ALLAHA ERMEK OLAYI

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Bu önemli konuyu örnek vererek açalım. Bir ırmak düşünelim, doğuyor deveran edip denize varıyor. Bu ırmağın içinden bir balon su alıp ağzını bağlayıp tekrar ırmağa bıraksak derede eksilme olmaz. Deredeki suyun aynısı balonun içinde de olur. Tüm özellikleriyle aynı, derenin içinde ki suya tabi, ama kendi içinde bağımsız ve etrafında ince bir lastik mevcut olur.

Şimdi o su dile gelse ve dese ki, ben bağımsız olarak hareket edip gidiyorum ve hatta ben dereden bağımsız varım, hem dese ki, ben her şeyimi kendim hallederim, gerçeği yansıtmamış olur. Çünkü tümüyle derenin akıntısına tabi olarak sürünüp gidiyor. Şayet dere kurursa, balonun içindeki su da olduğu yerde kalır ve bir adım atamaz olur.

Ama söylese ki, varlığım deredeki suyun aynısı ve derede ne varsa bende de o var. Ben deredeki su ile yürüyüp gidiyorum, ama benimde kendime göre bir birikimim var, bende ki bu birikim de deredeki suyun aynısıdır, hem dere kendisiyle beraber beni nereye sevk ederse oraya giderim derse, doğru demiş olur.

Cin ve özellikle insan hariç tüm varlıklar bu balondaki suyun aynısıdır. Cin ve insandan da düşüncesine hâkim olamayan ve et kemik bedenin dürtüleri peşinde gününü gün edenler, bu balonun içindeki suyun aynısıdır.  Düşünce ve iradesini eline alan ise deredeki suya meydan okur. Adeta balık misali manevra gücü elde eder. Deredeki suyun içinde tersine yanlama veya istediği şekilde dalış yapıp özgürce hareket eder. Ama deredeki suyun içinde olmak zorunda olup deredeki suyun dışına asla çıkamaz. Çünkü varlığını deredeki sudan almış olup onunla beraber vardır. Hem deredeki su ile kaimdir.

O zaman Allah’a ermek nedir? Olayı deredeki su ve balon örneğiyle yazalım. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi aynasında kendini müşahede ettiğinde, dere içinde akan ırmağın suyu misali istedi ki, derede akan suyu gene dereden akan suyun kendisiyle müşahede etsin.

Sanal benlik dediğimiz balon dolusu suyu ayırıp ırmağa bıraktı. İnsan ve cini temsil eden balon içindeki su düşünür ve der ki, benim varlığım deredeki suyun aynısı ise, benim bir yerlere yönelmeme gerek yok. Deredeki suda ne varsa bende de o var. O zaman seyir edilmek istenen hazine benmişim der. Ben kendimi iyi tanırsam, hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet deredeki su ile kendisini müşahede ettiği gibi, benden de kendisini istediği şekilde müşahede edecek. Sonra hu adıyla işaret edilen mutlak hüviyetin Allah ismi aynasında kendisinin kuvvelerini seyir etmesi için ne lazım ise, bunun bilgisini edinmeye başlar. Vahiy ile sunulan Allah’ın kelamına baktığında ise, bu seyir için gerekli olan prensibin Allah’ın boyasıyla boyanmak gerektiği anlar. Sonra bu boyalamak için gerekli eylemleri yapıp nazargahı ilahi olmaya başlar.

Böylece hiç deredeki akıntıya bakmadan kendi yağıyla kavrulmuş balık gibi, kendi özünde HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyeti müşahede etmeye başlar. Kendi nefsinde rabbiyle buluşup Allah ismi aynasında kendisini seyre dalar, yani Allah’a erer.

Peki, ikiliği kaldırmak ne demektir ve kaldıran var mıdır? Tekrar ırmak ve balon örneğine dönelim. Gerçekten balonu somut olarak patlatıp dereyle birleştirmekle mi ikilik kalkar? Hayır, bu mümkün değildir. Çünkü seyir eden sanal benlik sonsuza dek var olacaktır ki ırmağı seyir etsin.

