EZELİ SIRLAR

Öncellikle bilelim ki; nesyen mensiyya denilen ve perdenin tümüyle kalkıp kişiliğin yok edildiği alan, mutlak olarak kişi için asla ve asla ebeden oluşmayacaktır. Çünkü varlık var edilmiş ve her biriyle ayrı bir seyir oluşmaktadır.

Bu kısacık bilgiden sonra bilelim ki, ezeli sırları bilmezsin ve hatta hatta asla bilemezsin. Çünkü kişi bilmediklerini okur da öğrenir. Buradaki sırları okumak için kanıt yoktur. Hem buradaki sırları okuman için bir zıtlık da yok. Ne kanıt var ne de zıtlık vardır ki mukayese yaparak bir sonuca ulaşasın.

Onun için de ne sen bilebilirsin ne ne de ben bilebilirim. Ama bu muammayı ve bilinmezliği okuyabilirsin. Onu da ancak rabbinin adıyla okursun.

Sen ile muamma rasında bir perde çekildi. Bu perde senin benliğin olarak tezahür eyledi. Böylece yaşamda söz sahibi edildin. Söz sabibi eden ise, muammanın bizzat sahibidir.

Seninle muamma arasında bir perde çekildi ki, perdenin bu tarafında bir çok benlik sahibi var edildi. Ama bu perdeyi aralamak ve ardına bakıp kendinden geçmek için de insana sonsuzluk sezgisini aşılayan ruh üflerndi.

Perde ardında sen ben dedikodusu var. Çünkü burada bir kesret zuur edilmiş ve varlık seyertmek için var edilmiştir. Varlığı ve seyrettiğini de bizzat kendisi var ederek kudretine ayna eylemiştir.

Elbette perde kalktı mı ne sen kalırsın ne de ben. Çünkü artık mutlak nakış sahası göz önünde olur. Sahanın üzerindeki varlık dokuması daha dokuma almamıştır. İşte dokuma olamadan ben veya sen varlık kokusu bile alamaz.

İşte bu varlık dokusunun üzerinde çizildiği saha, asla Allah değildir. Allah ilminden ışıldayan nurun üzerine konuş yaptığı levhin dahi üzerine işlendiği mutlak levhtir ki, bunun dayandığı nokta, mutlak olarak muammadır. Bu muammanın dayanağı ise, Allahın mutlak vechidir ki, ne olduğunu kavramamız muhaldır.

Ey dünyanın işinden haberi olmayan kişi, bil ki sen zati hüviyet olarak mutlak vücud sahibi olarak yoksun. Ama senin varlığın levhadan ferşe uzanacak şekilde, mutlak uluhiyet kalemiyle çizilmiştir. Öyle varlık hakkın varlığıyla kaim bir şekilde var edilmiştir.

Dünya ve tüm varlık alemi adeta esen yel üstüne kuruldu. Bu yel kendine göre varken, sana göre dokunulacak bir yanı dahi olmamıştır. Bu letafet özelliğinden ddolayı olayı tefekkür edenler, zannettiler ki, herbir şey kendi kendine var olmuş ve öylece varlığı tekerrür ederek dolaşıp gitmektedir.

Varlığımız iki yokluk arasındadır. İşte bu iki yokluk, aslında varoluşun zeminidir. Bu zemin rububiyet alanının üzerine işlendiği tablettir. Bu tablet birinci yoklukken bu tablet üzerine işlenen ceberut ikinci yokluk olarak izah edilmişdir.

İşte aslında bu iki yokluk, valığa uzanan yolda, nazargahi ilahinin seyrinden başka bir dokunuş değildir. Olayı buradan seyredersen, afakında sen de bir hiçtir.

Medresede bunu. İlmini okursun, ama tekkede de bunun halini yaşarsın. Bunun hali kalbini nakşederken, ilmi sözünü sözler, onun içinde nakışlı sözler değil, oturaklı haller etki oluşturur.

Hiçliğinin hiçliği ise, varlığın varlığıdır. Burası sözden de dışarıdır halden de dıraşıdır hem senden de dışarıdır. Çünkü burası nasipsizlik mer’asıdır.

İster ilimde yaşamları cem et ol ister insanları verdiğin vaizlerle yerden yere seyret, mana denizindeki hiçliklerinde yüzmeden, hiçbir mutluluk hissedemezsin. Kendini avutur öylece tatmin yaşamaya yeltenirsin. İşte sonsuzluk deryasına daldığında, işte o zaman dilsiz kesilirsin.

Bugün zevk etmek için huzura ulaşmak elindeyken zevkine ermek için amelinle yücel. Sonrasına tehir ederek beyhude bir hevesle günlerini boşa geçirme. Her kişiden ardına terk edilenler bizim de ardımıza terk edilicektir.

İşte tüm sahiplik duygusu perde kalkana kadardır. Perdenin bu tarafında su, buz, buhar varken; perde kalkarsa ne su kalır, ne buz kalır, ne de buhar kalır. Nur İsrafile teslim edilir. O da SURU çalarak NESYEN MENSİYYAYI ilan eder.

