YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Aziz kardeşim, Allah’ın boyasıyla boyan ki güzel olasın. Başka renk veya boya arayan kaybeder. En büyük makyaj, Allah’ın Esma-ül hünsası ile boyanmaktır. Allah’ın boyasından daha güzel boya mı vardır?
Allah الله mutlak zatın kendisine seçtiği özel adıdır. Bütün sıfatları nefsinde toplamıştır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyuruyor; Allahu Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Bu isimleri ihsa eden yani sayan ve söyleyenler, gerçekten cennete girerler. Bizde boyanalım Allah’ın isimleri ile işaret edilen manalarıyla, özümüze erelim en muhteşem seyriyle.
Allah boyasıyla boyanın ayetinde bir sır vardır. Allah esması tefekkür edilir ve esma-ül Hüsna diye işaret edilen isimlerin işaret ettiği manalarla yani boyasıyla boylanılır. O yüzden zikirleri okurken başına EL takısı takılmadan zikir edilir. Çünkü EL takısı geldiğinde o mana sırf odur manası hâsıl olur. Bu da insan için muhaldir.
İnsan, her ne kadar Allah’a ait olan isimlerle işaret edilen manaların terkipler şeklinde oluşturduğu içerik kompozisyonu olarak var olmuşsa da, asla tüm isimlerin tüm manalarını kendisinde cami edemez, bu muhaldir. Sadece sanal benlik diyebileceğimiz kişinin benlik merkezine isimlerin işaret ettiği manaların boyalarını daha net olacak şekilde resmeder. O yüzden kimse Allah olamaz ama Allah ile kaimdir herkes. Burası çok ince bir noktadır. Bunu fark edemeyenler ulûhiyette veya rububiyette şirke girer. Şirkin affı da yoktur.
Boyanmak, bakan gözü oluyor ama gözü olmuyor, duyan kulağı oluyor ama kulağı olmuyor. İşte onun boyasıyla boyanan, kişiden seyir eden o oluyor ama kişi o olmuyor. Yönelelim, boyalanalım, yücelelim ve miracımızı tamamlayalım. Çünkü miraç, tüm varlığını yaratan olarak onu seyir etmektir
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı Kerimde mealen şöyle buyurmuştur: “… Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Allah’ı anmakla sükûnet bulur).” (Ra’d, 13/28).
Kur’an ve Sünnet’te farklı birçok zikir çeşitlerinden bahsedilmiştir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz bütün zikir çeşitlerini bizzat uygulayarak bize örnek olmuştur. O, tek başına zikir yaptığı gibi, cemaat halinde de zikir yapmıştır. Gizli zikrin yanında, açık zikri de icra etmiştir. Onun öğretisi ve yönlendirmesi bizim için esas olandır.
Ashaptan her birinin meşrebine uygun zikir telkinleri yapmıştır. Bazılarına açık, bazılarına gizli zikri tavsiye etmiştir. Ayrıca herkesin yapması gereken zikir çeşitlerini ve nerede ne okunması gerektiğini de belirtmiştir. Özellikle esmaların zikri hususunu doksan isimle kayıtlamıştır.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz tarafından miktar, yer ve zamanı belirlenen zikirler aynen uygulanır. Mesela farz namazlardan sonra otuz üçer defa “sübhanallah, elhamdülillah, Allah’u ekber” demek ve peşinden “Lâ İlâhe İllallâhu Vahdehu Lâ Şerike Leh, Lehü’l-Mülkü ve Lehu’l-Hamdu ve Huve Alâ Kulli Şeyin Kadîr” zikri ile yüze tamamlamak gibi.
Bu zikirlerin miktarı, yeri ve şekli bellidir; onlarda kimsenin ekleme ve çıkarma yapma yetkisi yoktur. Namazların rükû, secde ve oturuşlarında okunan dua ve zikirler de böyledir. Tespih namazı, telbiye, teşrik tekbirleri, ezan, kamet gibi belirlenmiş zikirler de aynen uygulanır.
Kur’an Rabbin ismiyle isimlenerek okunmalıdır, yoksa anlaşılmaz. Aslında taharet Allah’ın boyasıyla boyanmaktır. Sakın unutma ki ilmihaldeki taharet olmadan bu taharet oluşmaz. Çünkü hayat madde ve manasıyla bir bütünlük teşkil eder.
Allah’ın boyasıyla boyanın der ayet. Çünkü en güzel boya Allah’ın boyasıdır diyerek ayet devam eder. Sünnetullah ile müzeyyen olmak Allah’ın boyasına kişiyi götürür, bu da en güzel yol ve en güzel boyadır.
Rahman her birime özünden gelecek şekilde gerekli tüm rızık dediğimiz hayat imkânlarını verir. Her birimin yani insan, cin, melek, hayvan, dağ, taş vs. rızkı şudur ki, onun iç cevherini oluşturan terkipsel kompozisyonun da var olan esmanın manasının açığa çıkış şiddetidir. İşte bu açığa çıkış her varlıkta ayrı ayrı olup her birine bünyesine göre sunulmuştur.
Bu birimlerden insan tam iradeli ve cinler yarım iradeli özlerinden doğan kuvveleri istedikleri yönde eyleme dökebilirler. Bu isteme ve yönlendirme ise içsel hamurun oranına bağlı olarak değişkendir. Ama ne hazindir ki cinlerin çok çok azı, insanların ise cine nazaran biraz fazlasının dışında, tümü çevrenin android robotu gibi yaşar. Et kemik bedenin dürtüleriyle yaşayıp aslından bihaber geçip gider.
Tercih bizim ama tercihi belirleyen kuvveler Allah’ın dır. Özümüzdeki kuvveleri değiştirirsek, yani iç ayarlarımızı zikir, tefekkür ve şükür ile değiştirirsek, yani bizden bizle tecelli eden ve tercihimizi belirleyen Allah kuvvelerinin terkipsel oranlarını değişirsek, isteme şeklimiz de değişecektir.
İşte bunun için denmiştir ki, Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. İşte Allah dilemedikçe yani iç kuvvelerimizin şekli değişmedikçe bizden açığa çıkan istek yönü de değişmeyecektir.
İnsanların büyük büyük çoğunluğu Allah’ın rububiyetini ve kendisinin onunla kaim olduğu hakikatini unutarak, Allah’ı sırf ulûhiyeti itibarıyla bildikleri için, şöyle düşünür; Allah isteyecek, bende yeryüzünde garip bir robot olarak onun isteğini dillendireceğim. O zaman benim günahım yok, nasılsa Allah bana yaptırıyor. Hayır, olay böyle değildir. Böyle düşünen kişi için Allah der ki; saçmalıyorsunuz.
Bir şey içimizi sürekli kemiriyor. Sanki içimizde saklı bir şey var ve varamıyoruz. Bu bazen üzüntü şeklinde bizden zuhur eder. Bazen bir şeyini kaybetmiş gibi derinden derine hüzün çöker. Çıkar dışarıda dolaşıp arkadaşıyla iki laf eder ki unutsun. Hatta yeni ev, yeni araba, yeni elbise vs. alayım da geçsin der. Tüm aldığı az bir süre sonra tatmin vermez ve arayışı devam eder. Ama bir türlü içindeki bu arayış bitmez. Peki, tüm bu sıkıntılarımızın sebebi ne olabilir?
Bilirsiniz tohumu, tohum yere atılınca kabarır toprağı sıkıştırır ve nihayet filiz çıkar. Bizde aynı öyleyiz. Bedenimiz topraktan yaratılmıştır. Allah, tüm isimlerinin manalarını çekirdek gibi içimize ekmiştir. O çekirdekler tomurcuk vermek isterler. O yüzden insanı sıkıştırırlar. Bunun hikmetini bilmeyen insanlar, sıkıntılarını başka yerden sanıyorlar. Sıkıntın sende, dert sende, derman sende, sen sende ama ne çare ki sende olandan gafil ve mahrum olup afakta sıkıntının çaresini arayıp durursun. Bir türlü de ulaşamazsın.
Kur’anın her kelimesi ve harfi kesin doğrudur. Allah Kur’anı kerimde insan kalbi ancak Allah’ı zikir etmekle rahata kavuşur, der. Allah insanı çok sevdiği için sıkıntı veriyor ki, insan zikirle tanışıp esma-ul hünsada bildirilen özellikleri kendinde keşif etsin ve gonca gül olsun. Böylece en güzel boya olan Allah boyasıyla boyansın.