O zaman ikiliğin kaldırılması şu demek oluyor. Balonun içindeki su der ki, ben ve ırmak aynı oluştan oluşmuşuz. Benim gibi oluşan sayısız balon da aynı ırmaktan ve aynı benim gibi oluşmuş. O zaman kendimi onlardan ayrı görüp ve hatta bağımsız bir varlık gibi göremem. Bende ne varsa tüm balonlarda ve ırmakta da aynı şey var. O zaman kendimi onlardan ayrı görmek yerine, kişide şöyle bir nazar oluşursa…

Irmağın suyunun girdiği ve her birisinin bir sanal benlik oluşturduğu ve benim suyumla aynı olan diğer balonlardaki suların özelliklerini seyir ederse ki, buna afakî seyir demişlerdir. Bir de kendi su özelliklerimi de keşfederse ki buna da enfüsi seyir demişlerdir. Ondan sonra ırmaktan olup herhangi bir balon altında kayda girmeyen, yani kayıtsız olan suyun özelliklerini benimseyeyim yani Allah’ın boyası ile boyanayım derse, işte bu benimsemenin kişide oluştuğunda ikilik kalkar.

Bu benimseme oluşursa da, olayı seyir eden balonun içindeki sudur ve balon patlaması budur. Yoksa balonun gerçekten patlaması asla söz konusu olamaz. Fenafillâh diye bize sunulan olay da, Allah’ın rububiyeti itibarıyla bunun gibidir. Kişi Allah’ta fani olmaz. Aksine Allah ile var olduğunun farkına varır.

Enfusunda özüyle buluşup rabbine ermek yerine, afak afak turlamak ve hayat sermayesini bitirmek çok acınası bir durumdur. Ermek için ilmek ilmek hayatı yaşamak gerekir. Dünya sınav ki uyanık olmak gerekir. Esas erip ermediğin iman ile dünyaya veda ettiğin de yüzünden okunacaktır.

Etrafını gözetleyen kırlangıçlar gibi, algımız hep açık olup daima nöbette olmalıyız. Sıkılıp öze yolculuktan vazgeçmek yerine, ardı ardına akan demlerinde her demin hakkını hakkıyla verip heplik yolunda buluşmak ve rahmeti rahmana ulaşmak için nefes vermeliyiz. Öylece halkta hakkın yüzünü görüp halka haksızlık yapmaktan imtina etmeliyiz. Zira halkın hakkına riayet etmeyen huzuru rahmandan mahrum kalır. Buna kul hakkı denir ki Rahman bunu kulun tasarrufuna terk etmiştir.

Gönülde ve dolayısıyla yazılan takdirde, olayı anlayıp gereği gibi yaşam tarzına doğru istikameti oluşturalım ki, Allah tüm şartları olgunlaştırsın. Çünkü senden oluşan her dileğin kuvveden fiile çıkması Allah’ın yaratmasıyla oluşur. Allah yaratmasını kendinde izhar için, senin isteme kuvven ve gerekli amelin ana belirleyicidir. Amelinle rububiyet alanın değişir ve Allah’ın senden zuhur etmek istediği hususların kapsamı da değişir.

Onun için amelden asla ve asla taviz vermeden yolculuğa devam etmek zorundayız. Çünkü erişilen güzellikler amelin terkinde seni terk edecektir. Amelin terkinde rububiyet alanın daralmış ve sen, sendeki sınırlı yapıdan tecelli eden rabbin isteğiyle değişik düşünmeye başlarsın. Her halükarda senden yaratan gene de Allahtır, çünkü rububiyet sahibi sadece Allah’tır.

