibi. Onun için İslam’ın ilk emri “la ilahe yani tanrıya hayır, illallah yani sadece Allah” tır. Allah ismi şerifi, bizim onu daha iyi tanımamız için, bizzat kendi tarafından kendine verilen özel isimdir. Allah ismi ile bize tanıtılanı bir nebze hatırladıktan sonra, vahdet ve kader sırrına göz atalım.

Kader ve vahdeti anlamak için iki adımı iyice derk etmemiz gerekir. Bu adımları inşallah teker teker idraklere sereceğiz. Umarım faydalı olur ve duaya muhtaç bu kula duanızda yer ayırırsınız.

Birinci adım, HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet için hiçbir sıfat yoktur. Düşünsenize, sıfatsız, esmasız ve hatta tüm kavramların düştüğü ve sadece HU yani O diyeceğimiz mutlak zat. Önce bunu hafızamızda oturtalım. Sonra; HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet istedi ki; özündeki gizli hazineyi, yani kendi öz hüviyetinde olan ve hiçbir mana olarak seyri oluşmayan kendi benliğine ait ilmini seyir etsin. Kendi zatına nazar edince zatının zati nurunu yani zati ilmini temaşa eyledi.

Sonra Hüviyetinde asla manaya dönüşmeyen ve salt kendi yansıması olan zati ilmiyle kendi özelliklerinin seyrini oluşturmak için kendisine Allah adını seçti. Bu ismin bünyesinde seyrini oluşturmak istediği manalarından bir nokta alıp yoğunluğunu düşürdü.

Zira salt ilim olarak kendisinde mevcut olduğunda etkileşim olamaz ki seyir oluşsun. Sonra o bir nokta diyebileceğimiz zati nurundan alınan nura nuri muhammedi diyerek bir sınıra ilhak eyledi. Sonra bu nurda yoğunluğu düşürülen manalar doksan dokuz öz cevher olarak varlığın özünü teşkil etti. İşte bu öz cevherdeki mana kuvveleri bir birleriyle etkileşim haline girdi ve sayısız âlem oluştu.

HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet bu etkileşimlerin hiçbirisi asla olamaz. Çünkü o, kendi öz hüviyetinde Allah ismini varlığına ayna yaptı. Aynada görülen şey asla şeyin kendisi değildir. Ama görünen de ondan gayri değildir.  Sonra; Allah ismiyle işaret edilen aynada HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet kendisini seyir etmeye başladı.

Şimdi düşünelim; Allah ismiyle işaret edilen aslında ise, HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin kendi seyir mahalline verdiği ismin müsemması, tüm isimlerin yansıtıcısı olarak zerreden küreye bir etkileşim ve oluşum içinde HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyete seyir mahalli oldu. Bu yapının her bir noktası HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyete eşit mesafededir. Allah yapıyor dediğimizde; hangi noktada bir oluşum oluyorsa olsun işi yapan Allah’tır. Çünkü tüm seyir alanını bir okyanus gibi düşünsek, okyanusun her noktasına da okyanus denir.

Şu noktaya dikkat edelim; Allah ismiyle işaret ettiğimiz, HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin seyrin oluşması için ortaya çıkardığı manalar ile işaret edilen kuvveler veya bu seyir sonucu oluşan herhangi bir nokta, asla ve asla HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet değildir. Tümü HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin seyri dâhilindedir.

İkinci adım, HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet Seyir ettiği tüm âlemlerde istedi ki, biri onun adına âlemleri seyir etsin. Önce cin denen varlığı sınırlı iradeyle var edip yerin hilafetini cüzi olarak onlara verdi. Daha sonra istedi ki sınırı kaldırıp tam olarak hilafet yapacak bir varlık var etsin ve insanı var etti.

Şimdi düşünelim; HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet âlemlerde seyir edip istediği tasarrufu yaparken, istedi ki, kendine bir halife yaratıp onun adına seyir edip onun adına tasarruf etsin. O yüzden cinler sınırlı iradeyle, insan ise tam iradeyle Allah adına tasarruf etmektedir.