Tüm olay rabbin boyasıyla boyalanıp boyalanmamaktır. İşte a’râbî Rabbin boyasıyla boyanmaya çalışanlardır. A’rab ise rabbin boyasıyla boyalananlardır. Onun boyasıyla boyalanalım, yani nimete erenlerin kendilerinde açığa çıkarttıkları ve asılları sonsuz ve sınırsız olarak ona ait olduğu, onun tüm özellikleriyle sınırlı da olsa elimizden geldiği kadar kendimizi bezeyelim ki, siratün müstakim yani doğru yol budur.
Okyanusta şadırvan açıp okyanusu rengiyle boyayan ve işte kaynak suyu deyip sunan, unutmasın ki sunduğu şadırvan kendi rengidir ki asla okyanus değildir. Okyanusun mutlak rengi renksizlik olup zaten lafa gelmez. Buna ledün ilmiyle işaret eder rabbimiz. Bu kişiye has olup dile gelmesi muhaldir. Çünkü renksiz ve sözsüzdür. Her hangi bir yere çizilemeyen ressamın düşüncesi gibidir. Sırf ressam bilip manzara meraklısı ressamın zihnindeki o düşüncelerden mahrumdur. O düşüncelere ermek için ressam olmalısın ki, hem çizesin hem çizemediklerinle zihnini güzelleştiresin.
Başka bir bakış açısı ile kesinlikle Allah, rabbimdir. Yani benim tüm esma kompozisyonum ona aittir ve sizin de rabbinizdir yani sizin de tüm esma kompozisyonunuz ona aittir. Ve bizde hiçte zuhur etmediği kuvveleri de vardır ki, kendisindeki lahuti nefese ulaşan ancak seyredebilir. Gayrisi o seyirden mahrumdur. Çünkü bu seyrin eşi ve benzeri yoktur.
Tek kaldığımızda yalnızlaşırız. Bu bizi yalnız olanın rengine boyatması için rabbimizin bize tanıdığı bir fırsattır. Hem Allah’ın boyasıyla boyanan verici olur ve tüm varlığa yardım eder, boyanmayan alıcı ve bencil olur. İşte boyalanmanın kendindeki sağlamasını yapmak istersen, bu senin için esas ayıraçtır.
Farz, İmanını muhafaza edip Cehennemden çıkmak için, asgari yapılması gereken önerilerdir. Haram, sıkıntısız cennete ulaşmak için asgari uzak durulması gereken önerilerdir. Sünnet (nafile) ise, cennete daha güzel makamlara kavuşmak için yapılan önerilerdir.
Farzı yapıp ve haramdan korunmak inşaatın iskelesi ise, sünnetler yani nafileler evin sıvası ve boyasıdır. İskele olmadan sıva ve boya olamaz.
Nasreddin hoca misali oluşmasındaki tüm imkânsızlığa rağmen… “ya tutarsa” sözü kulağımızda çınlasın. Her hal ve şartta yönümüz rabbimizin boyasına doğru tırmanışta olsun. Asla ve asla gevşeklik olamadan boş heveslere kapılmadan çalışmaktan geri durmayalım.
Allah’ın algılamamızı açması için, suyu emip işleyen toprak misali tüm veri tabanımızı esma-ül hüsna manalarıyla işletmeliyiz. Esma manalarının boyasıyla boyalanıp sırf ve som olmaya yolculuk etmeliyiz. Böylece insanlığa tümüyle karşılıksız destek olmak için, şadırvanımızdan saf okyanus suyunu akıtmalıyız.
Allah’ın dinini Allah’ın boyasıyla boyananlardan izleyin. Allah karşılıksız verendir. Karşılık bekleyen demek ki mahrumdur Allah’tan. Mahrum olan anacak mahrumiyet aşılar.
Her kişi rabbinin ahlakı üzeredir. Asıl olan bu durumdan kurtulup rabb-ul erbab ahlakına boyanmaktır. Ayrıca unutmayalım ki boyanan boya korunmaya alınıp yenilenmezse, zamanla güzelliği kaybolur. Onun için amelimiz her gün daim olmak zorundadır.
Evet, her şey Allah’ın emriyle olur. Ama Allah derken gözümüz herhangi bir yerdeki kocaman bir yapıyı düşünmesin. Olayı anlamamaktaki tüm hata buradan başlıyor. Allah ismi insan için bir aynadır. Ayna ile kişi oradan kendini seyir eder. İşte aynada kendini seyre dalan Allah’ın boyasıyla boyanmıştır. Ya aynayı kaldıran? Bunu iyi düşün. Onlar zatın kendine seçtiği kullardır. Ses ve rengin geçerli olmadığı alandır.
Boyanmak şu şekilde oluşur; bizde var olan bakış aralığımızı kullanarak pasif olan beynimizi Allah’ın doksan dokuz Esma-ül hüsnasının manasına uygun olarak canlandırarak hayata bakış tarzımızı değiştirmektir. Bu boyama dikkat edin olma değil, boyama sonucu değişen bakış açımızdır.
Aslında Allah der ki, araç olan dimağınızı yani beyninizi kullanarak ruh dünyanızı hem maddi hem de mana âleminizi benim boyamla boyayın. Bu boyama işi, insanın ruh dünyasına tohumları ekilen ve kendisi dahi onlarla bezenen Allah’ın doksan dokuz esması ile olur. Çünkü Allah’ın her bir esması, insan ile Allah arasındaki dengeyi ve akışı sağlayan ayrı bir özelliktir.
Bu özelliklerle öz benliğimiz üzerinde gerekli boyama işini ibadetlerle, haramlardan korunmakla ve yerinde hem az da olsa devamla yapılması gereken zikirle yapar, kendisini et kemik zanneden nefsin isteklerinin tersini işlemekle sürekli canlı tutarsak, Allah’ın razı olduğu, yani seyrine açtığı bir ayna oluruz.
Ama şeytani hissiyatlarla beynimizin pasif duran kısmını donatıp ruhu dünyamızı öylece inşa edersek, Fatiha süresinde işaret mağdub ve dallin kesimine gireriz.
Allah çok hayâlıdır hadisine baktığımız da, boyanmak olayı biraz daha da anlaşılır hale geliyor. Şöyle ki; madem Allah sadece ulûhiyet ile değil, aynı zaman da rububiyetiyle de onu bilmek zorundasın, o zaman hayâlı olan, özüyle kabı kavseyne erer. Allah çok cömerttir demek ise, madem Allah sadece ulûhiyet ile değil, aynı zaman da rububiyetiyle de değerlendirmek zorundasın, o zaman cömert olan özüyle kabı kavseyne erer. Böylece kabı kavseyne eren bir insan, öyle hale bürünür ki; attığın da sen atmadın atan Allah’tı sırrı idrak edilir. Böyle bir halde yaşayan birinden bir şey istenilince, yani kabı kavseyn idrakini sezen biri vermemeye utanır. Duymadın mı ki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden kim ne istemişse vermiştir. Asla la لا yani yok veya hayır dememiştir. Sadece kelime-i tevhitte LA لا demiştir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz miraçta, tüm özellikleri ile kabı kavseyne ulaştı. İşte bu yaşama haline ayet işaret ederek, Allah’ın boyası der.
Madem Allah boyası denen boya ile boyalanmak istenmişiz, o zaman gelin kardeşlerim tıpkı duvarın tuğlaları gibi birbirimize bağlanalım. İman harcımız olsun. İslam sıvamız olsun. Hayâ boyamız olsun. Bunlar yazıda kalmasın. Temennide hiç kalmasın. Gerçekten olsun.
Gökten ne yağdı ki yer kabul etmedi. Bir yaratık olarak her yaratılan için gök gibi olmazsak, Allah’ın boyasıyla boyalandık hikâyesini unutalım. Allah boyası ben olmadan akmaktır, karşılıksız sevmektir. Hatta sevdiğinden onu sevmesini dahi beklememektir. Taş değil ki, seversen elbet sever. Hatta hatta Allah boyası, hepliği seyir edip sevdiğinin farkında bile olmadan sırf oluştur.