Veli, kendisine Allah’ı veli kabul eden demektir. O makam öyle afaki hayallerde ezoterik yapılı kişilere has değildir. Her kim ki; eşhedu en la ilâhe illallah ve eşhedu enne muhammeden abdu-hu ve resulü-hu derse ve bu yönde veçhini Allah’a ve habibine çevirirse ve kendisine veli ve vekil olarak Allah’ı bilirse o Allah velisidir. Bu özellikle bezenmek tümüyle gönülde olduğu için, dışarıdan birisine bu kesin velidir demek en büyük hatadır.

Evliyanın derecesi yükseldikçe tevazusu ve alçak gönüllülüğü artar. Elinde imkân bulunduğu halde dünyaya değer vermez. İntikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz. İşte bu az ve öz olacak şekilde insanlarda seyir edilebilecek özellikler, onlar hakkında bizde kanaat oluşabilir. Veya bizde dahi böyle bir bürünme var ise, demek Allah dostu olmaya yaklaşmışız demektir.

Veli demek değişik kerametler zuhur eden değildir. Veli istikamet üzere Allah’a yol alandır. Sizde Allah velisi olabilirsiniz veya bu yola koyulmuş olabilirsiniz. Çünkü o teslimiyet hemen oluşmaz, o yola koyulur ama teslimiyet zaman içinde oluşur. Onun için de önüne geleni Hızır bil demiş atalarımız. Dolayısıyla her insana o gözle bakacağız. Evet, her insana bu gözle bakan Allah’a ermek için en kısa yolu seçmiştir.

Ermek olayının daha iyi anlaşılması için Kur’anda A’râbîler diye bildirilenlerin kimler olduğunu bilmemiz gerekir. İşte a’râbîler Allah’ı kendisine veli kabul etme yoluna koyulanlar. Yaptıkları ameller boşa değildir. Ben hissiyata geçemedim ve ameli terk edeyim diye de bir şey olamaz.

 Her amel rabbe erme yolunda bir basamaktır. Taklidi iman ve ameli salih kişiyi a’râbî yapar özüne doğru derinleştirir. Ne zaman ki iman gönlünde karar kıldığında, tahkiki imana kavuşur. Her oluşun Allah’ın gücü ve kuvvetiyle var olduğunu seyreder. İşte o zaman a’râbîlikten çıkar a’rab olur. İşte a’rab olan veli olur. Çünkü büründüğü mananın farkındadır. Hakkını verip saygısızlık etmekten çekinir.

İşte buradaki a’râbî ve a’rab ırk adı değil, kişinin rabbiyle yaptığı iletişimin gücünü gösterir. İlk insanın dili a’rab’çadır. Zaman içinde gündelik iletişimde araya dünyevi kelimeler karışınca, arabça diye bir lisan doğmuştur. Başka bölgelere yayılan insanlarda başkalaşım ile başka başka mırıldanmalarla başka lisan ve lehçelerin doğumuna başlangıç oluşturmuştur.

Asıl olan ise, Hz. Âdem aleyhi s selama gösterilen rab”çadır ki, zaten Allah’ın tüm isimleri o lehçe iledir. Kur’an dahi o lehçe ile insanlığa sunulmuştur. Zaten onun için de Kur’an insanın mutlak lehçesiyledir ve o yüzden hiç bir ırkın malı değildir. O lehçeden sapanlar hakikatin öyle olmasını değiştirmez. Onun içinde Rab diliyle buluşan Allah velisi olur. Rab diliyle buluşmak için yürüyenlere arâbî denir. Bu yola girmeyen ise en bedbaht kişidir.

Kuran’a ermek için okumak lazım. Okunmadan ermek hayalini terk etmemiz lazım. Sistem ve düzene göre yaşamak için, okus pokus değneği hayalini terk etmek lazım. Derin sessizliği bozup öze ermek, aynayı karşına alıp ona göre kalıba girmek, sonra arştan varlığı seyir eden mutlak var adına seyir etmek, evet bu seyre ermek için vereceksin emek. Yoksa dönmez senin adına felek. Unutulursun bir köşede soranın olmaz elbet. Her çıkmak istediğinde, fırsatı kaçırıp unuttun ve öylece unutuldun, der melek.