Daha sonra HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet Allah ismiyle işaret edilen seyir aynasında, tüm manaların birbirleriyle etkileşmesinde bir kural oluşturmuştur. Bu kurala da değişmez sünnetim demiştir. Bu sünnete uygunluğun şeklini, gene insanlar arasında seçtiği ve adına resul veya nebi yani peygamber dediği kişiler vasıtasıyla tüm insanlara bildirmiştir.

Şimdi; Allah ismiyle işaret edilen seyir aynasında var olan cinler sınırlı iradeyle, insan tam iradeyle HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet adına seyir etmek yani tasarruf etmektedirler.

Her cin ve insan, kendisine verilen irade ile seyrini sürdürürken, seyrin devamında huzurlu bir yaşam sürmesi için, Allah ismiyle işaret edilen seyir aynasında, tüm manaların birbirleriyle etkileşiminde var edilip asla değişmeyecek kurala göre iradesini kullanırsa, bu bedeni terk ettikten sonra rahat bir yaşam sürer. Ama kendisinde var olan iradeyi, Allah ismiyle işaret edilen seyir aynasında, tüm manaların birbirleriyle etkileşiminde var edilip asla değişmeyecek kurala göre düzenlemezse, bu bedeni terk ettiğinde mutsuz bir yaşama geçecektir.

Cin ve insan, isterse var edilen sisteme uygun hareket etsin, isterse etmesin, her halükarda HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet adına hareket etmektedir ve onun kuludurlar. Bunu böylece bildikten sonra sıra kaderi anlamaya geldi. Kader ne? Yazan kim? Nerede yazıldı? Nasıl yazıldı? Değişmez mi? Değişirse nasıl değişir? Kaderi yazboz tahtasına çevirdik diyen nasıl dedi? Eğer robotik bir kadere mahkûmiyet olsaydı yaşamımız, o zaman bu tebliğ niye yapıldı?

İnsan beyni, âlem beyni üzerinde kaderi değiştirme kuvvesiyle donanmıştır. Yoksa dünyaya gelişimiz saçma olurdu. Kader derken, çok büyük yanılgıya düşeriz. İlk akla gelen; ötelerde yaşayan bir ilah-tanrı var, adı da Allah’tır. Her şeyi var etmiş “çok önceleri-ezel-“de, şimdi de daha önce var ettiğini peydir pey ortaya çıkartıyor. Ya gerçeği ne?

Bir kere Allah dışsal veya içsel bir tanrı-ilah değildir. İlahlık olayı ulûhiyet itibarıyla kişinin Allah’a yönelimine verilen isimdir. Allah için zaman yok ki, o zamanın zamanı hem o mekânın mekânı. Onun için evvel ve son yok ki. O evvelin evveli ve evvelsiz O ahirin ahiri ve ahirsiz. Peki, evveli ve sonu olmayan nasıl olurda bir zamanlar bir yerde bir şeyler yazmış. Evet, önce Allah’ı ve sistemini iyi anlamak gerek.

Evet, önce Allah’ı ve sistemini iyi anlamak gerek. Allah’ın yazdığı kaderin vakti gelince insanın gözü kör olur. Kader tecelli eder de sonra insan, ah vah eder. Ben niye böyle yaptım der? Bu olayı bilmek için Allah’ın tasarrufunu bilmemiz gerekir. Allah’ın tasarrufu, kulda kul iledir.

Şöyle oluyor; bizde her ne öz cevher varsa tümü Allah’a aittir. Bize yüklenen ilim, irade ve kudret ile öz cevherimizi değişim kuvvesi bize yüklenmiştir. Biz yaptığımız amallerle öz cevherimizin içeriğini yani karışımını değişiriz. Bu değişim ile bizden apaçık zuhur eden fiiller otomatik olarak değişecektir. Bu değişimle kaderimizin yapısı da otomatik olarak yön değiştirir.