Allah ahlâkı bizim gibi edinilen ahlak değildir. Allah’ın ahlakı derken onun boyası veya sünneti kastedilir. Ahlak yaratılan mahlûkatın yaratılış felsefesidir. Allah yaratandır, o yüzden bizim gibi edilen ahlakı olamaz. Çünkü biri tarafından yaratılmamıştır. Her şey onun mülküdür ve kendisi de malikidir. İşte Allah’ın ahlakından murat, Allah’ın boyası yani sünneti olur ki, onun sünnetiyle şekillenmek en güzel boya olur. Öylece kişi ahlakını yani yaşam felsefesini Allah’ın istediği gibi tasarım eder.
Esas olan kişinin sanal benliğini öz benliğin rengiyle boyanmasıdır. Ayetin emri de budur. Yoksa sanal benliği öz benlik yapmak değildir ki, bu zaten bu muhaldir. Ben bilinci sahibi olarak sanal benlik hep olacaktır. Çünkü seyreden birinin varlığı dilenmiştir.
Allah boyasıyla boyanın ayeti gereği, Allah’ı hakkıyla tanıyan fertlerin oluşturduğu bir toplumu düşünün. Tıpkı devrisaadet gibi, orada kimse kimsenin hakkına tecavüz etmeyecektir. Her insan gönül hoşluğu ile komşusundan emin olacaktır. Komşusu yemeden yemeyecek, derdi olanın derdine derman olacaktır. İşte her birimiz bu fermanın muhatabıyız. Her birimiz bunu karşımızdakinde aramak yerine, önce ben olayım demek zorundayız. Çünkü insan, fıtratı gereği söylenen sözü kendisinde değerlendirmek yerine, karşısındakinde arar durur. Kendisini sürekli hep saf dışı görür. Kendisini ermiş bilip söylenenleri karşısındakinde uygulatmak ister. İşte biz, kendimizi safa alıp safları sıklaştırmak zorundayız. İslam’ın bizden istediği budur.
Allah’ı hakkıyla tanımak aslında toplumun birinci görevi olmalıdır. Allah’ı hakkıyla tanıyan, onun sistem ve düzenini uygulamak için iradesine irade katacaktır. Yoksa bedensel zevkleri uğruna yaşayan insanlar çoğalacak ve toplumun ıslahı zorlaşacaktır. Bir toplumu yıkmak için, ilk önce ondaki manevi değerler alınır düşman tarafından. Manevi değerleri terk eden fertler ise, boşlukta kalan koyunlar gibi tek tek kuşa kurda yem olur. Burada insanları koyunlara benzetmedik, aksine koyundan ders alınması gerekliliğinin hakikatini dillendirdik.
En büyük manevi değerimiz ve temel ölçümüz Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Herhangi bir eğitim usulünde, eğitmende aranması gereken ana ölçü şudur ki, bir dersin müdavimleri git gide daha çok Allah ve Resulüne olan sevgileri, ilgileri ve yönelişleri artıyor ise yol doğru yoldur. Yoksa orada rehber olan kişiye sevgileri yönelişleri artıyor ise, gündemlerinde ve gönüllerinde rehber olan kişinin istekleri daha ağır basıyor ise, orada Allah’ın mekri vardır ki oradan uzaklaşmak için delik ara ve hemen uzaklaş. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin baş ve rehber olmadığı yerde Allah’ın rızası yoktur. Bu değişmez ana prensiptir.
İnsanların hekimlere ihtiyacı olduğu gibi, nebilerin varisleri olan âlimlere de ihtiyacı vardır. Âlimler o kimselerdir ki, Allah’ı ve dinini her fırsatta insanlara açıklayanlardır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisiyle hemhal olan kişiler gerçek âlimlerdir. Dolayısıyla sen gerçek âlimi gördüğünde, aklına ilk Allah ve rasulu gelendir. İşte bunlar seni Allah’ın boyasıyla bezemeye götüren aziz kullardır.
Gaffar boyasıyla boyan ki Allah da sana gaffar olsun. Affeden affedilmiştir. Kadir Gecesinde Allah’tan af dileriz de Allah’ın affı sevdiğini söyleriz de kendimiz affetmeyiz. Hani Allah’ın boyasıyla boyanacaktık. Affetmeyen ve hoş görmeyen olsa olsa vehmin tahakkümü altındaki emmare nefse köle olmuş olup, iki kelime okuyarak veya duyarak kendisini veli sanmıştır.
Zikir, tefekkür ve şükür öz bilincimizin mutlak bilinçle iletişime geçmesi için ana girdilerdir. Çıktısı ise Sünnetullah yaşamıdır. Zikrin tüme varış şekli, aklı ve kalbi aynı hizaya getirmektir. Kendini bilmeden kitaplar deviren, zikirden uzak ve gönlünden bihaber sözde âlimler sardı âlemi. Gün ayık olma günü, hayr ve şerri karıştırmadan sağlam adımlarla sıratta yürüme anıdır.
Zikir ve tefekkür ile ruhunu atağa geçirmezsen, bedenin ruhunu teslim alır. Zikirler okunduğunda zikrin anlamı veya işareti kapsamında afak enfusun emrine amade olur. Bu olay için zikir en büyük çalışma olduğu gibi, canlı veya cansız varlıklarla sevgi nazarı dâhilinde beraberlik ile de, sevgiyle beraber olduğu varlılardan yansıyan iç haller, kişinin bilincine nakış olur. Bu arkadaşlık sonucu kişinin öz hüviyeti yani öz alt bilinci değişime uğrar.
Her konuda bize örnek olan Peygamberimiz, varlıklara gösterdiği sevgide de örnek oldu. Örneğin silâhına, eşyasına ve hayvanına isim takar onlara sevgi dolu bir nazarla bakış ederdi. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz: “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.” (Ebu Davud, Edeb, 19, Tirmizi, Zühd, 45). Buyurarak edindiğimiz dostlara dikkat etmemizi istedi. Tüm olay onun Allah’ın sistem düzenini hakkal yakin bir bakışla okuyup bize gerekenleri sözleriyle ve fiilleriyle göstermesiydi.
Kişi beraber yaşadığı insanlarla, hayvanlarla veya bitkilerle ruhunu senkronize edip onların ruhi donanımını, kendi bilincinin üstüne kopyalar. Bu kopyalanma veya yansıma gayrı ihtiyarı olup kişiyi derinden etkiler. Bir süre sonra onlar gibi davranmaya başlar.
Bu oluşum kişide açığa çıkan esma kuvvelerinin açılımı sonucu gerçekleşir. Çünkü her varlık Allah’ın esma kuvvelerini sahip olduğu benliği çerçevesinde ortaya koyar. İşte kişideki esma açılımı zikirle geliştiği gibi arkadaşlığını yaptığı kişinin kendisine yansıtmasıyla da açılır. Onun için de dostumuzu salihlerden seçelim.
Bir örnek ile olayı biraz daha somutlaştıralım. Kedi ile köpeğin iç âlemleri zıt iki varlıktır. Kedinin beyni rahman-rahim esmalarına dönükken, köpek beyni ise Rahman-Rezzak esmalarına dönüktür. Kedi kendisine sunulan rızkı rahim olan rahmandan bildiği için veren sebebi görmez ve içsel yaşar. O yüzden kedinin psişik kuvveleri çok güçlü olur. Zaten ona bundan dolayı eskiler pisik demişlerdir. Hem o yüzden kediye nankör kedi demişlerdir.
Köpek ise, kendisine sunulan nimeti Rezzak olan rahmandan bilir ve aradaki sebebi görür. Onun için de köpekte sebebe bir bağlılık oluşur. Köpeğe bir parça et ver ve on yıl o köpeği görme ve hasbelkader yanından geç, seni tanır ve sana iltifat eder. O yüzden köpeğe sadık dost denmiştir.
Şimdi konu köpeğin sadakati veya kedinin nankörlüğü değil elbette. Çünkü Allah her hayvanı ayrı bir özellikle yaratıp insana yardımcı olmasını istemiştir. Konumuz onlarla arkadaşlıkta ve onlardan alınan ruhi ilhamda. İnsanın ruhu arkadaş olduğu varlıktan insan, cin, hayvan veya bitkinin ruhu ile senkronize olup onun donanımını kendisine gayrı ihtiyarı olarak akıtır. İşte bu özelliğimiz dolayısıyla iyilerle dost olalım. Her varlığa sevgi dolu bakış ile nazar edelim. İşte bu davranış, zikrin bize sağladığı yarar gibi bizim yararımıza olacaktır.
