İKİNCİ BULUŞMA
Cuma gününü iple çektim. Günler adeta uzadıkça uzadı. Nihayet Cuma günü gelip çattı. Anneme gittim, elini öptüm ve dedim ki;
-Anneciğim bana neden Hikmet dededen hiç bahsetmedin, onunla tanışmam beni büyük bir huzura ulaştırdı.
Annem hem hüzünlü hem de meraklı gözlerle beni kucaklayıp;
-Oğlum, seni çok seviyorum biliyorsun ama sana kıyamadım.
Merakım arttı, neden bana kıyamamış? Hayretler içinde anneme sordum; neden bana kıyamadın? Annem dedi ki;
-Oğlum sen daha küçüktün ve baban ile dostunun günlerce mağarada inzivaya çekilip gelmemesi, ona olan özlemimi arttırıyordu. Sana babanın arkadaşından bahsetseydim, kendini ona kaptırır ve eve gelemez olursun diye kaygılandım. Baban bazen Cuma’dan Cuma’ya eve gelirdi. Saatlerce mağarada konaklar, Filiz ablan yemeklerini oraya götürürdü. Filiz ablan kapıda yemeklerini verir ve dönerdi.
Filiz ablam kırk yaşına girmişti. Babam ile çok hatıraları vardı. Ablamın da düşünce dünyası çok gelişmişti. Ama benim bu olaylardan yeni haberim olmuştu. Hikmet dedenin bana haftada bir buluşalım demesi de, demek ki annemin gönlü içindi. Annemin gönlünü okumuş ki, sadece haftada bir buluşalım demişti, diye düşündüm.
Kalktım hazırlandım. Eşeğimi de aldım yanıma ve Hikmet dedeye doğru yola çıktım. Kasabanın dışına çıkarken, öğretmenimin de ormana doğru ilerlediğini fark ettim. Seslenmek istedim, ama utandım. Zira öğretmenimin üzerine sesimi yükseltmem, çok ayıp olurdu. Hızlı adımlarla ulaşmak istedim. Ama ben hızlandıkça o da hızlanıyordu. Yavaşladığımda ise, o da yavaşlıyordu. Hayret ettim. Bu da neyin nesiydi. Rüya mı görüyorum? Gözlerimi ovuşturdum açtım, yok gerçekti.
Kendi halimle yürümeye devam ederken, yolda öğretmenimin sağ tarafına doğru bir patika vardı ve oraya girdi. Bende arkasından devam ettim. Öğretmenimin ne işi olurdu o yolda?
Derken baktım ki, kendisine doğru gelen bir iki atlı gözüktü. Atlı kişiler gelip yanında durdu. Aralarında bir şeyler konuştular. Öğretmene bir bohça elbise ve bir çanta da erzak teslim ettiler. Öğretmenim onlardan emanetleri aldı ve geri bana döndü. Tebessüm etti. Hoş geldin dedi. Gelen atlı kişileri yolcu etti ve erzak ile bohçayı eşeğime yükledi. Beraber mağaranın yoluna koyulduk. Ve merak edip sordum;
-Öğretmenim, köyden çıkarken bir şey dikkatimi çekti, ben arkanızdan gelirken, sizin bize okuldayken öğrettiğiniz, sesinizi büyüklerinizin sesinin üzerine yükseltmeyin prensibince size seslenmedim. Hayâ ettim. Ama size doğru hızlanıp yetişmek istediğimde, sizde hızlandınız, ben yavaşladığımda, sizde yavaşladınız, ama bana hiç bakmıyordunuz, arkanızdan geldiğimi biliyor muydunuz? Öğretmenim bana baktı, tebessüm etti ve dedi ki;
-Geçen hafta Hikmet dede ile sohbet ettik. Sen de ordaydın, bunun hikmetini bilge dedem anlatmıştı.
