YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Rabbul âlemin, sayısız perdelerini kendisi ile yarattıkları arasına koyarak kendisini gizlemiştir. Hem de kendisini ayrıymış gibi göstererek kul ve rab ilişkisini oluşturmuştur. Sanal benlik diyebileceğimiz bir benlikle her varlığı benliklendirmiştir ki, her varlık için bir yaşam alanı oluşsun. Hem her varlık için bir sanal benlik var etmiştir ki, her kişi için bir hüviyet oluşsun.
Ayrıca kişiye yaptığı her fiilde kullandığı her türlü kuvveyi, gene de kendisi vermiştir ki başka bir ilah/tanrı var sanısı oluşmasın. Her ne kadar açığa çıkan güç, kuvvet ve dönüşen irade birimden temaşa edilse de, tümünün kendisine ait olduğunu ve yegane hüküm sahibi olduğunu bize haber vermiştir.
Bunu la (yoktur-hayır) havle (dönüşen güç ve irade) ve la kuvvete illa billâh (sadece Allah’ın birimde kaderi kadar kendisinde zuhur ettiği ile olur) cümlesiyle özetlemiştir. Havl dönüşen güç, kuvvet ise bildiğimiz kuvvet demektir.
Tüm yaratılanlar gibi insan da sanal benlik sahibi olarak var edilmiştir. Bu benlik, bize üflenen ruhla var olmuş ve asla yok olmayacak, sonsuza kadar var olacaktır. Kişi miraç halini dahi yaşasa, gene de sanal benliği var olacaktır. Çünkü seyreden birinin var olması dilenmiştir. Sanal benlik üzerinde ise, gerçek benlik sahibi vardır. Bunun hakikatine eremeyen kişi der ki, üstümdeki bir Allah der ve yukarı bakar. Özümüzde var olan her esma tohumu aslında Allah’a açılan bir penceredir. O pencereler kapalıysa Allah nuru yani ilmi veya iradesi ve diğer isimlerle işaret ettiğimiz manalar hem sıfatlar insandan gözükmez olur. Dolayısıyla insanda oluşan istek, irade ve diğer esmaların manaları gözükmez ve insan hiçbir şey yapamaz durumda kalır.
Tüm manalar onda var ama mana tohumları kapalı kaldığı için düşüncesinden bir şey geçmez veya geçse de kuvveden fiile çıkaramaz. Yani bir şey dileyemez ve oluşturamaz. Çünkü bir dileğin oluşması için isimler ile işaret edilen manaların, kişinin hayat bahçesinde yeşermesi şarttır.
Allah her insanı İslam fıtratı üzeri yarattığı için isimleri harekete geçirme kuvvesi her insana emanet olarak verilmiştir. İşte asıl emanet bu emanettir. Ama insanların çoğu nefsine karşı zalim ve hakikatlerinin yapısı hakkında cahil oldukları için, nefsine zulmedip bilincini bedensel dürtülerin emrine amade eder. Hem insanların çoğu özündeki kuvvelerden habersiz olduğu için, sürekli ifrat ve tefritte bocalayıp sahip oldukları emaneti kullanmadan dünyadan göçüp gitmektedirler. İşte bu emaneti kullanmamak ise en büyük israftır ve nefse en büyük zulümdür. Çünkü yeri asla doldurulmayacak tek sermayemizdir.
Esmalar ile işaret edilen özündeki manaları harekete geçirme kuvvesi olan ilim, irade ve kudret sıfatları her insanda vardır ve ölüme kadar varlığı sürecektir. Harekete geçirdiğimiz kuvveler kadar dünya hayatımız canlanacak ve dünya yaşamında yaptığımız ameller oranında da ölüm ötesi yaşamımız şenlenecektir. İşte Allah inşa etmedikçe siz inşa edemezsiniz ayeti bu bağlamda buna da işaret eder. Yani kapını sana emanet olarak verilen ilim, irade ve kudret sıfatları ile aç. Allah inşasını kendi oluşumunla senkronize et. Dile Allah’tan ne dilersen senin olacaktır. Olay budur.
İnsanın kendi vücudunun varlığı, subuti sıfat tecellisi ile olur ki Allah’ın zatıyla alakası yoktur. Bunu Allah’ın kendisinden kendisine bakıp zati nurunu seyretmek ve zati nurundan bir tutam ile âlemleri yaratmak olarak tabir edilmiştir. Kişinin sıfatları ise kişinin varlığını oluşturan doksan dokuz esma kuvvesinin musavvir esmasının şekillendirmesi sonucu olarak sanal benlikle oluşur. Sanal benliği oluşturan üflenen ruh ise, Allah’ın zati nurundan geldiği için, kişi Allah’a doğru miraç yapma olanağına sahip olmuştur. Hem de kendisine üflenen ruha bürünüp öldükten sonra Allah’a nazar edebilecektir. Ölmeden önce ölenler ise cemaline temaşa ederek vuslatı yaşarlar. Bu bitmez ve tükenmez bir hazine olup nefsin saf olmasıyla başlayan bir serüvendir.
Bizde var olan irade ve yaratım, Allah iradesinin ve yaratımının bizden zorunlu bir şekilde zuhurundan başka bir şey değildir. Çünkü iki ayrı güç sahibi yoktur. Tek güç sahibi olan Allah vardır. Bizden yaratım alanı olarak zuhur eden her yaratım gücü bizzat Allah’ındır. Dikkat hemen atlamayalım, az sabredelim ve dikkatlice okumaya devam edelim.