Kedi ile arkadaş olanın beyni kedi ile senkronize olduğu için, o kişinin de psişik güç dengesi artar. Manaya yönelik sezgisi artar. Çünkü kedi sürekli rahman rahman rahman diye zikreder. Bu zikir kedinin ruhu ile senkronize yaşayan kişiye o zikri yapmış gibi açılım yapar.
Ama köpek ile arkadaş olan, köpeğin ruhu ile senkronize olur. Köpek rızkını sebeplere dayalı olarak Rezzak esmasından aldığını zannederek yaşar. İşte köpeğin ruhu ile senkronize olan insan ruhu da öyle düşünmeye başlar. Artık öze doğru yaşamak yerine, eline geçtiği nimeti karşısındaki insandan veya sebepten görmeye başlar. Bu içsel bir oluş olup yaptırımla olamayan bir özelliktir. Yani ruhlar âleminde oluşan bu akış gayrı ihtiyarı bir akış olup maddi bir istekle alakası yoktur. Sen oluşum fiilini oluşturmak için istek edersin, Allah senin için isteğini inşa eder ve sonuçlarına da sen katlanırsın.
İşte biz amel ederiz ki özümüzde var olan sonsuz ve sınırsız olan Allah’ın tüm esmaları ile senkronize olalım. Ama köpek ile gereksiz arkadaşlık ettiğimizde beynimiz, ruhumuz ve manamız geriye doğru patinaj yapar. Ama ihtiyaç dâhilinde köpekten istifade edilir. Örneğin çobanlar, ev nöbetleri, avcılıkta veya askeri nöbetlerde ve aramalarda en iyi sonuca götüren hayvanların başında olur. Ama gereksiz olarak alıp evde bakımını yapmak ve gereksiz olarak onunla dost olmak, kişinin ruhu üzerinde manevi alanda olumsuz olarak etki bırakır.
Bu ruhi akıntı sadece kedi ve köpeklerle sınırlı olmayıp her varlıktan insana akar. Örnek olsun diye birkaç bitkiden de bahsedeyim. Kaktüs ilgi ister ve kıskançlık, davetsiz misafirler, kötü insanlar ve ikiyüzlüleri uzaklaştırıp, ev aletlerinden gelen kötü elektromanyetik enerjileri emer. Kıvırcık Nane kötü şans ve kıskançlığa karşı koruma sağlar. Bambu oturma odalarına ezoterik bir dokunuş yapar. Bambuyu bulunan yere rahatlık ile sakinlik getirir. Yasemin çiftlerin bitkisi olarak da bilinir; çünkü eşler arasındaki ilişkiye ruhsal anlamda yarar sağladığı düşünülür. Biberiye, ciddi anlamda sevgi ve mutluluk getirmesiyle bilinmektedir. Nane, bulunduğu yerde pozitif enerji oluşturur.
Bunlar gibi her bitki veya ağaç veya hayvan, kendisine özgü ruhi yapısını sürekli dışarıya yayar. Bu ruhi yapı, yanında olan insanlara sirayet eder. Sadece bitkiler ve hayvanlar değil, yıldızlar ve gezegenler, hatta bizzat dünyanın kendisi bile bir ruhi oluşumlar yayarlar. İnsanın ruhu tümünden etkilenir. Çünkü insanın yapısı Allah’ın doksan dokuz esma terkibinden oluştuğu gibi, canlı veya cansız diye bildiğimiz ver varlığın dahi varlığı Allah’ın doksan dokuz esma öz cevherinden gelir. Dolayısıyla her şeyden etkilenir ve etki bırakırız.
Konumuz Allah’ın boyası olduğu için, insana Allah’ın boyasını ulaştıran varlıklardan bir nebze bahsettik. İnsanın mana yapısını değiştiren hasletlerin başında zikir olduğunu bilelim. Zikir ile biz, bizzat kendi rububiyet alanımıza dokunup kendi ruhi dünyamızı geliştiririz. Zikirde esas olan gizliliktir. Çünkü zikredilen zat Allah’u Teâlâ’dır. O, kula şahdamarından daha yakındır. Bazı zikirler ekmek su gibidirler, onlarsız olmaz. Bazı zikirler de ek vitamin hapı gibidirler. Eksik noktaları doldururlar.
Bir defasında yolculuk esnasında Ashabı-ı Kiramın yüksek sesle tekbir getirdiğini işiten Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, onları şu şekilde uyarmıştır: “Böyle sesinizi yükseltip kendinizi yormayın. Siz kulağı sağır veya uzaktaki birisini çağırmıyorsunuz. Sizler, gizli açık her şeyinizi işiten, size çok yakın olan ve hep sizinle beraber bulanan Allah’ı zikrediyorsunuz.” (Buharî, Müslim, Ebu Davud)
Akılını imanla besleyip hakikati okuyanlar ve zikir de daim olanlar, ince sırlara muttali olurlar. Mutavassıt akıl ve zekâ sahipleri tasavvuf kitaplarından heveslenip, bende o ilme sahip olayım derse hata eder. Aslında başa bela olan kavram sahip olayım dır. Pazardaki elmaya sahip olayım gibi manevi ilimlere sahip olunmaz. Sahip olmak isteyen tüm benliği terk etmesi gerekir. Benlikten geçen erir. Zorlamaya gerek yoktur. Tasavvuf ehli Allah’a öyle teslim yaşar ki, cenazenin gassale teslim oluşu gibi nefsi isteklerini terk eder. Bu yol emek ister emek.
İnsan diğer tüm varlıklar gibi Allah’ın ilminde ilmi bir birim olarak var edildi. Tüm varlıklar içinde Allah, yeryüzünde insanı kendine halife seçti. İnsana izin verdi ki esma-ul hüsna isimleriyle işaret edilen manaları açığa çıkarıp seyretsin hem istediği terkipsel değişime katkıda bulunsun. Tabiri caizse, izin verdi ki onun ilminin içinde onun esma manalarını işletip yeni oluşumlar oluştursun. İşte insanın mes’uliyyeti burada başlıyor.
Tüm manalar onun olduğu için ve bizim varlığımızda onun ilminden meydana geldiği için, aslında her şeyi o yapıyor, ancak bize gölge bir nefis verip irade yani isteme kuvvesi verdiği için, yaptığımız amelin faturası bize kesiliyor ve mesuliyetimiz başlıyordur.
Biz, bize tanınan oranda esma kompozisyonumuzu oluşturup düzenliyoruz. Ama istediğimiz kadar değişim yapalım, kompozisyondaki tüm manalar gene de Allah’ındır. Bunu iyice fark etmemiz gerekir.
Örneğin; zinaya yaklaşılsa, onun kompozisyonu o fiili yapacak pozisyon alır. O yüzden ayet der ki zinaya yaklaşmayın. Demiyor zina etmeyin. Çünkü kompozisyon oluşmamışsa yani kişide fiili oluşturacak şekilde bilinç boyanmamışsa, zaten fiil oluşmaz.
Sonuç bağlamında bizde oluşan oluşum kompozisyonumuzdaki tüm manalar Allah’ındır. Allah istemez ki, bize verdiği iradeyle kompozisyonumuzu bozuk oluşturalım. Ama bozuk oluşumlardan oluşacak sonucunu da bize yaşatacaktır. Bu Allah’ın değişmez sünnetinin bilfiil sonucudur.
Zikirler ve ibadetlerimizin tümü de müspet olarak kompozisyonumuzu değiştirmek içindir. Değiştirmen sana verilen müsaade kadar olup oluşan mana kompozisyonun her oluşum kompozisyonu da gene Allah’a aittir. Çünkü tüm manalar sadece onundur. Yalnız oluşan kompozisyondan gelecek müspet ve menfi tüm sonuçlar seni bulacaktır. Çünkü kompozisyon ile sana hibe edilen gölge benlik ebeden sende kalacaktır.