Allah’a ermek için sabırsızca çalışmak, ama sabırla yürümek şarttır.  Senin hedefin fenada demir atmak değil, Beka Billaha ermektir. Kısa yoldan ermek olsaydı, onca zevat neden gece gündüz amel eyledi? Demek ki bu yolun kısası falan yoktur. Yıllarını çilehanelerde geçiren zevatlar, kısa yol olsaydı ve dünya iştahı içinde ermek olsaydı, o kadar eziyet etmeye ne lüzum olurdu.

Ermek için zikir yapma derler bazı garibanlar. Gariban kaldıkları yüzlerinden okunuyor. Çünkü Kur’an sen yüzlerinden tanırsın der. Yüz dışta görünen demektir. Demek ki dışarıda elle tutulur gözle görülür ameller olmak zorundadır. Öyle ki çevredekiler sen ne buldun bu zikirler de ve ameller de, akılını mı yetirdin desin. Hem hakka temaşa mekânı olman için, beklentiyi bir kenara koyup sırf ve mutlak bir bakışla kendine dönmek zorundasın ki kapılar açılsın.  Elbet bir gün ulaşırım demeden, içinde bulunduğun günü hak ile değerlendir. Yoksa hayallere kapılıp özüne ulaşmaktan mahrum olursun.

Yapmadığın şeyi niçin söylersin ayetini unutmamak gerekir. Allah sistemi değişmezdir. Resul ve nebide aynı sistem ve düzene tabidir. Ermekteki şükrün verdiği zevki tatmak için onlar da gece gündüz amel ettiler. Tek fark biz iman ile amele yöneldik. Onlar ise, görerek amel ettiler. Ama oluşan semere herkes için aynı sonucu gerçekleştirdi. Unutmayalım ki amel, şükrün neticesidir. Yoksa Allah’ın amelimize her hangi bir muhtaciyeti mevzubahis değildir.

Allah’a ermek isteyen ilim ve haşyetle yönelsin. Allah’a duyduğu huşu ile nefsinin isteklerinden geçsin. Bedene kayma olursa, kendisine dikkat etsin. Çünkü mana yolunda ilerleyen kişiye şeytan, bedende vahdeti yaşamak için birçok olanağı ona sunar. Bu da deccal cehennemi olarak tabir edilmiştir. Görünürde cennet gibi sevimli gelirken, özü itibarıyla bizzat cehennemdir. Bu tuzağa düşmemek için beş duyu ile seyir edilebilen farz olan fiiller ile yasaklanan haramlardan korunmak esastır. İşte bu şeriatı garranın hükmü ölüme dek hükmü bakidir.  Öylece enfustaki seyri afakta da yaşayarak yaşamı noktalarsın.

Hakikatinin yaşamının enfusundan afakına taşınması için İslam’ın önerilerine göre çalışmak ve Allah’ın koyduğu sınırlara uymak zorundasın. Ayrıca ilim ve haşyetin sana açılması için de, aklı başında bir zikir çalışmasını devam ettirmelisin. Yoksa dışsal baskı uygulayarak bedensel eğilimlerini baskılamak istersen yorulursun. Hem hiçbir hedefe de varamazsın.

Kendini et kemik bedenin kısır döngüsü ile tatmin edenler kalplerindeki boşluk ve yara hep içlerini deşer. Bu deşme bir uyarı olup kendilerine gelmek için içlerine atılan ilahi bir ihtardır.

Ana hedef Allah’a ermektir. Ermek ne dışarıdan olur ne de içeride. Ermek öze doğru olur. Tıpkı yusufun kuyusu gibi. Ta derinliklerde. Öze dışarıdan erişilmez. Ermek erimektir dışarıdan bilinmez. Eriyen hiç bilinmez. Hatta hatta görünmez.