Bizde var olan irade ve yaratımı ortaya çıkaracak nokta ve bizim sorumluluk alanımız ise, terkipsel yaşantımızdaki değişimi isteme kuvvemizdir. Bunu zikir ve dua ile ve yaratılmışlara yaptığımız iyilikler sonucu onların ruh güçlerinden bize akan ve tüm ameller sonucu terkip şeklimizin değişimi sonucu Allah’ın kuvvet ve kudretinin bizden zuhur şeklindeki değişimden dolayıdır. Ama hangi şekilde zuhur değişirse değişsin, tüm kuvvet ve kudret Allah ile olur. Bu inceliği iyice bilmek zorundayız. Yoksa yanlış yollara saparız.
Sanal benlikle var olup hem Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin seyrangahı olarak sadece Allah’ın kulu olup yeryüzünde halifeyiz. Dolayısıyla tüm zahiri amellerimizi ölüme dek işlemek zorundayız ki, değişim ve dönüşüm oluşup nimete erenler gibi bizde içsel değişim kalıplaşsın. Sen varlığının özünü neye dayandığını çözersen çöz, gene de şeriat fiillerini bizzat uygulamak zorundasın. Yoksa mahrum kalırsın…
İşte bizim varlığımızın özünü oluşturan nurani bedenimizin, yani bilincimizin, yani üflenen ruhun sayısız güzelliklere ermesi için, şuan elimize et kemik beden verilmiş olup, bize yeryüzü musahhar edilmiştir ki, olabildiğince hakikatimizde olan kuvveleri nimete eren kişilerin terkipsel şuuru gibi bir şuur alanı oluşturalım.
Ne yaparsak hem ne ekersek bir sonraki anımızda hem de ahrette onu biçeceğiz. Gayrı bir şey önümüze gelmeyecektir. Onun için hemen şimdi karar ver ve kullarla uğraşmayı zihinsel ve fiilsel olarak bırak, dön kendine. Kimse hakkında kötü düşünme. Her şeyde güzellik var, onu görmekte gayret et. Her zerrede Allah ve Habibinin nuru var. Bu nuru görmeye çalış. Bu nurla ol ve bu nuru hissederek çevrene temaşa et. Öylece her varlığa dokun, bak bakalım zulüm edebilecek misin?
Vedud ismin tecellisine mazhar ol ki sonsuz ve sınırsız hayal bile edilemez olan sevgiye mazhar olasın. Ancak sevgiyle yol alınır. Kul genel olarak sadece gülü sever. Önemli olan dikeniyle ve toprağıyla yaratan olan Allah için sevebilmektir. Allah her şeyi severek yaratmış ve burasını bizim için sınav alanı eylemiştir. Her halimizden razı olursak, o da bizden razı olur. Her daim güzel kelam da bulunursak, âlemlerde biz de güzel anılacağız.
Her canlı onun ilminde ve onun seyri dâhilinde mevcuttur. İnsanın varlığını oluşturan tüm esma tecellileri onundur ve ondan gelmektedir. Küllü iradeden bize yansıyan yani bize cüz diye görünüp bizden zuhur eden irade de ondan gelmektedir. Ama bize gelen iradeyi sanal benlik ile kendi hükmü içerisinde serbest etmiş, böylece sanal benlik sahibi olan insanın isteklerini yaratarak fiiller alanında zuhur ediyordur.
Bize düşen, yol göstericimiz olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin izinde emek vermektir. Sadece verdiğimiz emeğin getirisi olan karşılığının sonucu olarak Allah’a yaklaşmakta olduğumuzu bilip, gerekli çalışmaya sarılmaktır. Bizim için öncellikli konuların başında, Fatiha’yı hayata geçirip hayatımızın anlamanı idrak etmemizdir. Fatiha Kur’anın anasıdır. Fatiha’nın işaret ettiği içeriği yaşamımızın ana eksenine oturtursak, tüm ayetler yaşamımız olmaya başlar. Onun için Fatihasız namaz olmaz. Çünkü namaz, Allah’a yönelişin bizzat yaşam halidir.
Bir yumurtanın kendi kabuğu içinde bir civcivi oluşturması için tüm her şeyi kabuğunun içinde saklaması ve bir sanal benliğe bürümesi gibi, her insan da bir sanal benlik içinde ve kendi özünde kendisine lazım olan her şeyi kendisinde barındırmıştır. Dışarıdan bir şey almasına gereği kalmamıştır. Nasıl ki bir ısı alımıyla civciv canlanır kabuktan çıkıp özgürleşir. Aynen öyle kişi de, yerinde ve kişiliğinin hakikatiyle uyumlu bir eğitim alması sonucu insan, özündeki kuvveleri aktif edip özgürleşir. Ama ne çare ki, büyük çoğunluk bunun farkında olmayarak günlerini dışarıdan beklenti içinde olarak tüketip bitirmektedir.
Namaz müminin miracıdır. Peki, miraç nasıl gerçekleşir? Bunu hiç mi düşünmeyiz. Miraç normal şartlarda bir insanın uruç ile yapması mümkün değildir. Namaz niyetiyle beraber Allah, kuluna nuruyla nüzul eder. Bu nüzul ile kul, rabbine miracını tamamlar. Yoksa kulun ne haddine ki kendi kısıtlı sanal benliği ile miracını tamamlaya bilsin. Böylece rabbiyle buluşup hiçliğini hisseder. Baki olanın Allah olduğunu anlayıp secdeye varır.