Farkı fark et aziz kardeşim. Kendisini et kemik sanan nefsin emmaresine kapıl, bedenin her istediğini sahiplenip yap ve sonra da Allah yaptırıyor deme ve böylece kendini aldatma. Unutma ki işleme kuvvetini Allah sana verir, ama isteme iradesi senden zuhur eder.
Amelimiz daim olsun, çünkü iki günü eşit olan zarardadır. Bu hadisi şerifi anlayabilmek için şöyle örnek verebiliriz; kişi bugün işe gider de yüz lira kazanır. Ama yarın hiç işe gitmeyip tembellik eder. Böylece dünkü yüz liradan harcayıp dünkü sermayesinden yer. Ama bu günde en az dünkü sermayeden yemeyecek şekilde çalışsaydı, dünkü sermayeyi yemeden bu günün de nafakamızı kazanmış olurdu.
Manevi alanda da durum aynen öyledir. Diyelim ki, bu gün tüm ibadet, zikir ve okumalarımızı yaptık. Ama yarın gevşeklik edip hiçbir şey yapmadık. Bu durumda ruhumuz dünkü açılımla kalır ve büzüşmeye başlar. Azda olsa günlük amellerimiz daim olsun. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz der ki; “yaptığınız ameller az da olsa daim olsun”. Madem öyle, bu gün de biraz gayret ederek dünün amelini eksiltmeyelim ve dünkü gelişimin üzerine ekleme yapalım. Yoksa dünkü açılımdan biraz eksilme olur ve dolayısıyla zarar ederiz.
İnsanın içsel karakterini zikir değiştirir. İçe yansıyan Allah ilmi, iç karakterine göre dışarıya yansıması seyir edilir. İç karakterini tümüyle değiştirme kuvvesi sadece ve sadece insana verilmiştir. Cine ise sınırlı değişim hakkı verilmiştir.
Biz insanlar genelde beş duyuya mahpus bir şekilde etrafımıza bakıyoruz. Hangi aracı gözümüze takarsak takalım gene de beş duyuya göre büyütüp bakıyoruz.
Beş duyunun arkasına ancak esma zikriyle geçilir. Başka çare yok gibidir. Sahabe devrinden sonra örtülen esma zikrinin örtüsünü tekrar aralayalım. Ümmetin evveli esma zikrini okuyarak zirveye oturdu. Onlarda gevşeklik olamazdı. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz içlerindeydi ve O’na teslimlerdi.
O zaman kimlik Müslümanlığı yoktu. Ya iman ile yükselen bir şuurla geceyi gündüzüne katıp çalışılan bir teslimiyet vardı, ya da imansızlık ve küfür ile kararan bilinçler vardı. Ama günümüzde işte öyle değildir. Dini sömürüp defalarca istismarlar yaşandığı için, kesin inanılacak biri ortada yok ki insanlar kesin ve net teslim olup çalışsın.
Olayı karşılıksız anlatan biri oldu mu, toplumda oluşan istismardan dolayı kanaat oluşmuyor ve acaba hangi cemaattendir veya kime çalışıyor vesvesesi kalbi sarıyordur. Özümüze gizlenmiş sandukayı bir açabilsek, tüm sırlar önümüze dökülecek. İşte o sandukayı açmak için inanacak birini bulmak lâzımdır. Sonra amansız bir mücadele ve Allah’a eriş. Allah sonumuzu hayır etsin ve bizi dört elle hakkıyla kendisine ulaşmaya vesile olacak zikrine yapıştırsın dilerim.
İnanın ki kardeşlerim aradığımız her şey esma zikriyle oluşur. Esmaların manaları her birimde gizlidir ve tüm yaşamı sahip olduğu esma potansiyeline uygun gelişir. Bu potansiyel bazısında az bazısında da çoktur. İşte zikir mana alanını genişletip sana sunar.
İmana götüren zikir olmadan insan mutlu olamaz. Ne kadar mal olursa biraz daha der ve ona göre harcama hırçınlığı da artar ve mutluluk asla gelmez. Mutlak olmak istersen zikre sarılmak mecburiyetindesin.
Zikir insanın beyin kapasitesini artırdığı için, bilmediğimiz düşünemediğimiz ilim parıltıları zihnimizde canlanır. İnanmayan için denemesi bedava. Dolayısıyla zikirle kalp sahibine mal olur. Zikirsiz kalp mal(monoton) olur. Hem unutmayalım ki; huzur zikirdedir, sükûn fikirdedir ve tatmin şükürdedir.
Esma zikri dedik ama karşımıza baş belası ebced hesabı çıktı. Bakıyorsun ki ebced hesabıyla zikir sunan birçok kişiler mevcuttur. Sakın ha sakın ebced hesabıyla hesaplanan sayıda zikirler yapmayalım. Ebced değerleriyle çekilen zikirler kişinin feleğini şaşırtır ve yörüngesini değiştirir. Ebced değerleriyle çekilen zikirler kişiyi şizofrenlik algıya ulaşması için kişinin bilincini açık kapı eder.
Ebced hesabı hakkında sizlere belki garip gelecek bir noktaya değinelim. Her bir varlığın kendi boyutuna göre ait bir yörüngesi olur. Meleği boyutta öyle, cinni boyutta öyle, insani boyutta öyle, hayvani boyutta öyle, nebatatı boyutta da öyle. Her varlık varoluş ham maddesini Allah’ın esma ül hüsna diye isimlendirdiğimiz ve aslında isimsiz ve resimsiz olan ondaki manaların belli terkipler sonucu bir araya gelmesiyle oluşur. Her varlığın frekansı yani terkipsel oluşumu apayrıdır. Ebced hesabı cinlerin boyutunun terkipsel hesaplarıdır. İnsan beyni bir hamur gibidir ve hangi kalıba koyarsanız ona göre şekil alarak ekmek olur.
Şimdi biz, ebced hesabıyla hesaplanan sayıda zikirler okursak, bireysel ruhumuzu inşa eden beynimiz, cinni boyutun frekansını ruhumuza yükler, ruhumuz ile cinni boyut aynı masada oturur ve göz göze gelir. Cinni ilham akar da akar.
Onun içindir ki; okuduğumuz zikirler cinni frekansın/boyutun/katmanın üst boyutu olan meleği boyuta sıçratacak şekilde bir okuma yapmak zorundadır. Yoksa cinlerle irtibat başlar da bol bol psikologlara gider ve zararlı ilaçları alırız. Dengesiz dengesiz konuşur kendimizi evliyalardan sanırız. Hele hele kendisini mehdi veya resul sananlar, hiç sorma.
Birde şunu unutmayalım ki, şizofrenlik dediğimde illa deli olması gerekmez. Rububiyetten gelen bir güçle her insan kendisini en akıllı bilir. Kendisini akıllı sandı diye kişi akıllı olmaz. Asıl akıllı odur ki, akıl ve imanı beraber kullanıp kulluğunu sünneti seniyye doğrultusunda yaşayandır.
İşte onun için, esma zikirlerini ebced hesabıyla hesaplayıp adet vermek ve o adette okumak hatadır. Bu işler kafaya göre olmaz. Olaydan anlayan birini bulup gösterdiği şekilde zikirleri okuyup gelişimi takip etmek şarttır. Sonra Allah korusun kendini cinlere kaptırırsan kurtulamazsın bir daha.
Zikir ve yöneliş bakımından Cuma günü öğle namazı saati da çok önemlidir. Erkeğin öğle saatinde camide bulunup hutbeyi dinlemesi şarttır. Bayanın da müsaitse gidip dinlemesi veya cuma saatinde kesinlikle evinden dışarı çıkmadan ve alışverişten uzak olarak o saati zikir ve okumakla geçirmesi gerekir. Yoksa cumamız mübarek olmaz, aksine keder olarak kişinin ruhi dengesinde olumsuz etki bırakır. Bu olay o kadar önemlidir ki Allah, cuma süresi adında Kur’an da buna özel yer ayırmıştır.
Zikirleri okuduğumuz zaman hedefimiz Allah olmalıdır. Yolda gördüğümüz güzelliklere takılırsak, geri kalırız. Çünkü zikir yolu kişinin öz kuvvelerini canlandırıp diriltme çalışmalarıdır. Bünye geliştikçe rububiyet alanı genişleyecek ve daha önce yanı başında olduğu halde farkında olmadığı birçok şeyin farkına varacaktır.