Her insan rabbe açılan bir kapıdır. Her bir insandan ayrı bir cevher parlar. Rabbe ermek için, kimseyi küçük görmemek şarttır. Birini küçük gördüğün an da kendini büyütmüş ve kibre bürünmüşsündür. Kibir kalpte oluştu mu, o kalpteki tüm marifet kaybolur.

İslam bizden tüm ırk ve kabilelerin birbirleriyle tanışmasını, gücü olan ile güçsüz olanın birbirleriyle tanışıp el uzatmasını, tek aile olup hep birlikte Allah’a ermek için tek bir duvar gibi olmamızı ister. İşte bizden istenen bu isteğin esas sebebi, nefsimizin saf olması için yolculuğumuzu tamamlamaya yöneliktir. Zira gönül alçaklığı sende saklı bir cevher olan insanı kâmil tohumunu yüceltir. Öylece insanı kâmile ayna olmak için yürüyüşün devam eder.

An da yaşarız. Çünkü geleceğin meçhul olduğunu biliriz. Sonra yaparım veya sihirli bir dokunuş ile bir şeylere ermek hayalini terk etmişiz. Bilmişiz ki bu hayal, et kemik bedenin zevkine düşkün olan nefsi emarenin sığınağıdır. Sığınağa gizlenmek Bismillah diyene yakışmaz. Çünkü Bismillah deyip, gücün sahibi ile senkronize olmuş ve koyulmuşuz Muhammedi yola. Yolun sahibi olan Allah’a güvenmiş ve destur alıp ihrama girmişiz. Bu yola koyulma ve yöneliş isteği senin için de aynen geçerlidir. Çünkü bu istek sen de oturmuştur. Onun için de bilincin karar vermiştir ki, şu an okuduğun bu satırları rabbin önüne koymuştur.

İlim hava atmak için değil, huzura ermek için okunulur. Her şey bizde başlar ve bizde biter. İşte okuduğumuz ilimle bunun yakin halini elde ederiz. Allah kimseye zulüm etmeyecektir. Çünkü sadece kuvvemizde saklı olanı görünür ettiğimiz kadarının karşılığını almış olacağız. Zaten Allah’ın halifesi olup yaptığımızı onun adına yaparız. O yüzden de Allah yaptı deriz. Çünkü her ne kadar irade bizden çıkıyorsa da inşa eden bizzat Allah’tır. Besmeleyi de o yaşama ermekteki hazzı hissetmek için okuruz. Böylece bizde saklı olan rububiyet alanından akan ilahi gücü fiile gösterir ederiz. Sonuçlarına da müspet veya menfi katlanırız.

Zoru başarıp hu adıyla işaret edilene ermektir asıl mesele. Kolay olsaydı herkes ererdi. O zaman iyi ve kötü nasıl ayırt edilirdi? Dünya yaşamı da neyin nesi olurdu hem insan kimin sesi olurdu?

Tarihin derinliklerindeki birçok zevat, milletin ilim çalışmasında öze yönelip haşyete ermekte yetersiz kaldığı görünce şöyle düşündüler; en iyisi aşkı ilahi ile insanlar oyalansın da bari şirkten uzak kalsınlar.

Tıpkı büyüklerin, çocuklarının yaramazlık etmesin diye ellerine oyuncak verip, onları oyuncaklarıyla oynatıp kötü yola sapmasınlar diye oyaladıkları gibi.

Olayın hakikatine bakmak yerine çocukları oyalamak için sunulan teklifi esas sayan birçok kişi hakikatlere ulaşmaktan mahrum oldu. Çünkü aşkın sonu fenafillâhtır ki bizden istenen bu hal değildir. Bu zaten tespih hali olup insan ve cin sınıfının dışındaki her varlık o haldedir. Esas olan aşkın ötesi olan Allah’ın huşusuna ermektir. İşte bu, bekabillah yolculuğudur.