Merakım arttı. Öğretmenim, nasıl anlattı bana izah eder misiniz, dedim. Öğretmenim bana döndü ve dedi ki;
-Hatırlar mısın, bilge dede dedi ki, her birimiz diğer birimize görünmez bir bağla bağlıyız. İşte kişi kendisini denizin dalgaları arasına salar gibi salarsa, bu bağları hissetmeye başlar. Ben dededen her bir öğrendiğimi direk nefsime uygularım, bana hayat tarzı olmaya başlar. Artık öylece hissiyatım gelişir. Sen arkadan gelince, senin yaklaştığını tüm kalbimle hissettim. Senin bana bu soruları sorman için de hızlandım ve senin hızına göre de yavaşlandım.
Peki dedim, sen bu atlıların geldiğini nerden anladın? Neden atlılar bu erzak ile elbiseleri dedeye götürmek yerine, buraya kadar getirdiler? Öğretmenim dedi ki;
-Oğlum aynı görünmez bağ benimle onlar arasında da kuruluydu. Onlar da benimle görünmez bağla bağlıydılar. Senin eşeğinin seninle beraber olduğunu ve üzerinde yük olmadığını biliyordum. Zihnen gelen atlılarla iletişime girdim ve onları durdurtup bizi beklemelerini sağladım. Bu atlıların, yaptığım bu hamleden haberleri bile olmadı. Öylece emanetleri aldım ve eşeğine yükledim. Tüm bunları Hikmet dede bana öğretti.
Sordum, peki o atlılar kimdi, Hikmet dedenin akrabaları mı? Hikmet dedenin kimsesi var mı? Öğretmenim dedi ki;
-Oğlum, Hikmet dede yaklaşık otuz yıldır burada kalır. Hemen öncesinde hanımı vefat etmişti. O da sıkılıp ormana gezmeye çıkmış. Bu mağarada bir piri fani ile buluşmuş. O piri fani ile on yıl burada inziva hayatı yaşamış, piri fani ölünce, onun yerine burada inzivaya devam etmiş. Civar köylerden bilge dede ile buluşup kendisinden hikmet öğrenen birçok kişi vardır. Her birisinin günü bellidir. Onun dışında gelmezler. Bu atlı gençler ise, onun öz torunlarıdır. Her Cuma ona bir haftalık erzakını ve elbisesini getirirler. Kirlenmiş elbiselerini alıp geri gidecekler.
Öğretmenim ile öğle derin bir muhabbete dalmışım ki, arkadan bizi takip eden iki atlıyı unutmuşum, ne seslerini ne de ayak takırtılarını duymamışım bile. Çünkü bir anda onları yolcu ettiğini düşünmüştüm ve artık arkama bile bakmamıştım. Öğretmenimin öyle demesiyle baktım ki geriye, her iki atlı bizi takip ediyorlar. Sordum öğretmenime, neden dedenin emanetlerini attan alıp eşeğime yükledin, onlar mağaraya götürseydi ya?
-Öğretmenim dedi ki, daha işin başında bilge dedeyi biraz mutlu etmeni istedim. Çünkü ani yardımlar gönülleri bir hoş eder evladım. Onun karşılığı da kalbine akacaktır. Hiçbir hediye karşılıksız kalmaz. Sen bilge dedenin gönlünü hoş ettiğin için, o da sana manen hediyeler sunacaktır. Bu yardımdaki amaç, gönlünü onunla birlemendir.
Arkamızda bizi takip eden atlı kişilere baktım, hürmetle ve edep içinde bizi takip ediyorlardı. Yaşları yaklaşık yirmi civarıydı. Onlarla tanışmak istedim. Kim olduklarını ve Hikmet dededen ders alıp almadıklarını öğrenmek istedim ki, Cemal söze başladı;
-Âli’ciğim, ben dedemin küçük torunuyum. Bizler beşkardeşiz. Dedemin bize belirlediği vakitlerde amcaoğlum Kemal ile dedemin yanına gelip kendisinden ders alırız. Dede yadigârı olan köyümüzde canımdan çok sevdiğim Kemal ile birlikte yaratıcının bize emaneti olan toprakları işletip geçiniyoruz. Dedemizin iki oğlu var. Ben ve Kemal de amcaoğullarıyız. Birbirimizden ayrılmadan hep beraber geniş bir aile olarak yaşarız.