Farkına vardığı şeylere takılıp, yeni oyuncak sahibi olan çocuk gibi onunla meşgul olursa, sonsuz ve sınırsız olana yolcuğu devam ettiremez. Zaten yöneldiği sonsuz ve sınırsızdır. Dolayısıyla yükseldikçe yeni yeni oluşları seyir edecek, ama hiç biriyle kayıtlanmadan yolculuk devam edilmelidir.
İslam’a sadece sosyal adalet dinidir demek büyük hatadır. Çünkü İslam, Allah’ın varlıkta yarattığı sistem ve düzenin adıdır. İslam’dan insanı ilgilendiren bölümde beş temel eksen bulunur. Bu beş esas çerçevesinde insanın yaşam mücadelesi dizayn edilir. Beş temelin genel yapısı iki bölümdür. Biri Allah ile kul arasındaki bağlantıdır. Diğeri ise kul ile kul arasındaki bağlantıdır. Biri kesilse düzen bozulur. Zaten dikkat edersek bu iki alana işaret etmek babında Kur’an, namaz ve zekâtı ayrılmaz ikili olarak zikir eder.
Varlığımızın çıkış yeri yani insan yapısının derunu yapısı yani içeriği, Allah isimleri diye bize bildirilen Esma-ül hünsadaki isimlerin işaret ettiği anlam içeriklerinin değişken oranlarda bir araya gelmesinden oluşur. Hatta sadece insan değil, tüm varlıklar da öyledir. Ama her insanın terkibi yanı karışımı ayrı ayrıdır. Yani her insanda esma terkipleri değişkendir.
O yüzden de her insanın ahlakı değişken olup her insan ayrı huy ve ahlaktadır. Bize bahşedilen terkibimizi zikir ile değiştirebiliriz ve huyumuzu istediğimiz kıvama getirebiliriz. O yüzden Kur’an der ki Allah zikri en büyüktür. Yani insan için en büyük çalışmadır. Eğer zikir terk edilirse, her şey aslına döner. Zikir devam ederse, zikir istikametinde değişim devam eder.
Eğer ki; her bir insanın esma terkibi aynı olsaydı, her insan aynı kişiliğe sahip olurdu. Her insanın esma terkibi aynı olsaydı, her insanın meşrebi aynı olurdu. Her insanın esma terkibi aynı olsaydı, kimse kimseyle savaşmazdı. Aslında sadece her insanda değil, her birimde dahi esma terkibi ayrı ayrıdır. Onun için hiçbir nesne diğeriyle tıpatıp aynı değildir. Hatta hatta saçının teline kadar varlıkların terkipleri ayrı ayrıdır. Yağmurun damlaları veya karın tanelerine kadar, hatta hatta aynı görünen her buğday tanesine kadar şekilleri ayrı ayrıdır. Gözümüzü terkibin sahibine çevirirsek haşyetle dolar, ihsan ile dopdolu oluruz. Gözümüzü terkibe çevirsek, şirkte boğularak hayatımızı cehenneme çeviririz.
Madem sen küçük kâinatsın; Ay sende, güneş sende, Merih sende, Venüs sende. Neptün sende, platon sende, Şiron sende. Üret kardeş üret her şey sende. Üret, seyre dal ve bil ki seyir sende. Bırak öteleri ve ötekini. Sen sende. Ben sende. HU’ ya giden yol sende.
Sen aziz varlıksın, satma kendini beş paraya. İnsan kendisini, tüm toplu iğneleri kendisine çeken mıknatıs gibi vorteks yani çekim alanı edebilir. Hatta hatta tüm burçların ve yaratılan tüm varlıkların etkisinden de kurtularak, bizzat kendisi varlığa meydan okuyabilecek kabiliyet ve nazariye ile donatılmıştır. Onun içindir ki yerde halife olmuştur.
İşte insan, mikro âlem olarak tüm her şeyini özünden üreterek ve kimseye dayanmadan tüm kâinata meydan okur. O yüzden Allah’a halife olmuştur. İşte küçük kâinat olmanın farkına varman için zikir şarttır. Allah’ın doksan dokuz olarak sunulan esmalarını günlük gerektiği adetler kadar zikrederek açılım yapıp Allah’ın boyasıyla boyanmaya çalışmalıyız.
Her bir günah, kişiyi hakikatinden biraz daha uzaklaştırır. Zikri oluşturan her bir amel ise kişiyi biraz daha arındırır. Ölüme kadar zikirlere ve riyazete devam edilmelidir. Yoksa zikirle gelişen manalar, eğer ki zikirler terk edilirse, tekrar insan eski bilince döner.
Zikir, beyin hücrelerine şok etkisi yapıp olmasını istediğin manaya göre şekillendirici görev görür. İlk Şoklama yaklaşık kırk gün sürer. Kırktan sonra yoğunlaştığı mana yönünde ruhtan gerekli yoğunlaştığı manaları bünyesine çekerek, rububiyet alanında değişim başlar. Eğer ki zikir ve riyazetler terk edilirse kısa bir sürede, şoklama çözümlenir. Öylece ruh ile irtibatı kesilir ve hücrelerin barındırdığı genler eskisi gibi olur.
İkinci Şoklama daha fazla zaman alır ki dönüşüm yani çözümleme ve şoklama tekrar ederse hücreler şoklamaya karşı direnç elde etmeye başlarlar. Ve şoklama gitgide zorlaşır. Öyle bir noktaya gelinir ki şoklama tutmayacak dereceye gelir. İşte bunu Kur’an, kalbin mühürlenmesi olarak tarif eder.
Bizden etrafa saçtığımız sadece datadır. Yani sadece salt ilimdir. Her bir birim ve burçlar dahi öyledir. Her bir birim kendisine ulaşan veriyi kendi kapasitesine göre değerlendirir. Örneğin 3G uyumlu olan telefonun 4G veriyi çekmediği gibi, her insanda kendine ulaşan veriyi aynı şekilde işletemez. Nasıl ki 4G verisinden faydalanmak için uyumlu bir telefon almak lazımdır, aynen öyle de beynimizin de daha kapsamlı bir şekilde ruhtan veri alması için, zikirle bakış açımızı yani rububiyet alanımızı genişletmemiz gerekir.
Vücut faaliyetlerimizin yerli yerince çalışıp hissiyatta ilerlemek için uyku en iyi düzenleyicidir. Özellikle gecenin ilk iki yarısını uykuyla geçirmek, diğer bir yarısını ise zikirle geçirmek insanı geliştirir. Günümüz insanı ilk iki kısmını uyanık geçiriyor ve son kısmını ise uykuda. Sonra hastalıklar diz boyu bedeni sarar. Bir türlü şifasına kavuşmaz. Huzuru kalbe ulaşmaz.
İnsan ile hakikati arasındaki merhale, yedi metrelik kuyuya benzer. Kuyu dibinde olan insan, nefsi emmareden tırmanışa geçer. Kuyunun üstüne çıkan selametle safiyete geçer. Kuyunun yedi metresinin her karışında türlü türlü gedikler bulunur. Bedavadan kuyudan çıkmak yok. Üç kuruşa beş köfte yok. Kuyudan çıkmak için ana halat rahmettir. Yerdekilere merhamet et ki semadakiler sana rahmet etsin.
Nefsi emarenin kuyusundan çıkana kadar zikir, şükür eldekini değerlendirmek ve tefekkür ile merdiveni tırmanırız. Korku ve Ümit arası, kuyudan çıkınca korku ve üzülmek son bulacaktır. Bu ancak et kemik bedenin ölüm anı gerçekleşir. O ana kadar hiç kimsenin hiçbir garantisi yoktur ve hiçbir amel hiç kimseden asla ve asla düşmez. İşte tüm zikirler, iyilikler ve var’lığa karşı gösterilen merhametler, kuyudan çıkmak içindir.
Namaz kılana, Müslümanlık namaz mıdır? Kur’an okuyana, Müslümanlık Kur’an okumak mıdır? Hacca gidene Müslümanlık hacca gitmek midir? Zikir tekrar edene, Müslümanlık zikir çekmek midir? Derler. Ya Allah hatırına deyin bana Müslümanlık nedir? Bu söylemler küffarın iman ehlini çalışmaktan geri bırakmak için sarf ettikleri söylemlerdir. Sakın aldırış edip oyuna gelmeyelim. Çalışmalarımıza Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz gibi ölüme dek ara vermeyelim.