Biz her ne yaparsak yapalım, Allahın esma kuvveleri ile yaparız. Onun için de kaderi Allah yazar deriz. Çünkü sen sana verilen ilim, irade ve kudret ile öz evreninin akışını değişirsin. Bu değişim ile önündeki hayatta akış değiştirir. Ama yazan yani kaderini miktarını ortaya koyan bizzat Allah’tır. Çünkü sendeki tüm cevher ona aittir.

Sana üflediği nefes ile sende bir sanal benlik oluşturmuştur. Sen, sana verilen ilim, irade ve kudret nedeniyle kendini ayrı ve bağımsız sanırsın. Ne zaman ki Allah, ötelerde senin için gelecek yazan bir aşkın güç sanıldı ve işte yanılgı o noktada başladı.

Evet, her şey kader iledir. Yani miktarın oranında sende zuhurat oluşur. Bununla beraber sistem ve düzende bir organizasyon oluşsun diye tüm olacak şeylerin yazgısı yani oluşum planı ilk insan yaratılmadan yıllar öncesinden yazılmıştır. Eğer bir müdahale yapılmazsa olan olacak ve olmayanın da olacağı olamaz.

Kader bu ya; Buna iman etmeyene cennet haramdır. İşte bu yazgı içinde oluşan insan istediği, yazgıyı değişme kuvvesine haizdir. İsterse değişim için çabalar ve değişim gerçekleşir. İsterse de bir şey yapmaz da yazılan yazgıyı birebir yaşam alanına sokar.

Olayı bilmeyenler derler ki, kaderimde varsa ben ne yapayım? Sonra her günahı işler ve der ki, Allah bana yaptırdı ve sonu hüsran olur. Aslında bize verilen ilim, irade ve kudreti yerli yerinde kullanıp hayatımızın üzerinde hüküm etmeyi bir öğrensek, Allah’ın izniyle yaşantımızın hâkimi oluruz.

Sanıldığı gibi Allah tek ilah/tanrı olup onun yazdığı değişmez yazgı da yoktur ve kader öyle değildir. Çünkü sanıldığı gibi bir ilah/tanrı yoktur. Allah bir ilah/tanrı olmayıp kişinin yönelim alanına ulûhiyet denir. O yüzden sanıldığı gibi bir kader yani yazgı da yoktur. Sadece Allah var ve onun ilminde ilmiyle hay ve kayyum ettiği varlık âlemi mevcuttur. Bunu fark eden kâinata meydan okur yani tüm kâinat ayağına gelir.

Bazen karda dahi açar çiçekler. Üzerinde uçuşur kelebekler. Aziz kardeşim tüm örnekler seni resmeder. Gafil olanı örnekler kahreder. Onlardan bitmez keder. Her şeye der ki kader. Bilmez mi ki kader üstünde var bir kader. O da insandan oluşur hasbelkader ve nasip deriz geçiştirir bi-keder. Kaderin tecellilerini bekleriz. Rab hep hayır olanı müyesser eder. Hayrına olan seni arındırandır. Her şey bizde başlar, bizde biter. B-il kaderi bu olayı anlatır. Her şey bizim iyiliğimiz için ve Allah münezzeh her şeyden.

B-ilkaderi; tüm özelliklerin B-ilkuvve birimle var olduğunu anımsatır. Kader enfustan yansır. Afak sadece makyaj yapar. Kader takdir edilendir ki takdir senin elindedir. Elinin üzerinde Allah’ın eli vardır ki yakınlığı şah damarından yakındır. Beyin kapındır ki ondaki tüm hissiyat hüviyetinden geliyordur.

Zatı bir yerde arama varlığın onun ilmidir. Beynini çalıştır hem yakınlığını yakınlığın bil zamansız ve mekânsız olarak. İlmi varlığın Allahın halifesi oldu. Hüviyetin mutlak zatın kulu oldu. Allahın hilafetini ve mutlak hüviyete kulluğunu unutan firavun misali şeytana yem oldu.

Allah iradeyi eline verdi ama iradeyi saptırmayan takdirini elde etti. Kader deyip kendini ve hakikatini çöpe atma. Kaderin üstündeki kaderi de sakın unutma ama bununla beraber ötelerden bir şeyin geldiğini sanma.