Bu kısa tanışma çok hoşuma gitmişti. Hayatıma giren bambaşka insanlar olmuştu. Düşünceli bir edayla Hikmet dedeye doğru yol alıyorduk. Artık mağaraya yaklaşmıştık. Mağaraya yaklaştıkça bir koku almaya başladım. Oysaki bu kokuyu daha önceki gelişimde almamıştım. Biraz garip bir hal ile bu kokuyu sineme çekerken, öğretmenim bana baktı ve gülümsedi…
– Âli’m benim, kokuyu alıyor musun? Dedi.
-Evet, alıyorum dedim.
-Geçen defa geldiğinde alıyor muydun? Dedi.
-Hayır, almıyordum, dedim.
Öğretmenim dedi ki;
-İnsan kiminle bütünleşirse, onun kokusunu alır. Bu bütünleşme kalbi bir bütünleşmedir. Sen geçen defa buraya geldiğinde, niye geldiğini bilmiyordun. Bilge dedeyi tanımıyordun. Beni sadece okul öğretmeni olarak biliyordun. Bak karşı yamaçta koyunlarını otlatan çobanı tanımıyordun. Sadece bir çoban der geçerdin. Ama şimdi Hikmet dedeyi ve onun etrafında adeta onun kalbiyle bütünleşen bir avuç insan ile tanıştın. Artık kokularını almaya başladın. Bu durum beni benden alıp özümü tanımaya götürmüştü. Şimdi aynı yolculuk seni de bekler.
Öğretmenimin bu sözleri karşısında gerçekten şok olmuştum. Zira bazen kokular alırdım. Kokuların kıvamları da ayrı ayrıydı. Bazen güzel kokular alırken, bazen de kirli kokular alırdım. Bu kokuları da, sahile geçip derin düşüncelere dalarken, durup dururken alıyordum. Bazen çok sevdiğim insanların yanında dahi beni rahatsız eden kokular alabiliyordum. İşte bu düşüncelerle yürürken nedenini de merak edip duruyordum. Demek ki cevap bana öğretmenimden gelmişti. Öğretmenim söze devam etti;
Âli’m benim, bazen burnuna ani kötü kokular gelir. Bazen de güzel kokular gelir. Bazı kokular dahi, şeytani kokular olabiliyor. Örneğin; birbirlerini çok seven iki kişiyi veya karı kocayı bir birinden soğutmak için şeytani kokular yayılabilir. Bir anda şeytani melekeyi harekete geçirmek için vehmini kullanan şeytan, üzerine bir düşünsel fikir oku atar ki, bir anda vehmin devreye girerek üzerine dostunun veya eşinin tarafından pis bir koku gelebilir. Bu durumda kişiler birbirinden uzaklaşıp sırt dönmeye kadar gider. Bu durumda hemen yüce yaratıcının kuvvetini düşünüp tüm gücün sahibinin mutlak olarak yaratıcı olduğunu zihnine yerleştirip düşünürsen, o kirli koku hemen kaybolur. İşte o anda vehmin örtülecek ve kötü koku kaybolacaktır. Güzel kokular da bir oyun olabiliyor. Seni senden mahrum eden bir mekâna gittiğinde, şeytan vehmini devreye koyup seni oraya çekmek için güzel bir koku dahi yayabilir. Bu durumda da hemen mutlak güç sahibi olan yaratıcının gücünü düşün ve o güçle Besmeleyi okuyarak, bütünleşmeyi hissetmeye çalış. Eğer aniden burnuna gelen koku kaybolmuyorsa, o zaman o kokunun rahmani olduğuna karar verebilirsin.