Hadisi kutside geçer ki; “Allah’a yaklaşan insanda gören göz, duyan kulak, tutan el onun olur.” Ama koklayan burun olmaz, neden? Çünkü bir damla su deryaya karışsa ve deryanın akışına kendini bıraksa da, Damlanın hüviyeti gene damladır. Damla derya ile hareket eder. Hayat verir veya yıkar geçer parçalara ayrılır veya her bir cüz’i bir yere gider de, ama damlanın damlalığı gene de yok olmaz.
İşte insanın da varlığı öylece her zaman devam edecektir. Kişi ibadet, zikir ve kullukla insan Allah’a yaklaşır da yaklaşır ve öyle olur ki artık, kişi Allah’ın rızası gibi görür, Allah’ın rızasına uygun duyar, Allah’ın rızasına uygun tutar ama onunla koklamaz. Çünkü kokuyu alan ferdin kendisidir. Yani yaptığı amelde fayda kişinin nefsinedir.
Huşu ve haşyet kişide kendi kendine oluşmuyor. Sadece farz ameller ile kişi cehennemden çıkmak için gerekli nuru elde eder. Ama kişinin kalbinde Allah’a karşı haşyetin oluşması için ekstra zikir yapması şarttır. Zikirsiz bir adım dahi yürümek muhal denecek kadar uçuk bir hayaldir. Allah muhabbeti bedavaya verilmiyor. Çalışmadan edinilen her şey beğenidir ki, geçicidir. Huşunun kişiye verilmesi için zikir, tefekkür ve şükür şarttır. Yoksa edinilen beğeniden öteye gidemez. Hakikate erip varoluşun sırlarına ermek isteyen kişiler zikirler okumak zorundadır. Hakikatine merak salıp zikir okumayan kişiler kuru döngüde döner durur. Tüm öğrendiği felsefede kalıp sadece mutsuzluğunu çoğaltır.
Eğer nafile oruç dahi zikre engelse, oruç tutmayıp Zikirleri okumak efdaldır. Çünkü Zikir, farz ibadetlerden sonraki en büyük ameldir. Aslında Zikir, beyini kullanıp ruhun bakışını değiştirip, kabının şeklini değiştirmektir. Zikir olmadan bir adım atamayız. Kimse kendini kandırmasın. Zikirlerini terk edenin hali ise, bineği üzerinde yokuş yukarı çıkmak zorunda olan bir ihtiyarın aniden bineğini kaybetmesine benzer. Çaresiz hem yorgun olarak orada kalıverir.
Zikir ile günahtan el çekilmesi ters orantılıdır. Doğru orantılı olamaz. Buna Rabb izin vermez. Tüm kalb ile Allah söylenmelidir. İşte bu hissiyatı elde etmek için zikir çekilmeli. Zikir çekebilmek için günahtan el çekilmeli. Yoksa Allah, zikrini çekmeye müsaade etmez. Zakir için her bir günah, kişiyi zikirden biraz uzaklaştırır. Zikirden yoksun yaşayan yerinde çakılıp kalır. Hiçbir okuma ve sohbet derinlik vermez.
Zikirle hemhal olup ilimle ve tefekkürle yönelen kişiye, bilmediği sırlara doğru kapı aralanır. Kapı aralandıkça tefekkür yoğunluğu olur. Kapı açılınca öğretmene ihtiyaç biter. Zaten kendi görür ve halleder. Ve hatta öğretmeye başlar. Olayı doğrayıp fehimleri paramparça edenler iyi düşünsün. Hakka muttali olmak için zikirden vazgeçmek olamaz.(olmaz değil)
Kabın şekil ve rengi değişti mi, su da ona göre yeniden şekillenip renklenir. Suyun başka bir özelliği ise, taşın içinde dondu mu taşı parçalar. Suyun üzerinde olumlu veya olumsuz bir şey söylendi mi, su onun şeklini alır. Vücudumuzun büyük oranı su olduğu için okunan zikirler, okunan zikre göre vücut ve organları şekillendirir. Böylece şekillenen su dünyamızdaki bakış açısını değiştirir. İşte okunan tüm zikirler ve yapılan tüm ibadetler, üflenen ruhun kabı olan kalbı değiştirip, onun ev sahibi olan nefesi rahmanı, aslına bakan ruha ulaştırıp daha dokunaklı bir nazara kavuşturmak ve aslına yakın etmek içindir.
Aslında her zikir başlı başına bir duadır. Çünkü dua yöneliştir. Zikirlerle kişide bir isteğe doğru yöneliş oluştuğu için, her bir zikir kendi bünyesine göre bir duayı oluşturur. Ayrıca yönelmek, Allah’ın verdiği nimetleri değerli görüp, yerli yerine kullanmakla gerçekleşir. Buna da şükür denir. Zikrin ve şükrün sonucu olarak bizde tefekkür doğmaya başlar. Çünkü zikir ve şükür dışımızda ve içimizde var olan varlıkların hakikatlerinin hikmetlerini bize açar. Üzerinde tefekkür etmekle de bize hakikatimizin kapıları açılır.
Dua edeni yani yöneleni Allah doğru yola iletir ve korur. Bizim hayvanlardan farkımız, bize yüklenen tüm esmaü-l hüsnanın her birini artırma yeteneğidir. Bu artırma zikirle, şükürle ve tabi ki fikirle oluşur. Onun için de duası olmayana Allah niye değer versin der ayet.
Allah’ın subuti sıfatları diye bildiğimiz ve aslında her biri bir manaya işaret eden isimler yedi tanedir. Ara sıfat olan tekvinle bu yedi mananın açılımı doksan dokuz diye özetlediğimiz manayı yayar. Biz bu yayılan her bir manaya bir isim takmışız. Bu manaların tümüne insanı kâmil denir. Veya Nur-i Muhammedi denir. Veya aklı evvel denir. Veya ruhu-l Kudüs denir. Her bir isim kendi cephesinden konulan ayrı tanımlamadır. İşaret edilen ise hep aynıdır.
Bu doksan dokuz manayı en güzel yansıtan muhteşem kişi hatmunnebi ve son Rasulullah olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizle açığa çıkarmıştır. Bu açığa çıkarma, Hz. Cebrail’in efendimizi üç defa sıkması sonucu oluşmuştur. Bunun sonucu ise Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz Rabbinin ismi ile Sünnetullahı okumaya başlamıştır.
Bizimde Sünnetullahı okumamız için bize önerilen ve farz olan emirleri uygulayıp yasak edilen şeylerden de sakınmamız gerekir. Ayrıca bol bol zikir okuyup fikirde yoğunlaşmalı ve şükür ile elimizdekini değerlendirerek vaktimizi geçirmeliyiz. Yani tüm farz olan öneriler ve yasaklar bizim içindir. Bunun sonucu olarak bizde Allah’ın boyası nakış nakış üzerimize nakış olur.
Kıyamet öncesi dünyadan son sahneler. Allah takdirini icra etmek istediğinde aklı alır ve icra eder der Allah Resulü. O yüzden günümüzü dedikodu yerine nefsimizi tanımaya ayıralım. Artık sağı solu bırakıp nefsimize yönelelim. Asla ve kesinlikle günlük zikirleri ihmal etmeyelim. “Rabbini nefsinde, haddini bilerek, hissederek ve gizlice, gösterişsiz, sesini yükseltmeden, sabah akşam zikret, hatırla ve derinliğine düşün, gafillerden olma” A’raf süresi-205 ayeti gereği her an mutlu sona hazır olmaya gayret edelim.
Bu toprak mahsulü bedenle yaşadığımız sürece, bedenin ağırlığı kişinin ruhunu kendine çeker. Beden çekimine girmemek için farz ibadetlere eksiksiz devam edilmeli ve elden geldiğince zikirler okunmalıdır. Şunu da unutmayalım ki, kim artık erdim ve ibadete ihtiyacım yok derse kısa sürede tard olur ve bunun farkında bile olmaz. İşte böyle olanların kalpleri mühürlü olur. O halden kurtulmaları çok çok zor olur.