Özündedir tüm cevher sakın ha bu hakikate itirazda bulunma. Biz Allah’ı ötemizde (dışımızda veya içimizde) görürsek, Ezeli, ebedi, cenneti, cehennemi ve diğer kavramları eskiden oldubitti gibi anlarız. Hâlbuki Allah kayıtsızdır. Unutma ki her an ezeldir. Her an 120. Gündür. Her an kaderin yazıldığı ezeldir. Her an kalemin kuruduğu andır.

Kader yani senin yapının cevherinin özü değişmez ama bakış açın yanı özünün içsel terkibi değişir. Kalem korudu, cevherin cinsi sabitlendi ve yazılan yazıldı. Ama yazının içindeki yoğunluğu yükseltmek veya alçaltmak ve basıncın oranını yeni değerlere büründürmek sana sunuldu.

Hâlâ kader değişir mi diyen var? Aslında değişir ama? An’a inilebilinse. Ezel ve ebed bir an Allah indinde. Kader deyip geçme, Kader içinde kader vardır. Kaderi kendim yazıyorum sanma bu da hatadır. Çünkü senin mutlak ve tümüyle bağımsız ve özgür bir varlığın yok ki sen Allah’a rağmen bir kader yazasın.

Kader üstünde kader vardır yani senin kader ve miktar oranının öz cevheri bizzat Allah’a aittir. Allah bize açıklandığı kadarıyla anlaşılmazsa kader asla anlaşılmaz.

Uzanıp giden ve şaşmayan bir yoldur kader. Zikir kader üzerindeki en büyük yazbozdur. Yaşam silsilesinde insan anılacak gibi değildir. Ama HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet yani mutlak benlik sahibi o anılacak gibi olmayan insanı kendisine halife ilan etmiştir.

Biz elbette birçok isimlerle müsemma olan mabudu mutlak ilahı bil Hakk’ı hakkıyla takdir edemeyiz. Ama bize bildirilen kadarıyla Allah ismiyle işaret edilen mutlak zatın müsemmasını tam idrak etmezsek, biri yukarıdan bakıp kaderimizi tahmin eder der dururuz. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet dediğimizde, ezel ve ebed kelimeleri de düşer. Dolayısıyla Allah anlaşılmazsa kader asla anlaşılmaz.

Kendi işimize karışmak zorundayız. Çünkü O mutlak hüviyet sahibi zat bize demiş ki, araya parazit olun yani dua edin. Dua etmek, kişi ile kaderi arasına parazit gibi girer ve kaderi değiştirir. Allah resulü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, duanın kaderi değiştirdiğini söyler. Kur’an da der ki rabbimiz; dua edenin duasına icabet ederim.

İradeyi cüz’ümüz iradeyi cüzi olarak anlaşılmasın. İrade-i cüz, külli iradenin birimden birimin kader yani miktar ve kapasitesine göre ondan açığa çıkana denir. Yoksa ayrı ikinci bir irade değildir. Allah’ın isimleri kutsaldır ve dokunulamaz… Çünkü her birimiz Allah esmaları diye bildiğimiz esma-ül hünsanın manalarının terkibi olarak varız ve buna dokunulamaz. İşte mutlak kader budur. Muallâk kader ise terkibimizi değiştirme isteğimizdir ve isteği oluşturan Allah’tır.

Biz kendi işimize gene mutlak zatın çizdiği sınır dâhilinde ve onun kontrolünde karışma salahiyetine sahibiz. Yani onun ilminin dışında değiliz ki mutlak özgürlük olsun. Zaten öyle olsaydı -hâşâ- mutlak zatın ortağı olurduk. Mesuliyet, isteğimizi Allahın razı olduğu yönde değişim yapabilme kuvvemizdir. Ne zaman ki; Allah’ın dışsal veya içsel bir ilah yani tanrı olmadığını, kulun ona yönelim kuvvesine ulûhiyet ve dolayısıyla kuldaki yönelim kuvvesinin müsemmasına ilah denildiğini anlasak, O zaman kaderi anlarız.