Perde arkasından seslenirken, bu sesleniş bazen ağaçtan yükselir. Bazen sesleniş perdesi peygamberlerle olur. Her yerden duyulan vahiy peygamber ile insanlığa sunulur.

Nesyen mensiyya, tamamen unutulmuş gitmiş demektir Unutulan bir unutmalık. Bu gerçekten çok önemli bir konudur. Tabi tasavvuf İlmiyle uğraşanlar için önemlidir. Yoksa bilmeye ne lüzum var veya öğrensem bana ne katar der dururuz.

Şimdi diyeceksiniz ki, perde kalkmakla, nesyen mensiyyanın ne alakası vardır. İşte çok alakası varde. Şimdi düşünün…

Biz neyden var edildik?

Allahın vechinden yansıyan ve seyrinin hatta hatta var oluşunun kendinden kendine diyebileceğimiz bir tutam nurundan.

Peki bu bir tutam nurun zemini ne? Nerde aşikar oluyor?

İşte nesyen mensiyya denilen ve varlık kokusunun bile olmadığı ve varlığının varlığına dahi sırrın ulaşamağı ve ulaşamadığı içinde kendisine lahuti alem denilen, tanımsızlık alanının ve hatta hatta alansızlığın üzerine var edilmiştir.

Ne demek bu?

A’MA denilen işte tam da burasıdır. İşte perde kalkarsa, A’MA denilen bu alan peydah olacak ki, nesyen mensiyya keşf olacak ve muhatap olan ve BENLİK verilen insan yok olacaktır.

Yani BENLİK sahibi bir insan kalmıyacak ki, kendisi ile konuşulsun. İşte olay kısaca budur. Uzuncası ise, yazmaya günler yetmez. İşte burası rububiyet alanının üzerine işlendiği zemindir.

İşte bu zemin üzerinde varlıklar gelir ilahî isimlere ayna olur görünür ve yiterler. Onun için de deriz ki, varlığımızın aslı Allah nurudur.

Var olan bu nurun nerde var olduğunu düşünürüz. Allahın içinde mi diye düşünürüz.

Yoksa Allahın dışında mı diye düşünürüz. Sonra bakarız ki, iç ve dış bize göre. Allah için böyle tanımlar yok. Sonra tekrar düşünürüz.

Biz nasıl var olduk?

Hemen akabinde Allahın yüzünden parıldayan zati nurunu düşünürüz. Sonra aha buldum derken, bu defa Allahın yüzü derken Allaha bir iç ve yüz düşünmeye başlarız.

Sonra anlarız ki Allah için böyle tanımlar yok.

O zaman Allahın yüzü nedir diye hayal ederiz.

Ama genede olayı anlamadan kendimize döneriz.

Sonra varlığımızın en azından nurdan olduğunu anımsarız. Sonra nurdan var edilen varlığımıza odaklanırız. Nasıl var olduğunu hayal ederiz.

Sonra bakarız ki varlık tümüyle komple bir kütlesel yapı ve bu kütlesel yapının kitlesini araştırmaya başlarız.

Araştırırken kendimize dönük bakarız. Bizim kitlemizin içerini temaşa ederiz, içeriğinin dugusal bir varlık olduğunu fark ederiz. Bu duygusal yapının duygu içeriğini araştırmaya başlarız.

Sonra duygularını oluşturan bir gizli kalemin olduğunu anlarız. Aynı kalemin sadece duygularımızı değil zahir tarafımızı da yazdızdığını fark ederiz.

Sonra kalemin mürekkebinin kaynağına bakarız. Bu mürekkebin tükenmez bir mürekkep olduğunu fark ederiz. Hem de yazılan yazının mukayyed olduğunu anlarız.

Sonra kayıtların silinip yeni kayıtların oluştuğunu görürüz. Kalem bir taraftan yazarken bir taraftan silinenleri sildiğinin yönünde yeniden yazdığını fark ederiz.

Burada tam kafamız dururken ilahi vahiy imdadımıza ulaşır. Çünkü akıl ilerlerken bir noktada mat olur ve ilerisini görmez olur.

İlahi vahyin temsilcisi olan peygamberin sav dudaklarından şu sözler dökülür.

Hz. Cabir anlatıyor: “Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh ne kalem ne cennet ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök  ne yer ne güneş ne ay ne cin ve ne de insan vardı.”

“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.”

Ahmed, Musned, IV-127; Hâkim, Mustedrak, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân, XIV-312/6404; el-Leknevî, el-Âsâru’l-Merfû’a, s. 42-3; Kastalanî, Mevahibu’l-Ledunniye: 1/6; Krş. Aclunî, Keşfu’l Hâfa, C.1, 262- 265-266.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde şöyle buyurmuştur:

“ALLAH :  ‘Seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım.’ buyurdu.”

Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek, II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü’l-Hâfâ I-265/827

İşte hadislerden yol aydınlığı edinir ve tefekkürümüze tefekkür katarız.

Yorum yapın