Bu sözler beni gerçekten lâl etmişti. Öğretmenim tüm bu bilgileri nerden edinmişti. Nasıl oluyor da direk hayalimdeki sorulara cevap veriyordu. Derken vuslat yaklaştı ve mağaraya ulaştık. Bir de ne göreyim, bilge dede iki kolunu açmış bizleri bekliyordu. Kapıdaydı… Yoldan gelirken aldığım kokuyu çok daha açık alıyordum. Öğretmenimin söylediği yöntemi kendimce uygulamaya çalıştım. Sadece yaratıcıyı bir anda hayal ettim. Onun gücüne kendimi teslim ettim. Kokunun durumunu, gidip gitmeyeceğini hayal ettim ki, demek ki dalmışım farkında olmadan taa derinlere. Bilge dede;
-Hoş geldiniz, dedi.
Onun o sözü bana yeniden bir doğum yaşattı. Sanki yeni doğmuştum. Kafamda beni meşgul eden soruları sorma imkânım yeniden doğmuştu. Her şeyden öte, kalbimi ısıtacak bir gönül adamı ile buluşmuştum. O bana baktı, ben ona baktım. Sanki göğsümün ta ortasının içine inen buz gibi bir hava kalbime akıyordu. Tüylerim diken diken olmuştu. Büyük bir muhabbet kalbimde belirmiş, bendeki huzur zirve yapmıştı. Bizleri içeri buyur etti. İçerisi epey geniş bir mağaraydı. Ufak bir ev misali dağın altında işlenmiş bir oyuktu. İçerisi ne çok sıcak ne de soğuktu. İnsan içerde rahatlıkla kalıp yaşama tutunabiliyordu. Aklıma birçok konu başlığı ışıldayıp geçiyordu. Neyi sorayım diye kalbime gelen bin bir konu arasından bir seçim yapıp bilge dededen malumat alarak ayrılmalıydım. İşte bu şekilde düşüncelere dalarken, kapıdan çoban belirdi. Elinde yeni sağdığı sütten vardı. Şöyle dedi;
-Dedeciğim, koyunları sağarken kendi koyunlarımın sütünü de size sağdım. Ben burada altı ailenin koyunlarına sekiz aylığına bakmak için anlaştım. Benim hakkım olarak on koyun üzerine anlaştım. İşte kendi koyunlarımın sütünden size sağıp getirdim. İkramımı lütfen kabul buyurun.
Bilge dede kendisine çok yakın bir muhabbet beslediği çobanın ikramını kabul etti ve kendisine dua etti. Bu arada ben de kendimi toparlayıp bilge dedeye sormak için hazırlandım ki, bilge dede hakkında malumat isteyeceğim konu hakkında konuşmasın mı? Aniden şok olmuş edayla kendine kulak kesildim. Şöyle dedi;
-Evladım; bil ki bizi yaratan sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan bir yaratıcımız vardır. Bizim asla kendi kendimize sahip çıkacak bir vaziyetimiz olamaz. Her hal ve şartta bizi ayakta tutan yaratıcımız, bu dünya hayatında bize kudretiyle bakarak, rahmetiyle etrafımızı sarar. Bizim tüm gücümüz ondan bize gelir. Bunu yeterince idrak edememiş olsak da, hakikat budur. Her birimiz bağımsız bir şekilde bedene sahip olduğumuz için, kendimizi ayrı görmekte ve hatta sahip olduğumuz gücü kendimizden bilmekteyiz. Oysaki biraz tefekkür ettiğimizde, az havasız kalsak hemen bedenimiz iflas eder. Yemeksiz ve susuz kalsak, vücudumuz kuvvetten düşer. Uykumuzu almazsak, vücudumuz aciz düşer ve varoluş yetisini kaybeder.