Dikkat edelim ki sanal benlik asla yok olmaz. Çünkü seyir eden birinin varlığı dilenmiştir. Ama aşkın verdiği manadan yola çıkarsak, insan kendisini yok edip Allah ile dirildiğini söyler. Bu ise, işin aslını bilenler tarafından tebessümle karşılanır. Bir tık ötesi ise hepliktir. Bu yolculuk bitmez bir derya olup, uykuda olanın uyanması burada başlar.

Selam, hak ile halka bakıp hem almaktan kurtulup hep verenlerin özüne dokunan hakkın kudret elidir. Hem selam, yokluğun yokluğunu a’ma da görüp kendisine hem kendine gelebilene nasip olup nefsini tanımak için en büyük duadır insanlığa. İşte bu duayı tüm müminler bir birlerine sürekli selam vererek yaparlar. Mahiyetini düşünüp öylece selam verdiğimizde, duamız hızla karşı tarafa yüklenir. O da o baskın nuru hemen selam verene iade eder. Çünkü üzerinde kaldı mı, selamın o kişi üzerin aşkın nur akıntısı yapmasına sebep olur. Bu da selam alıp çevirmeyen için büyük bir nur kaybı olarak gerçekleşir. Onun için selam vermek sünnet iken selam almak farzdır.

Sadece yaptığımız amel bizimdir. Gerisi hayal ve seraptır. Seraptan kurtulup gerçeğe ermek için gönül evimizi zikir, fikir ve şükür ile donatalım.

Huşu, özündeki güzelliğe ermek içindir. Huşuya varmak için karşılıksız sevip külfette destek olmaktır. Karşılık beklemeden sevmek ve öze dönüş yolunda halka hak gözüyle bakmaktır. İhsanı dillendirmek ve her yüzde tek yüzü seyir etmektir. Hiçbir yüze vurmadan terbiye edebileceğimizi terbiye etmektir. Yüze vurmak haramdır. Çünkü vecih, Allah nurunun dışa açılışının temas merkezidir. Yüze vuran yüzün sahibini incitmiştir. İçine derin bir boşluk oluşmuştur. İşte huşu, veçhi fiiliyatta temaşa edip Allah’la buluşmaktır.

Hayat öyle kısa ki, kavga etmeye veya savaş yapmaya değmez. Barış her zaman hayırdır hem bireysel, hem de toplumsal. Onun için de, lütfen oturup Allah’a ermek için gereğini yapalım. Özümüzden mahrum olarak dünyadan çıkmayalım.

Kaf (ق) dağına eren yani bekabillaha yolcuğa başlayan, fenafillâh girdabından kurtulur. Kaf (ق) dağına tırmanmak milyonda bire ya nasip olur veya olmaz. Çoğunluk fenada takılı kalır. Zaten o yüzden tasavvuf yolunda olanların geneli, ben hakkım deyip hamr içer. Fenafillâh safiyyedeki mülhime girdabıdır. Geçmek için yol arkadaşın çok çok güçlü olmalıdır. Yoksa dışına adım atamazsın. Korkup çekinir tir tir titrersin. 

Kişi istediği kadar zende yani ruhsal alanda ileri gitsin. Kişi erdiği hakikatleri kendisinde daim kılmak ve bunların daha güzel sonuçlarını ölümden sonraki yaşamında devam ettirmek için, et kemik bedenin ölümüne kadar ilmihal bilgilerini yani Allah’ın emir ve yasaklarını uygulamak zorundadır. Yürürken yaptığı zikirleri aynen devam etmeli, ben artık erdim deyip çalışmalarını yabana atmamalıdır.

Yoksa fenafillâh yaşamını beden boyutuna indirtip her türlü hayvani yaşam alanının gereklerini kendisine mubah görebilir. O kadar değil bir yükselişe rağmen, birçok harama bulaşıp kendisini Allah’tan mahrum edebilir. Bu da ona en büyük zarar olarak geri döner. Erdiği o son derece kıymetli keşiflerin hâsılatını eliyle teper ve mahrumlardan olarak dünya yaşamını sonlandırır.

Yorum yapın