Birçok ayet ve hadis tevil ile anlaşılır. Düz mana ile anlaşılamaz. Düz mana ile bakarsan aldanırsın. Vahdet ve kader anlayışı da öyledir. Allah kaderi ezelde bildi ve yazdı bizde yazılanı yaşıyoruz dendiğinde gözümüz döner ötelere ve önceki bir zamanda yazan bir tanrıyı ararız. Kader de öyle İrade de öyle. Fiiller âlemindeki işlediğin günahları at Allahın boynuna, fiiller âleminden bakan ayeti zat makamıyla meal et ve kurtulduğunu san.

Biz robot değiliz, robotu yapanız. Ezeldeki robotik kaderini dua ile zikir ile sadaka ile değiştirecek güce sahipsin. İşte bu güçtür sana emanet. Sahip çıkmayıp robotik yaşam sürmektir emanete hıyanet, sonra kopar kıyamet, hayatın olur rezalet.

Kader takdir edilendir, ucu senin elindedir, yoksa dünya oyun olurdu ki oyun Allah’ın şanına yakışmaz. Değer verelim hakikatimize sonsuz ve sınırsız, değer verilen ise değer verir hissesiz. Allah bile kuluna bakar şeksiz şüphesiz, isteğini vermeden önce de sonra da bırakır iz. Bıraktığı iz ile dua ettirir gönlünden, karşılığını da verir ta derunundan.

Karşılıksız bir şey yok elbette yaratandan, vesveseden sıyrıl her şeyi bil kaderinden. Nasip der kaderin tecellilerini bekler, rab hep hayır olanı müyesser eyler. 

Sitem dolu bir hayat, gel bekle gelsin memat, nefse ağır gelir hayat, kader vakti tecelli edince, ne hayat kalır ne de memat. O yöneliş ki sonu bedensel tatmindir, yok olmaya mahkûmdur.

Şirk en büyük zulümdür. Bu sadece bir putun önünde eğilmek değildir. İçe veya dışa döndüğün anda şirk başlar. Öze yöneldiğinde ise vahdet başlar. Şirk insanı sınırlar. Vahdet insanın önüne sonsuzluğu serer.

Vahdet olayı cebriyelerin görüşü olan bireyi robot görmek olayı asla değildir. İnsan hayatı Vahdet üzere kuruludur. Vahdete uymayan hata eder. Huşu ile kişi vahdete yönelir ki ondadır ülfet ve sonsuz muhabbet. Kul da hiçbir irade yok düşüncesi vahdet değildir. Bu düşünceye haiz kul der ki, madem öyle her işlediğim önceden yazılı bir plan, o zaman azap veya nimette olamaz der veya azap olsa zulümdür der hakikatten sapar.

Miraç uruçtan gelir ve Kadirin zıttı dır. Miraç kesretten vahdete yöneliştir. Kadir ise vahdetin kesrete nüzulüdür. Her birimiz bir birimizin varlığını müşahede edebilirsek, kesrette vahdeti yaşarız. Şirk insanı sınırlar, vahdet ise insanın önüne sonsuzluğu serer.

Kur’an, Allah’a teslimiyet için ne gerekli ise anlattı. Kişinin Allah ile münasebetlerinde olması gereken tüm teferruatlar işlendi, ama ve fakata yer bırakmadan.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz vahdetin yaşantıya dökülmesi için bilfiil bize örnek oldu. Kur’anın uygulanabilirliğini yaşamıyla bize gösterdi. Amel ettiği kitap, yaşamı sünnet oldu, hepsi bu.

Müslümanlarda birlik ve vahdet hep temennide kalıyor. Her bir Müslüman ayrı telden çaldığı müddetçe birlik asla oluşmaz. Her kafadan bir ses asla koroyu oluşturmaz. Olsa olsa laf salatası olur.

Bakalım incire ibret alalım. Kesrette vahdeti ne güzel temsil ediyordur. Hem vücut özellikle de beyin dostudur. Zeytin ise vahdetten kesreti temsil eder. Bedene gıda, ruhun merkezi kalp olduğu için de ruha şifadır.