Bilge dede konuşurken ben de, bir yandan bilge dedenin neden bu mağaraya çekildiğini ve neden insanlarla iç içe değil de çevre köylerin dışında olan bu mağarada yaşadığını mülahaza ediyor, bir yandan da can kulağıyla kendisini dinliyordum. Gönlümde delidolu düşüncelerle huzurunda oturmuştum. Neden burada tek başına yaşar ve geceleri yalnız kalmaktan imtina etmez. İnsanların içine inip mağaradan çıkması kendisi için daha hayırlı olmaz mı, gibi kendi şahsı ile ilgili birçok vesvese kalbimi adeta esir aldı. Bilge dede şöyle devam etti;
-Ali evladım; benim niye buraya çekildiğimi ve halktan uzakta yaşadığımı düşünebilirsin. Ama ben halktan kopuk olarak burada yaşamıyorum. Benim birebir ilgilendiğim kırk kişi vardır. Her birinin benimle buluşma vakti vardır. O vakitlerde kendileriyle buluşup dersler işleriz. Benim kendisinden muhabbet edindiğim ve bu mekânın sahibi olan selefim, piri fani diye kendisini tarif ettiğim şerefli üstadım da bu şekilde buradan insanlığa ışık olmaya çalışıyordu. Onun da benimle birlikte tam kırk talebesi vardı. Ben burada onun yanına yerleşerek onu yalnız bırakmadım. Geceleri de onun dizi dibinde oturup ondan istifade etmeye çalıştım. O bu dünyadan göç edip bu mekânı bana teslim edince, onun çizgisini devam ettiriyorum. Benim yakınımda olan iki dostum vardı. Biri babandı beraber çok vakit geçiriyorduk. İkinci yakın bir dostum vardır ki, o da her gün akşam girerken buraya yanıma gelir, sabah gün ışığı ile şu evleri görünen köye geri döner. Burada yalnız uyumam. Zira yalnız uyumak, iyi görünmemiştir. Burada yalnız yaşadığıma bakma, benim kalbim her an yaratıcımla birlikte atıyor ve gönül dünyamı her an sarmış durumdadır.
Bu şekilde düşünce dünyama gelen hissiyatlara ben söylemeden cevap vermesi, beni daha da meraklandırıyor ve kendisine olan bağlılığımı da daha da perçinleştiriyordu. Ve devam etti;
-Evladım, kalbine sahip çık ve kalbini yaratıcını düşünerek müzeyyen etmeye gayret et. O zaman kalbin ışıldayacak ve etrafına ışık olmaya başlayacaksın. Benim gibi böyle bir yerde yaşarsan da, kalbin etrafı aydınlatmaya devam edecektir. Şu anda yanımda ders alan her bir dostum, kendi bölgesinde birçok kişiye rehberlik etmektedir. Buraya buluşmaya gelince, her muğlâk konularını açıklığa kavuşturur ve görev mahalline tekrar dönerler.
Hikmet dede bana bakarak sohbet etmeye devam etti;
-Evladım insanların sürekli ben demesi ile cok sıkıntı yaşamaya başlar. Zira ben derken sahiplik duyguları kabarır ve nefsinin üzerine bencillik bulutları inmeye başlar. Öylece yaratandan değil de kendisinden akan bir güç ve kuvvet olduğunu zanneder. Öylece gücü yeten insanları ezer, gücü yetmeyen insanlar önünde de boynunu büker. İşte bu imtihan ile kişi en büyük darbeyi kendi idrakine indirir. Bunlardan korunmak için de, ifsat olmuş bu düşüncelerden halas olmak için, bu şekilde bencilliğe bürünen fertlerin oluşturduğu fertlerden uzaklaşıp, burada çalışmalarımı yapmayı yeğledim. Benimle birlikte ders yapanları da, toplum içine göndererek, ifsat olmak için baş gösteren toplumsal olayları da, ıslah etmek için uğraşımı ortaya koyarım.
İfsat olan toplumun zararından arınmak için bu mağaraya çekilmem, benim bir fiili duam olarak zuhur ediyor. Öylece Allah’ın yardımını hissediyor ve çalışmalarıma devam ediyorum. Çünkü toplum içinde kalırsam, acizliğe düşer ve gereken çalışmayı yapamayacak duruma gerilerim. Onun için de toplumdan geri çekilmiş gibi gözüküyorsak da, onlarla gerçekten iç içeyim. Çünkü bencilliğe bürünen toplumda şahıslar, doymak bilmez bir edaya bürünürler. Ne verirsen ver gene de doymaz, ardında doyumsuzlukları seni de senden alıp yoksunluğa itecektir. Zira insan, açık kodlu bir eda ile yaratılmıştır. Hangi bilinç düzeyine ulaşırsa ulaşsın, gerisin geriye düşmeye adaydır. Ve sen kendini toplumun rüzgârına teslim edersen, doyum bilmeyen toplum seni de yer ve doymadan alıcılığına devam edecektir.