Şirk, ulûhiyette yani kişinin yöneliminde, rububiyette yani kişiye olan akımda Allah yanı sıra bir gücün olduğunu zan etmektir. Ulûhiyette olana büyük şirk, rububiyette olana ise, küçük şirk demişlerdir. Hâlbuki şirk şirktir büyüğü veya küçüğü olmaz.
Kişiyi hakikatine ermekten mahrum eder. Tam iman ise, ulûhiyette ve rububiyette tek güç sahibi olarak Allah’ı bilmektir. Bu iman ise, kişiyi mutlak özgür eder. Kula kul olmaktan kurtarır.
İnsan, varlığının ana cevherini oluşturan ve esmaü-l hüsna diye işaret edilen tüm manaları, yaratılan tüm varlık da müşahede edip, kendi sanal benliğinin de aynı manalarla husule geldiğini seyir edip, öylece Hu adıyla işaret edilen mutlak zata yani Allah’a dönen kişi demektir. Çünkü insan adını biz, insan-ı kâmil denilen tüm manaların yoğunluğunun düşürüp nur-i muhammedi olarak hüviyet almasına verilen isimden alıyoruz.
Bunu fark edişle bu isme layık olup esfeli safilinden çıkar ve arınmak için gerekli çalışmaların içine gireriz. Yoksa hayvandan aşağı olacak şekilde istek ve arzularla donanıp dünya hayatını yakarız. Çünkü hayvan doğal yaşamını yaşarken, insan siluetindeki varlık aklını kullanıp hayvansal duyguları türlü türlü kullanıp bedensel zevklerini çeşitlendirebilecek güçtedir. Öylece de hayvandan aşağı düşüp insan isminden mahrum kalır.
Ha insanda olsun, ha diğer varlılarda olsun, var edilen her sanal benlik asla yok olmaz. Çünkü seyir eden ve seyir edilenin yaratılması dilenmiştir.
En büyük nurun sahibi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. O dahi kabı kavseyn halini yaşamıştır. Kabı kavseyn, iki kaşın birbirine yakınlığına denir. Düşünsenize, en büyük bilinç sahibi dahi onu seyir ederken kendi sanal benliği adına seyir ediyor ve onda eriyip yok olmuyordur. Yoksa neden kabı kavseyn denilsin ki…
Sanal benlik diyoruz. İkilik kalksın teklik oluşsun diyoruz. Demesine diyoruz da olayı anlamadan günlerimizi geçiyoruz. Biz var olduğumuz müddetçe asla sanal benliğimiz yok olmayacaktır. Zaten sanal benliğin varoluş nedeni, ikincinin oluşması ve ikinci sanal benliğin orijinal beni seyretmesi olayıdır.
Sen söylesen ki, benliğimi yok edeceğim ve sadece asıl benlik kalsın, başaramazsın, çünkü bu muhaldir. Diyelim her şeyi yok ettin ve sadece orijinal benlik kaldı. Peki, varlığın orijinal benlik olduğunu seyir eden kim? Gene de seyir eden sanal benlik vardır.
Yani tüm varlığı yok düşünüp sadece reel benliğin varlığının var olduğunu seyir eden bir bilinç vardır ki o bilinç dahi, sanal benlik sahibi olan sensin. Vardır ki o düşünceye bürünmüştür. Sen olmazsan öyle varlığı yok sayacak bir bilinçte olmayacaktır. Yani sen Allahın yaratmasıyla hep var olacaksın.
İyya(ke) ne’budu ve iyya(ke) nesteiyndeki ke zamiri, ulûhiyete işaret eder. Ke zamiri ile kul, ulûhiyete boyun eğdiğini dillendirir. Ne’budu kelimesi ile kulluğu oluşturan yani bir sanal benlikle bir kişinin hüviyetini oluşturan tüm manalar Allah’a ait olduğu için, kul Allah’a boyun eymiş durumdadır.
Bir insanın varlığını tüm esmalar ile işaret edilen manalar oluşturduğu için çoğul zikredilmiştir. Yani kişi der ki, benim varlığımdaki tüm manalar sana boyun eğmiştir. Nesteiyn ise, benim varlığımı oluşturan tüm manaların devamı gene de sana bağlıdır. Devam eden tüm manalar onun olduğu için, çoğul gelmiştir. Yani senin gücün ve kuvvetinle bana yaşam veren tüm manalar ile var olan sanal benliğim ayakta durur.
Böylece Fatiha’daki biz olarak gelen ne’budu ve nesteiyn kelimeleriyle tüm varlıklar adına değil, varlığımızı oluşturan tüm manalar adına Allah ile bağlantı kurmaya çalışırız. Bu fark hayatın sırrıdır.
Allah, tek’liği itibarıyla hatırlatıldığında, et kemik bedenin ötesinde bir varlıklarının olduğuna iman etmeyen kimseler bundan hoşlanmaz! O yanı sıra diğer varlıklar anıldığında ise, hemen onlar müjdelenmişçesine yüzleri güler! Bu ayette ise, vahid kavramı kullanılmış ve dunihi kavramıyla yani Allah yanı sıra diğer varlıklar ibaresi ile olay biraz açılmıştır.