İslam’ın temel prensibi olan La ilahe illellah kelime-i tevhit ile sayısız değere yönelip adeta bir put yapıp yönelen kişileri o yönelimlerinden uzaklaştırıp tek yönelim alanının Allah olduğu hakikatine yönlendirmeye matuftur. Kişi atalarından beri bir sürü dışsal kuvveye inanmış ve bütün bakış açıları öylece gelişmiştir. Tüm genetik yapısına bu düşünce nakış olmuştur. İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ve onun varisleri insanları kademe kademe vahdete taşımaya ve tüm bakışları Allah’a yönlendirmeye çalışmışlardır. 

Vahdet tüm varlığı birlemek değil, aksine tüm bakışları Allah’a çevirmektir. Zira Allah kendi manalarını seyir etmek için varlığı yaratmış ve kesret âlemini seyirlere aksettirmiştir. Sen kesreti inkâr edip varlığı birlersen, birçok hakikati da farkında olmadan inkâr etmiş olursun.

Gül misali göze ve buruna aynı anda hitap eden, yani vahdette kesreti yaşayan veya kesrette vahdeti yaşayan kullara ne mutlu. Şunu da unutmayalım, gören göz olunur ama koklayan burun olunmaz. Göz vahdeti temsil eder. Burun kesreti temsil eder. Sırf kesretin sonu bedensel tatmindir ki yok olmaya mahkûmdur. Onda kavga gürültü bitmez. Vahdette ülfet ve sonsuz muhabbet yatar. Bu muhabbet ile insan sonsuz hazineyi keşfeder. Hazineyi özünde keşfetmek ise, kişi için en büyük buluştur.

Kâbe Allah’ın evidir. Kâbe’den kasıt sadece üzerinde inşa edilmiş ve üzerine örtü atılan bina değildir. Kâbe den kasıt, Kâbe diye bildiğimiz siyah örtüyle örtülen binanın alanı ile yanındaki İsmail hücresi dediğimiz ve etrafı duvarla örülmüş olan alanın toplamından oluşur. İşte o alanda kişi yerkürenin altın oran noktasındadır. O noktada büyük bir nur akımı dalgası mevcuttur. Allah’a hakkıyla iman eden kişi o noktada, kalbinde büyük bir vahdet yaşar. Allah’ı hakkıyla tanımamış kişi ise bir mutluluk yaşar. Allah’ın varlığına inanmayan kişi ise küfründe daha da katmerleşir.

Tevhit ehli tüm yönelişlerini Allah’a çevirenlerdir. Vahdet ehli ise, Allah adına verip Allah adına alanlardır. Tevhit ehli cennet ehlidir. Vahdet ehli ise, sırf Allah için olanlardır. Tevhit ehlinin namazı tümüyle Allah’a yönelimle gerçekleşir. Vahdet ehlinin namazı ise, içinde kendisinin olmadığı namazdır. Ehadiyyette ki namaz ise sırf oluştur. Bu sadece rububiyet itibarıyla olur ki, o da Allah’ın a’la olduğunun yaşam ve hissedişidir.

Konu vahdet olunca mehdi, İsa ve deccal konusunun mana yönüne de az değinelim. Deccaliyyet fitnesi, maddi tatminin toplumun geneline dağılmasıdır. Mehdiyet ilmi kişisel taban da kişinin kendisini mana âlemine verip maddi batağından korunmaya almasıdır. Kişisel taban da yeterlidir ama toplumsal taban da yetersizdir.

İsaiyyet ilmi ise, başsız bir şekilde organize olup tüm bağlılıklarını terk edip deccaliyeti yenen inanan kişilerin gönlüne akan vahdet ilmidir. Bir vücut gibi yapar sayısız insanları ve bir komutanları olmadığı halde müthiş organize eder. İşte bu mana birlikteliği ruhullah ile oluşur. Malum Hz. İsa as için ruhullah denmiştir. Allah en iyisini bilir.