Bilge dede benimle konuşurken, öğretmenim ve çoban diz üzerine çökmüş ve tüm düşünce dünyalarını adeta Hikmet dedeyle bütünleştirmiş bir halde ona odaklanmışlardı. O anda anladım ki bilge dede bir yandan dil ile konuşarak bana hitap ederken, diğer taraftan onların gönüllerine, kalpten kalbe bir yol vardır hakikatince, o ikinci yoldan iletişim halindeydi. Böyle düşünürken, bilge dede bana baktı ve tebessüm etti, şöyle dedi;
– Ali evladım, kalpten kalbe bir yol vardır. Bazısı dilden kulağa ve oradan kalbine indirir sözcükleri. Bazıları da direk sözcükleri hayatlarından çıkararak kalpten kalbe akacak nura odaklanır. Öylece ikinci devre açılır ve kalpten kalbe vasıtasız ilim akar.
Bu ne garip bir dedeydi. Her düşüncemi okur ve bana gerekli olan sözcükleri kulağıma güzel bir sedayla diziyordu. Madem böyle mağaraya inzivaya çekilmek iyiyse, herkes inzivaya mı çekilmeliydi? Herkes inzivaya çekilse, toplumda kim iş yapacaktı? Ben de mi böyle bir mağaraya çekileyim? Gibi düşünceler bende oluştu ki, bilge dede sözüne devam etti;
-Evladım elbette toplumla haşir neşir olmak zorundasın. Çalışıp didinip emek harcayarak gelişip geliştirmelisin. Her insana ayrı bir görev, hak tarafından kalbine ilham olunur. O ilham doğrultusunda yola koyulur. Sen elbette toplum içinde olmak zorundasın. Senin mağaraya çekilmek gibi bir düsturun şimdilik olamaz. Her ortamın bir kalbi olur. Sonra o kalbin azaları olur. Kalpte ruh iskân edinir ve öylece sonsuzluğa açılır. Bu arada bil ki şuurun reisi beyin değildir. Beyin, bedenin organları arasında adaleti sağlar. Kalp ise, insanlık şuurunun reisidir. İşte bazı insanlar kalp gibi içeride olur. Bazı insanlar el gibi dışarıda olur. Bazı insanlar ayak gibi kalbi taşır. Her biri ayrı bir değerdir. Sen şimdi dışarıda olacaksın ve kalbin ışıltısını dışarıya yansıtacaksın. Eğer bir vakit kalp olman gerekiyorsa, işte o zaman kalp olmak için önün açılacak ve dışarıdaki organlar emrine amade olacaktır.
Gerçekten de bilge dede beni benden alıp götürdü bugün. Birçok hususu önüme sergilemişti. Artık insanlara hakkının verilmesi gerektiğini anladım. Kötülüğün izalesi için üzerime düşeni yapmalıydım. Artık buluştuğum bu kalbe ayak olmalıydım. Bu kalbi diyardan diyara taşımalıydım. Bu kalbin o mağarada kalması gerektiğini anlamıştım. Ortalığa çıkarsa, kalpten eser kalmayacağını idrak etmiştim. Doyum bilmeyen ve zulüm eden insanlara, kalbin bu sıcak dokunuşunu taşımalıydım. Her şey benim olsun ben rahat edeyim, kim yanarsa yansın edasının ortadan kalkması için çalışmalıydım. İfsat olan toplumun ıslahı için hareketlenmeliydim. Bilge dededen müsaade istedim. Zira gönlüm gıdasını almıştı bu gün. Artık anneme gitmeli ve boş vakitlerde sahile inip tefekkür dünyamı zenginleştirmeliydim. Bilge dede benimle kapıya kadar geldi ve haftaya görüşmek üzere yolculadı.