Ehadiyyet ve vahidiyyet ayrı kavramlardır. Ehadiyyette sadece o var. Ama vahidiyyette o var ve onun meydana getirdiği halkı var. Onun meydana getirdiği her şeye ayette dunihi ibaresi denmiştir. Ama tüm tasarruf Vahit olandadır.
Allah burada der ki, benimle yanı sıra yaratmış olduğum varlıklara güç paylaşımı yapma. Tüm güç ve kuvvet benimdir, dunihi yani ben yanı sıra diğer varlıklarda müstakil bir güç ve kuvvet bilme. Eline geçen şeyleri insandan, hayvandan, melekten veya cinden bilip her hangi bir kuluma tapma, her şeyi benden bil.
Sen insandan bilirsen insana köle olursun. Ama benden bilirsen efendi olursun. Besmeleyi onun için hatırlarız her işimizden hemen önce. Namazın niyetinden önce hariç, çünkü Namaz kulun kulluğunu harekete dökmesidir. Kul namazı sanal olan benliğinin adına yapar. Allah adına yapmaz. Çünkü kuldur kulluğunu ifa eden. Umarım fark, fark edildi.
Şükür Rabbul âlemine yapılır. Teşekkür ise kişiliye veya Terkip kompozisyonuna veya terbiye edilen sanal benliğe veya sanal benlikte hayat bulan ve kendisini bağımsız bir birey zanneden şuurun sahibine, karşı yapılır. Yani insana yapılır.
Rabbul âlemin den sanal bir sınırla ayrılan kişinin rabbi, yaptığı amel ve aldığı güç gene de ondandır. Her ne kadar birimden temaşa edilse de. Gizli hazine perde arkasında tabiri caizse sanal bir ben oluşturarak gerçek beni seyir etmek istedi. Sanal ben ebeden var kalacaktır. Aslında perde “sanal ben”dir. Hep var olacaktır. Şu var ki, sanallığı çok çok şeffaflaştıra biliriz. Hakikatini Allah bilir.
Niye kabrin azabından bahsedilirken söz taşımak ve bevl sıçraması birlikte zikrediliyor. Tekasür süresine bakarsak der ki, kabire girene kadar çoklukla oyalanmak insanı meşgul etti.
İnsan çokluğa ulaşmak için uğraşırken helal ve haram demeden her yere el atar. Her yere el atınca haramdan sıçramalar olur ki haram, atık su yani bevl gibidir. Çokluğa kavuşma hevesi öyle insanı sarar ki gözü artık haramı görmez olur. Hem de öyle olur ki malı mülkü insanlardan bilip insanlara sataşıp onun şunun hakkında laf eder durur. Bu uğraş öyle bir hal alır ki etrafına ördüğü sanal kabri koza etrafını örer de içinde adeta kıvranır durur. Elbette bu anlatım manevi anlatımdır. Zahiri mana ise aynen bakidir.
Et kemik bedenimiz öldüğümüzde ilk önce bireysel ruh bedenden ayrılır. Et kemik bedenin ürettiği tüm blokajlar ve sanal benlik ile birlikte aynen mevcut olarak ikinci bedenimiz olan ruh beden ile yaşamaya devam eder. Bu İsrafil’in sura üflemesine kadar sürer. Berzah yaşamı dediğimiz bu yaşantı, dünya ortamının başka boyutunda devam eder. İsrafil’in sura üfleyişi ile tüm sanal benlikler çıplak olarak ruh bedenden ayrılıp kıyamet ortamına göre şeffaf diyeceğimiz bir bedenle huzura fert olarak geleceklerdir.
Nefsi Küllün karşısında kendi bireysel nefislerini müşahede edeceklerdir. Nerde yanlış nerde doğru yaptıklarına her nefis kendisine hem savcı hem de hâkim olarak karar verecektir. Kendilerine zulüm yapılmadığına bizzat şahitlik edip, gideceği ortama göre bir bedene bürünerek yeni yaşamlarına başlayacaklardır.
Cehenneme gidenin azı dişi Uhud dağı kadar büyük olacaktır. Yani koskoca zulmani bedenlere bürünerek o ortamda hayata başlayacaklardır. Cennete gidenler ise mana güçlerine göre nurani bir bedenlere bürünüp sırat köprüsünden cennete doğru yola koyulacaklardır. Cennete ulaştıklarında ise, Kendisine istediği bedeni veya bir anda istediği kadar bedeni edinebileceklerdir.
B harfi işin başıdır. Hatta hatta işin sonu da B harfidir denmiştir. Olayın aslı meğer aynaya yansıyan nefsi külle nazaran bir nokta nefes olan sanal benliğimiz imiş. Dikkat ediniz ki nefis ve nefes aynı harflerden oluşuyor.
Yukarda Allah vardan kasıt, bende her ne özellik varsa tümünün üstündeki aksettirici kuvveler ona aittir. Yoksa ben aşağıda ve o da yukarda demek değildir. O rab, ben ise kulum. Sadece O ve aksettirdiği ben. Kişi hangi bakışa ulaşırsa ulaşsın, bireysel benlik veya sanal benlik dediğimiz kişilik şuuru kalkmaz. Çünkü O dilemiş ki biri onun adına seyir etsin. Ama tüm perdeleri kaldırıp miraç halini yaşayan da elbette vardır. Onun için namazın sonunda tekrar beşerle iç içe girildiği için sağa ve sola selam verilir.