Mehdi, İsa ve Deccal kavramlarının mana yönleri ile işaret edilen fıtrata uygun yaşam ile fıtratı ifsat edici yaşantıya işaretlere ulaşırız. Zira sırf madde yaşamı manayı ifsat edip deccal sofrası olarak anlatılmıştır. Tüm peygamberler ve ehlullah olanlar, deccalın fitnesinden sakınmışlardır. Eğer olay sadece ahir zamanda gelecek muayyen şahıs olsaydı, neden onca geçmişteki büyüklerimiz sakınsınlar ki.

Olay şöyle de bakılabilir; Mehdiyet ilmi, kişinin kendini tanıma ilimidir. İsaiyyet ise, dünyayı esir eden deccaliyyet fitnesini def etmek için toplumsal olarak yapılan zulme karşı başkaldırmadır.

Bir zulüm tüm ferlerin her birine sirayet edince, manevi bir el tüm halkı ayağa kaldırıp her ne pahasına olursa olsun fitneyi yok etme kuvvesi olarak zuhur eder. O kuvve genel yaşamda semada bulunur. Bıçak kemiğe dayanınca ise, semadan iner de kişi artık elinde olmayarak zulmü yerle bir eder.

İşte İsaiyyet toplumsal bir ruh olarak yansıdığında deccaliyeti yok eder. İsa babasız dünyaya gelmiştir. İsaiyyet ruhu da dünyada hâkim olduğunda başsız bir şekilde hareket eden ve hedefine ulaşan insanlar olarak tecelli eder. Bunu idrak edemeyen deccaliyete mensup olan küfür ehli ise, halktan açığa çıkan o muazzam ruh karşısında mat olup teslim olur.

Allah her yerdedir görüşü, panteistliğe götürür. Her yer Allah’ın ilmindedir görüşü ise, vahdete ve fenafillâha götürür. İlim maluma tabidir görüşü panteistlik görüştür. Malum ilme tabidir ki bu da vahdettir. Vahdet ehli olmak, Allah’ı subhan bilip kendini de onun kulu bilmek ile gerçekleşir. Vahdet ehli, su gibi aziz olup Allahın koymuş olduğu sınıra dikkat ederler. Hasbelkader ayağı kaymışsa hızlıca istiğfar edip ve hak yola istikamette yollarına devam ederler.

Şimdi de ayrı bir pencereden kadere bakalım. Allah’ın yazdığı kaderin vakti gelince insanın gözü kör olur da yazgıyı işler. Kader tecelli ederde sonra insan, ah vah eder. Ben niye böyle yaptım der?

Her şey kader, Biz asla ve asla kimseyi kötülemiyoruz. Olan şeyin en hayırlı olduğunun idrakindeyiz. Çünkü cehennem günahtan kurtulmak için günahlıya rahmettir. Çünkü cehennem olmazsa, günahkâr nasıl arınıp ta cennete doğru yol alır.

Allah kimseye direk müdahale etmez, ederse imtihan sırrı kalmaz. Allah ister ki insan kendi uyansın.

Kuluçkaya oturan tavuk yumurtaya ısısını vererek civcivin gelişmesine katkıda bulunur. Ama civcivin yumurtasını dışarıdan gagasıyla kırıp civcivine ulaşamaz. Tavuk Allah’tan aldığı vahiyle bilir ki eğer dışarıdan dokunursa civciv ölür. Sadece gerekli ısıyı verir ve bekler. Civciv kendini geliştirir ve evrimini tamamlayıp kabuğunu içeriden kırarak dışarıya adım atar. Bunlar hepsi bizim için örnektir. İnsanda ruhsal tekâmül evrimini ancak kendi tamamlar ve özgür olur.

Unutmayalım ki tüm yaptıklarımız bizden bize hitap eder. Yazgının tecellileriyle alakalıdır. Yazılan değişmez ama yazgıdan ibret alıp ileriye doğru yazılacak yazgıyı pişman olmamak üzere tasarım fırsatı verilir insana.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz der ki, Şaki annesinin karnında şakidir -anne karnı her ne ise- Said ise şakiden ibret alandır” Eğer buradaki işaret bildiğimiz anne karnı ise, said nasıl olacakta annesinin karnında dışarıdaki şakiden ibret alacak?