Çoğu defa da şeytanın vesvesesine kapılarak kendimize mazeret uyduruyoruz. Neymiş? Zaman yok. Her şeye vakit var, ama yarım saat oturup Kur’an okumaya, bir kaç dakika ayırıp namaz kılmaya, biraz zaman ayırıp zikirlerini tamamlamaya vakit yok. Veya bugün yorgunum yarın okurum diyerek ve bu şekilde günleri heba edebiliyoruz ölümü düşünmeden ve ölenlerden hiç ibret almadan.
Bazen de yaptığımız birkaç amelle mertebe bekliyoruz. Zikir okuya okuya parmağı oluk gibi olan kişileri duydum. Yani çalışmalarımızı beklentisiz yapacağız. İşte bu bakış bizi yükseltecektir. Hem unutmayalım ki, zikirle kalp sahibine mal olur. Zikirsiz kalp kuşa kurda nal olur. Evet, gelişmek isteyen için en büyük çare zikirdir. Ben buna şahidim. Gerekli çalışmaları yapmayıp bu gelişmeye şahit olmayanı kınarım.
Sabah, öğle ve akşam da güneşin doğuş, batış ve ortada olduğu vakitlerde kerahet vakti olması sebebi ve hikmeti güneşin tepe noktası ve ufuk çizgilerinde olma anında insan, beynini kullanıp öze doğru yolculuk isteyen ruhu kitlenmiş durumdadır. Güneş açısının doksan ve yüz seksen derecede kişinin üzerinde bulunduğu kara parçasına vurduğu anda, insan ruhunun özüne bakıp uruca geçme yeteneği durur. Onun için namaz-salât oluşamaz. Ama o saatlerde namaz kılınmıyor da, zikirler yapılabilir. Çünkü namaz direk ruhun bedenden tezahürüdür.
Zikir ise, bedenin yani bedendeki bir parça et olan kalbın şeklini değiştirip ruhu etkileme olayıdır. Başka bir deyimle zikir uruçtur ama namaz nüzuldür. Onun için de namaz niyetinden önce besmele okunmaz. Çünkü namazla kişide oluşan etkileşim direk vechullahın kişiden haykırışıdır. Daimi namaza ulaşanların vekilleri bizzat Allah olmuştur. Onlar en değerli insanlardır. Ama Allah’ın örtüsü altında olup gizlenmişlerdir.
Zikir okurken izlenmesi gereken sıra, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öncellikle tavsiye ettiği çok çok önemli cümle zikirleridir, sonra da doksan dokuz diye bize iletilen Allah’ın esmalarının zikirleridir. Aynı anda (peş peşe değil) esma zikirleri yapılırsa muazzam olur kanaatindeyim. Çünkü beyin aynı anda birçok iş yapma kabiliyetine sahiptir. İlk başlayanlar için zor gelse de, biraz okuyan için çok kolay olur. Hem binlerce esma tekrarı aynı anda okunmuş olur. Bu da kişinin zaman kazanması açısından iyi bir fırsattır. Bu şekilde yapamayanlar teker teker okumaya devam ederler.
Allah kuluna çok vefalıdır. Vefa ismi de Allah esmasıdır. Ama doksan dokuz olan esmalar içinde yer almadığı için zikir olarak okunmaz, murid veya şafi gibi. Açılımı ise şöyledir; sen Allah’a sadık kaldıkça Allah sana sadık kalır. Sen Allah’a olan sadakatini bırakırsan, o da seni terk eder. Sen ona bir adım gidersen, o sana on adım gelir. Sen ona yürüyerek gidersen, o sana koşarak gelir. Sen onu zikredersen o seni zikreder. Sen onu unutursan, o seni unutur. İşte bu Allah’ın kuluna olan vefası budur.
Emmare ve Levvamenin katranında yaşayan için her bir zikir biraz arındırır. Zikir terk eden özüne giden yolları kapatmıştır. Kendisini bedenine hapsetmiştir. Zikrini terk edene kula rabbi çok üzülmüştür. Su dan çıkan balık gibi olmuştur. O kadar zikir oku ki desinler delirmiş. O zaman hayâ perdesini taşa çalarsın. Şarap kadehlerini yere çakarsın. Davulu patlatıp ney gibi ötersin.
Gerçek şu ki hakikatleri hakkıyla hissetmek için zikir şarttır. İnsanın en önemli sermaye toplaması, zikir çalışması ile olur. Zikir bizden bize tecellidir. Allah sadece ulûhiyeti olarak insanlar üzerinde tasarruf etmiyor ki bize öylesine versin. Aynı an da bizde rububiyeti itibarıyla da tasarruf etmektedir. Onun içinde, onun bize göre konumu, dışsallık veya içsellik üzerine kurulu bir ilahlık müessesesi değil. Onun bizle irtibatı rububiyet ve ulûhiyet itibarıyla her an işlemektedir. Ayrıca melikiyeti ile de mülkünde hükmünü icra etmektedir. Onun bizle olan her bir irtibatın hakkını vermek zorundayız. Yoksa mahrumlardan oluruz.
Evet, var olan sadece Rahman. Toplumsal dedikodular boş davuldan öte değildir. Gerçek yaşam, yürüyen Kur’anın yani Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünnet diye bildiğimiz yaşam alanıdır. Sünnetinden yüz çevirenden Kur’an yüz çevirmiş ve onu yüzükoyun terk etmiş ve Allah’ın boyasından mahrum bırakmıştır.
Sen zikirden uzaklaş, görürsün çölde terk edildiğin anları. Zikir okuyan çölde de kalsa deve gibi kendi suyunu takviye edip yoluna devam eder. Şeytanın en büyük başarısı kişiyi zikirden uzaklaştırmasıdır. Sana zikir faydasızdır diyen küçük şeytancıktır. Zikir okuya okuya eli oluk olan kişilerin erdiği hakikatleri, bizler birkaç zikir okuyarak ereceğimizi zannederiz. Unutmayalım ki, bekabillâh yolculuğu zikir halidir, fenafillâh ise tespih halidir.
Olayın farkına varan tarafından tespit ve telkin edilen zikirler ilaca benzer. Onunla manevi temizlik başlar. Zikirde devamla kişinin katılaşan basireti açılır, onun için marifet oluşur. Sadece çalışmamızın karşılığı bize verilecek olup asla ve asla sihirli değnek ile ulaşılacak bir makam veya mevki yoktur. Onun için de, ölüme kadar zikirlere ve riyazete devam edilmelidir. Yoksa zikirle gelişen manalar, eğer ki zikirler terk edilirse, insan tekrar eski bilincine geri döner.
Okuyan dirilir “Zikirde ne oluyor” diyen ölü kalır. Zikirsiz yol mu alınır? Köşe bucak mı dolanır? Nefsin istek ve arzuları mı gemlenir? Özdeki hazineye mi erişilir? Garibim zikirsiz yürüyecekmiş!
Huşu, haşyet, ilim ve derin teveccüh zikirsiz temennide kalıyor. Bu kavramların bizde hayat bulması için tek çözüm zikir’dir. Gerek esma zikirleri, gerekse esma zikirlerine zemin hazırlayan Kur’andan öğrendiğimiz cümle zikirleri ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin duaları ve salâvatlar bizim için yol azığıdır. Yani tüm yaptıklarımız kendimiz içindir. Ebedi saadete ulaşmak için, kendi huzurumuzu bulmak için çalışmamız gerekir. Unutmayalım ki tüm söylenilenler, bizi çalışmaya ikna edip hakikatimize yönlendirmek içindir.
Ayrıca şu öneriyi de sunup bu konuyu kapatalım. Her bir esma-ul hünsanın manasının bizde melekeleşmesi için kırk gün o esmanın manasını hissediş yolunda düşüncemizi harcarsak, hem insanlara bakışımızı programımıza aldığımız esma manası yönünde tasavvur edersek, her yıl ruhumuzda dokuz isim yeşertiriz. Öylece on bir yılda tüm isimlerin anlamını bilfiil ihsa etmiş oluruz. (Not: bu çalışmanın esma zikriyle alakası yoktur.)
Esma zikirleri kesinlikle okunmalıdır. Yoksa hissiyat oluşmaz. Hangi derece ve bakış açısına gelirsen gel… İbadetler, zikirler ve haramdan korunmalar kesinlikle gereklidir. Belli bir noktadan sonra düşer diyen yanılmıştır.