Nasıl ki para, bedenin ihtiyacı olan gıdayı ve barınmayı tedarik için bir vasıta ise, beden de aynı öyle bilinci saflaştırmak için bir vasıtadır. Hiçbiri aşkın gücün mahal veya merkezi değildir. Bilinç ise sanal benliği oluşturan ana mekanizmadır. Sanal benlik hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak zatın onunla kendinden kendine seyir noktasıdır.
Allahın altı zati sıfatı vardır Asla mahlûkata verilmez. 1.vücut 2.kıdem 3.beka 4.vahdaniyet 5.kıyam bi nefsihi 6.muhalefet ün lil havadis. İşte bu özellikler Allahın zatına aittir. Allahın ilminde ilmiyle ilminden yarattığı bizler asla bu sıfatlara haiz olamayız. Ama varlığımız onun ile vardır. Çok ince bir ayrıntı vardır. Sanal benliğimiz hep var olacaktır. Çünkü hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak zat istemiş ki biri onun adına seyir etsin. Ona en yakın hal kabı kavseyn halidir. Asla ve asla birleşme olamaz. İşte onun için “ne ayn’dır ne de gayr” denmiştir.
Onun için başta ifade ettiğimiz gibi fark edelim ki, Rabbul âlemin, sayısız perdeleri kendisi ile yarattıkları arasına koyarak kendisini gizlemiş ve ayrıymış gibi göstermiş ve sanki bir sanal benlikle oluşturmuş ve böylece kişinin hüviyetini oluşturmuş ve kişiye yaptığı her fiilde kullandığı her türlü kuvveyi, gene de kendisi vermiş ve her ne kadar birimden temaşa edilse de tümünün kendisine ait olduğunu “la havle ve la kuvvete illa billâh” cümlesiyle bize haber vermiştir. Zaten tüm çabalar derunla aynı manada kesişip yokluğa adım atıp hepliğe yolculuğa başlamaktır. Yani ben sen o öznelerinin varlığını mutlak benlikten aldığını hissetmektir. Ama adım atan birim hep olacaktır. Çünkü birleşme yok kesişim söz konusudur. Dolayısıyla sanal benliğimiz sonsuza dek var olacaktır.
Yoksa seyir eden olamaz. Şunu da asla unutmayalım ki, hangi noktada seyir sahibi olursak olalım Allah’ın subhan olduğunu yani bizden münezzeh olduğunun idrakinde olduğu hakikatidir. Erdiği manevi hakikat boyutu ne kadar derin olursa olsun, bu hakikatten gözü kayanın ayağı kayıp kaybeden olmuştur.
Epifiz bezi ruh gözümüze açılan kapıdır. Ruh gözünün hizasında olup ruh gözünü besleyen ana yer olarak anlayabiliriz. Buna üçüncü göz de derler. Bu göz kalp gözü değildir. Kalp gözü üflenen ruhta olup göğüs üçgeninde yer alır. Kalp gözü aynı anda üçüncü gözü de kullanır. Ama üçün göz kalp gözünü kullanamaz. Çünkü üçüncü göz iman etmeyenlerde de açıldığı halde, kalp gözü sadece iman ehlinde açılır. Yaptığımız ameller ile kalpteki basiretimiz açılıp derunumuza doğru yönelim yaşadığımız gibi, epifiz bezindeki salgılar da evrimini tamamlayıp afakî seyre doğru perdeleri açılacaktır. Ruh, bu et kemik bedenden ayrı ikinci bedenimizdir. Ama tümüyle bu et kemik bedenle büyümektedir.
Gönül kalbın hizasındadır, sanal benliğin merkezidir. Buna bilinç veya nefis derler. İşte bu, şu anda et kemik bedenin içinde olduğu gibi, bu et kemik bedenin ölümüyle ruh bedenin içinde kalır. Şu anda ruhla birlikte et kemik bedende olup şu anki yapımızı oluşturmaktadır. Et kemik bedeni kendimiz sanırsak, bilincimiz kendisini et kemik sanacaktır. Et kemik bedenin ölümüyle eli kolu bağlı kalacak ve yıllar yılı bu zannetme ızdırabını atlatamamanın azabını hissedecektir. Bedeninin çürüdüğünü seyir ede ede yıllar yılı ıstırabını çekecek ve o hal ruhunda da devam edecek ta beden olmadığı bilincini terk edene kadar bu sürecektir.
Et kemik beden olmadığı bilincini dünyada terk edenler ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin izini takip edenler ise, ölümle beraber kendilerine gelme hususu kısa sürecek ve münker nekir meleklerinin sorgularını da kısa sürede atlatacaktır. Onun için de ölmeden önce ölüm denen uyanma halini yaşayıp ıstıraplarımızı bitirmemiz kârımıza olacaktır.
Burada olay sadece et kemik beden olmadığı bilincini terk etmek olmayıp aynı anda yaşam tarzını Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz gibi düzenleme zorunluluğu mevcuttur. Zira malumdur ki, dünya üzerinde çeşitli dinlerin mensupları, kendilerinin et kemik beden olmadığı bilincini, bu bilinci terk edecek ameller işleyip ruh planında kendilerini buluyorlardır.
Ama bu bulma olayı ruh bedenle sınırlı kalıp bilince ulaşmada yetersiz kalıyordur. Ruh bilince ulaşmakla marifete erdiklerini zannederler. Oysaki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize iman olmadıkça hakikate erme söz konusu olamaz. Zen denilen birkaç nefsanî tatminle oyalanıp öylece dünyaya veda edeceklerdir. Sonrası ise edindikleri tüm açılımlar onlardan alınıp öylece kalakalacaklardır.