Demek buradaki anne karnı ruhun içinde bulunduğu et kemik bedenimizdir. Evet, yazgıyı tasarım senin elindedir. Hele elinin içine bak… 18 + 81 = 99 eder. Allah esma adedi yazar elinin içinde, kullan ve değiştir robot olma der rab.

Astrolojik etki deriz, şeytan vesvesesi deriz, kötü arkadaş deriz, genetik intikaller deriz, çevre deriz, şartlanma deriz ve ortaya bir robot çıkarırız. Ama şundan habersiz gibi saçmalıyoruz; Allah insanı öyle yaratmış ki kendisine yönelinen tüm etki ve fikir oklarını yok edip kendi etrafa bir radar gibi implas yöneltir.

İnsana esma-ul hüsnanın işaret ettiği mana kuvvelerini kendinden kendine olacak şekilde açığa çıkarıp robot ötesi varlık olma kabiliyeti yüklenmiştir. İnsan Allah halifesidir sözü basit bir söz değildir.

Tüm yollar rabbine çıkar. Yol da, yoldaki yolcu da Rabbindir. Rab dilemedikçe ağaçtan yaprak bile düşmez. O zaman teslimiyetin verdiği zevki iliklerimize kadar hissetmeye çalışalım. Kader er-geç tecelli eder. İşte kaderin ilmeğini dokumak ise, senin isteğinle özdeşleşmiştir.

Sitem etmeden, kaderle el ele alıp rabbin verdiği her nefesi nimet bilerek, her anımızı değerlendirerek ötelere uzanan bir şefkatle, cennet kapısının açılmasını heyecanla bekleyelim. Önemli olan kaderin yazımının oluşumunu derk edip nimete eren kulların kulluğuyla nazarımızı oluşturmamızdır.

Rab dediğimizde özümüzden bilinç varlığımıza doğru bir projeksiyon gibi düşüne biliriz. Bu her birim için öyledir. O yüzden rab bize bizden yakındır. Aslında projeksiyon ile perde aynıdır. Bir projeksiyon gibi özden yansıyan ve birimde hayat bulan Allah esması birimin rabbidir.

Yol yani birimin önünde uzanıp giden zaman tünenlide Allah’ın yarattığı projektedir ve onundur. O yolda yürüyen insanda öylece onundur. Esmanın sahibi nasıl isterse, özden gelen projeksiyonunun ışığını öyle ayarlar ve birimde istenen şey temaşa olur. Dolayıysa ağaçtan bir yaprak dahi özden yansıyan projektede yoksa düşmez.

İnsan biraz değişiktir. İnsanda uruç yolu vardır. Özden yansıyıp insan beynine kadar uzanan Allah esması dilenen şeyi açığa çıkarır. Ama noktalardan son nokta olan insan beynine Allah öyle bir şey yüklemiş ki kendindeki kaç değişimle direk özüne dokunarak projektesini değiştire bilir. Zaten o yüzden dünyadadır.

Tüm zikrimiz, namazımız, orucumuz, haccımız, zekâtımız ve her amelimiz projektemizi değiştirmek içindir. Yoksa dünyada bulunmamız saçma olurdu.

Allah zulmetmez. Biz kendimizi düzeltmediğimiz için kendimize zülüm ederiz. Rabbul erbaba ulaşma şansı sadece insana verilmiş bir haktır. O yüzden halifedir. Halifeliğe doğru yürümeye çalışan en bahtiyar yolcudur.

Rabbimizin izni kadar görürüz. Umarım ki rabbimiz rabbul erbab ile senkronize bir hal ile sonsuza dek yaşam alanı bulur. Bu çok ağır bir duadır. Anlayıp yaşayan bizi selama ulaştırır. Zaten yolda karşılaşınca ve birbirimizde ayrılınca birbirimize selam vermemizin asıl amacı, bir birimizi hakikatimize yönlendirmek içindir. Evet, kardeşlerim selam yaşamımız ve cennette buluşmamız olsun.

Yorum yapın