Ruh özümüzdür, nefis ise ruhun özüdür. Özün özüne kıvrım kıvrım ve adeta bir potur gibi onu saran ruh ve et kemik bedeninin tüm zevklerine eyvallah derse, bilinci arı ve temiz olacaktır. Yoksa nefsimiz yani sanal benliğimiz, beden ve ruh poturunun kıvrımlarında kıvranır durur. Bedensel ve ruhsal zevklerden geçip beden ve ruh poturunun kıvrımlarından kurtuluşun vesilesi de zikirdir.
Her varlık ve bizler Allahın esma manalarının bileşimi şeklinde var olmuşuz. Biz insanların ve cinlerin esma birleşiminde ayrıca ilim, irade ve kudret takviyesi verilmiştir. Bu takviye dolayısıyla biz ve cinler, esma kompozisyonumuzda yer alan içeriği değiştirebiliriz. Allah’ın doksan dokuz ismi diye bildiğimiz manaları vardır. Her isim bir manadan doğar. Örneğin bir kişi insanların sağlığı üzerinde eğitim alıp kendisini geliştirirse, ona doktor deriz. Biz doktor dediğimiz için kişi insan sağlığı üzerine çalışmıyor, kişi insan sağlığı üzerinde çalışıp hastaları sağlığına ulaştırdığı için ona doktor denmiştir. Allahın isimleri de öyle… Çeşitli manalar onda olduğu için o manaların her birine bir isim ile bize o manalar tanıtılmıştır.
Allah kendisinde ki manaları ikişer, üçer, dörder veya daha çok bir karışım şeklinde bir araya getirdiğinde, ortaya sanal benlik dediğimiz sanki bir ayrı ve bağımsız varlık ortaya çıkar. İşte var olan her varlık böyle bir karışımdır. Bizler dahi öyleyiz. Ayrıca insan ve cinlerde, tüm karışımlar gibi bir karışım olmakla beraber öz karışımlarını değiştirecek kuvve de karışımına eklenmiştir. Dolayısıyla bizler ve cinler yaptığımız eylemlerle karışımımızı değiştire biliriz.
Bismillah Allah ekber diyerek şartları uygun hayvanları kurban edip benliklerini benliğimizde yok ettiğimiz gibi, sanal benliğimiz de reel benlikle kurban yani yakınlık peyda eder. Sanal benliğine paha biçilmesini isteyip kendinden içero olan beni unutan ne bedbahttır. Asıl olan ise, sanal benliği unutup her şeyi ondan bilmek. Sanal benliğimiz sonsuza dek var olacak, yok etmeyi düşünürsen nal toplarsın ancak, elinde olsun hakka götüren sancak, bu sancağı tutmayan yanacak.
Olay sanal benliğimizi yok etmek değil, esas olan reel benliği sanal benliğinin lokomotifi olarak görüp teslimiyeti ve bekaiyyeti hissetmektir. Bilincin de özü vardır. İşte o öz bilinmezlikte yani a’ma dadır. Özün özü olan a’ma, sanal bilinçlere tenezzül ederek zahir olur (Sana göre). Gizli hazineyi istedi ki hazinesini açıp seyretsin. Bu istek ilim olarak zuhur etti ki, malum ilmin zaten süratlenmiş halidir. İlim ile malum ayrılmaz ki. Allah’a ilminde ilminden ilmi suret, bize göre ise malum. Aynı şeye reel ve sanal benlikten bakış, aslında şey’siz. İfade için başka nasıl yazılsın ki, Rab ve kul ilişkisi gibi. Allah dışsal veya içsel bir ilah/tanrı değilse o zaman subhan olur, ben seninle konuşursam ikinin üçüncüsü olur sana veya bana göre.
Boşuna poturunun kıvrımlarında sayıklama ve deme ki ikimiz varız. Bizden bizle konuşur hem hüviyeti başka değil. Ben ve sen neyiz ki hayal veya sanal benlik, o ise reel benlik ve ikimizden de ve tüm âlemlerden de münezzeh. Hem onun subhan yani her şeyden münezzeh olduğuna iman etmeyen müşriktir. Ne vahdeti ne hali…
Bir kaç saniye önce ruhumuzda oluşan yaratım isteği beynimizde ben yapıyorum şekilde zuhur eder. Oysa bu istek önceki vaziyette senin rububiyet alanının açılımına göre senden çıkan tetikleme sonucu oluşmuştu. İçinde olduğun an ise yaşama halidir. Birkaç saniye öncen ezelin, içinde olduğun hal anın ve benlik zuhurundur. Bu her an sürüp gider. Yeni doğacak an’larımızın güzel olması için şu anki an’ımızı teşkil eden zuhur anımız üzerinde yerli yerinde müdahale etmek zorundayız. Bu da yaptığımız amellerle şekillenir.
Anlık sanal benlikte doğan ben’i üzerinde tasarruf etme kabiliyetimizi elimize alırsak kâinata meydan okuruz. Yoksa kâinattaki varlıkların oyuncağı olma yolunda günlerimizi tüketiriz. Hissediş kendinden özüne yolculuk ile gerçekleşir. Paye ikiye bölünemez. Sanal benlikten mutlak benin bakışıyla bakış olur. Ama sanal benlik asla ve asla kaybolmaz ve mutlak ben olmaz. Çünkü içinde olduğu bakış ile bakışlanan sanal benliğin ta kendisidir.
İçimizdeki özlem, sanal benliğimizden asıl benliğedir. İşte hangi varlık olursa olsun, Ondan zuhur eden kuvvet Allah’tan gelmektedir. Dolayısıyla ilah olarak insanların taptıkları her varlıktaki güçte Allah’ındır. Yıldızlardan hayvanlara, insanlardan cinlere, her varlıkta olan havl ve kuvvet Allah’tan gelmektedir. Dolayısıyla La ilâhe illellah yani tanrıya hayır sadece Allah deriz ve şirkten kurtuluruz. Tek irade var dendi, tamam doğru öyledir. Kulun iradesi de var dendi, tamam doğru bu da öyledir. Evet, ikisi de doğru, sorun iki vecihi doğru anlayamamada. Sen kul da hiçbir irade yok dersen, bu vahdete değil teşkaleye götürür.
Gariban kul der ki madem öyle, her işlediğim tümel aklın planı, bana ne çalışmaktan. Gider gezer tozarım, yer içer çiftleşirim ve son dakikayı beklerim. Nasılsa bir okus pokus değneği beni bulur ve kurtulurum veya azaba duçar olurum. Ey tümel aklın planını tek plan bilip hem kendini bu planın dışında zannedip ve kendinden açığa çıkan tümel yansımasına kulak tıkayan kişi, bak hele bak, Hakka kulak tıkamaya gücün varmış, işine gelirse istediğimi yaparım dersin ve buna da gücün varmış.
İş manevi çalışma oldu mu, Allah böyle dilemişti de namaz kılamıyorum, diyorsun. Yesinler senin dilenmişlik anlayışını. Allah kulunu özene bezene yaratacak, sonra tutup günah işlemek için programlayacak ve sonsuz azaba atacak. Bu çok komik bir düşünce ve hiçbir gerçeğe dayanmayan bir seraptır.
Tüm varlık Allah’ın nurunun yansımasıdır. Varlığı, var olanı, görüneni, görünmeyeni, her olanı isimlendiren, sıfatlandıran rabbin isimleri, insana talim edildi. Varlığa varlık veren ve değerlendiren bizleriz. Çünkü biz Allah halifesi olup onun adına nazar etmekteyiz. Varlığa varlık elbisesini bizler takmaktayız. Giydiren ve süsleyen bizleriz. Ey insan, senden açıklığa çıkanı an itibari anla, olan elbiselere takılma. Çıktığı anda kün emrinden çıkana elbiseyi giydirerek olanı örtmekteyiz. Elbiseleri çıkartabildiğin kadar hak olana ulaşırsın. Elbiseler ile hakikati örtmenin sırrı burada yatmaktadır. Elbiseleri çıkarttığın anda açıkta olanı gör.
Gerçek basiret, varlık sahasından hakikatin şuuruna geçebilmektir. Geçtiğin anda kendi varlığının hiçliğini anlarsın. Hiçlik tanımlaması ile varlık hakikatine geçersin. Zira hiçlik bir son değil başlangıçtır. Onun için hiçlikte olduğunun seyrinden de geçmek gerek. Sanal benliğini giydiren et kemik ve ruhsal olgulardan soyunduğun anda, olanın hak olduğunu anlarsın ve beden malikinin senden her an kendisini varlık sahasında seyir ettiğini anlarsın. Şuurda varlık sorusu çıkabilir. Oysaki kendi bilinmekliğini kendi ile kendinden kendine murat etti. Aynadan bakan hep o. Aynada görünen hep sen. İşte fil hal Allah nurunun derununda, sende yoksun bende yokum. Sadece ben varım der, varlığım ve yokluğumda gizli olan hüviyet. İşte bu mutlak hüviyeti seyir eden de, sanal benlik sahibi olan insan.
Kur’anın her bir ayeti başka makamdan hitaptır. Ayetlerin geliş makamlarını bilmeden Kur’ana kafasına göre yorum yapan sapıtır. Dikkat et ki; zat makamından gelen ayetler sırf “hu veya Allah” der ve ayeti bu iki kelimeye bağlar. Sıfat-esma makamlarından gelen“biz” der. Ef’al makamından gelen ise “ben sen o onlar” der, karıştırma birbirine. Kader de öyle, irade de öyle. Fiiller âleminde işlediğin hataları, makamları birbirine karıştırarak Allahın boynuna at kurtulacağını san, yok öyle şey. Nasıl ki beş duyu boyutunda kâğıt yanıyorsa, ama atom boyutunda aynı kâğıdın atomları aynı kalıyorsa, zat sıfat esma ve ef’al makamları arası geçişkenlikte aynen öyledir.
Fiiller âleminden bakan ayeti zat makamıyla meal et ve kurtulduğunu san. Bu sanmam sonun olacaktır ve Allah’a bir zarar da dokunmayacaktır. Çünkü fiil âlemindeki herhangi bir oluş zat makamına herhangi bir zarar dokunduramaz. Tıpkı beş duyu boyutunun atom boyutuna zarar veremeyeceği gibi, birçok olayı fark edemeyişimizin başında şu gelir. Birçok anlama gelebilecek bir kelimeyi, hafızamızda sabitlediğimiz bir mana ile olaya bakmamızdır. Örneğin cüzi irade dediğimizde, hemen kafamızda canlanan şu oluyor. Bir külli irade var ve bende de bu külli iradenin bir cüzi yani parçası var. İşte yanılgı noktası burada başlar.
Hâlbuki olay şudur; Külli irade, Allah ismiyle işaret edilen ve Hu’nun tecelli ettiği ve kendisinde kendisini seyir etmeye başladığı ve Rahman ismi gereği ile istediği manaların açığa çıkmaya başladığı noktadaki iradedir. Cüzi irade ise, rahmaniyyetten tecelli edip rahimiyyette oluşan ve diğer esma manaları gereği şekil alan her bir birimin külli iradeden aldığı paya denir. Burada bir parçalanma olmayıp her bir esma kompozisyonun kendi bünyesine göre özünden aldığı irade vardır. Her bir birim özünden aldığı irade kadar diğer esma kompozisyonları üzerinde etkileşim yapar. Esma kompozisyonu dâhilinde göçlü olan, esma kompozisyonu dâhilinde zayıf olanın üzerinde etki eder ve güçlü olan kazanır.
Bununla beraber biz insan olarak, bize verilen özellik gereği esma kompozisyonumuzda değişiklik yapma yeteneğimiz vardır. Tüm esma değerlerinde olduğu gibi, esmaların çıkış noktası olan ilim, irade ve kudret kuvvelerimizde de değişiklik yapıp daha üst seyir alanlarına çıkabiliriz. Böylece külli olan iradeden esma kompozisyonumuza yansıyan ilim, irade ve kudretimizi yükseltir ve daha önce başaramadığımız birçok şeyi, başarır konumuna geliriz. Bu olay anlaşılırsa, cüzi iradenin parçalanmış iradenin olmadığı, aksine yansıyan irade olduğunu keşfederiz.
Peki, insanın mes’uliyyeti nerde başlar? İnsan diğer tüm varlıklar gibi Allah’ın ilminde ilmi bir birim olarak var edildi. Tüm varlıklar içinde Allah, insanı kendine halife seçti. İnsana izin verdi ki esma-ul hüsna isimleriyle işaret edilen manaları açığa çıkarıp seyretsin. Tabiri caizse, izin verdi ki onun ilminin içinde onun esma manalarını işletip yeni oluşumlar oluştursun. Tüm manalar onun olduğu için ve bizim varlığımızda onun ilminden meydana geldiği için, aslında her şeyi o yapıyor, ancak bize gölge bir nefis verildiği için, faturası bize kesiliyor ve mesuliyetimiz başlıyordur. Biz, bize tanınan oranda esma kompozisyonu oluşturup düzenliyoruz. Düzenlen mana düzeyinde isteklerimiz ve kabiliyetimiz değişiyor. Ama kompozisyonumuzdaki tüm manalar gene de Allah’ındır. Onun için de yapan yaratıcı Allahtır deriz. Bunu iyice fark etmemiz gerekir.
Örneğin; Eğer zina eden kişi, zinaya yaklaşsa, onun kompozisyonu o fiili yapacak pozisyon alır. O yüzden ayet der ki, zinaya yaklaşmayın ama demiyor zina etmeyin. Çünkü kompozisyon oluşmamışsa zaten fiil oluşmaz ama sonuçta oluşan kompozisyondaki tüm manalar Allah’ındır. Allah istemez bize verdiği iradeyle kompozisyonumuzu bozuk oluşturalım, ama bozuk oluşumlardan oluşacak sonucu da bize yaşatacaktır. Zikirler ve ibadetlerimizin tümü de müspet olarak kompozisyonumuzu değiştirmek içindir. Değiştirmen sana verilen müsaade kadardır, ama o kompozisyon gene Allah’a aittir. Bilelim ki tüm manalar sadece onundur. Yalnız oluşan kompozisyondan gelecek müspet ve menfi tüm sonuçlar seni bulacaktır. Çünkü kompozisyon ile sana hibe edilen gölge benlik ebeden sende kalacaktır. Farkı fark et aziz kardeşim, her şeyi yap ve Allah yaptırıyor deme ve kendini aldatma.
Şunu da belirtelim ki, birçok ayette Allah kullarına zulmetmez dendiği halde, hem kişiye yalnızca çalışmasının karşılığı var denildiği halde, kişinin elinde hiç irade yok denip pasif etmek isteyen kişileri Allaha havale ederiz. Doğru bir iman ile al eline yansıyan iradeyi ve kâinata meydan oku. İşte böyle bir halifesin.
Nefsimizle konuşurken bir kaç mırıltı, ey nefsim kendini bir şey zan etme. Sana verilen her şey sınırlı ve fani. Onu veren ise tek Baki olan Allahtır. Sana lütuf gibi gelen de, hoş iyi güzel gibi olan da veya hayır bildiklerin de veya sana acı veya halsizlik gibi veya çile gibi zan ettiklerin de her şey geçici. Lâkin bil ki her şey Rahmandan. Bunlar dünyada sana verilen bedenin ve sanal benliğinin zanları. Yani o ister kulunu aşağıya çeker ister yukarı ne fark eder ki. Sana düşen daima Allaha hamd etmektir. Bu senin kaderin, şikâyetiniz olsa ne ki, kendine zülüm edersin. Ahretini düşün. Ruhun ölmez. Yeni bir bedende hayatına devam eder. Baki olan seni sonsuzluk için var etmiştir. Bunu fark et ve sonsuza yüzünü dön.