Kâinatın bir köşesinde kıyamet koparken başka bir köşesinde yaşam devam etmeyecek. Kâinat dediğimiz zaten Allah’ın bir tutam nurunu yoğunluğunu düşürüp adına nuri muhammedi denilen bir noktadan ötesi değildir. Zaten içinde yer aldığımız bu nokta, başlı başına tek yapıdır. Bu yapının içinde ise, sayısını ancak Allah’ın bileceği melekler ve diğer varlıklar yer almıştır. İşte var olan bu noktaya nuri muhammedi derler. Bu nokta için de, bazı zevatlar demişler ki, belki nokta içinde bir nüktedir.
Kıyamete yakın üç tane sur çalınacak. Birinci surun şiddeti hafif olacak. O suru çalışla beraber yeryüzünde bulunan tüm iman ehli vefat edecek. Artık yeryüzünde kâfirlerin dışında hiç kimse kalmayacak. Sonra yeryüzünde meydana gelen canlılığın yok olması için meydana gelen oluşumlar ve yaşayan tüm canlı yaşamların silsile ile son bulması. Sonra, süresi belli olmayan yıllarca yeryüzünün varlıksız kalması izleyecek.
Ardından İsrafil ikinci suru çalışı izleyecek. Burada zamansızlık ve mekânsızlık başlayacak. Gizli hazine ve Allahın zati nurunun ve nurunu saran zati ilminin kendinden kendine diyebileceğimiz bir tarzda Allahın mutlak nurunun yani gizli hazinesinin seyirsiz olduğu an. Aslında ise, bu an o andır ki hakikati ise, bigüman. İşte iki sur arası tüm varlık gizli hazineye geri alınacak. Üçüncü sur ile birlikte yeniden yaratım başlayacaktır. İşte ikinci sur ile beraber yani büyük surların ilkinde tüm varlıklar gizli hazineye iade edilecektir.
İşte bu iade olunan halden sonraki varlıksız âlemi, şu anda da bazı zevatlar deruni âlemlerinde zevk olarak yaşarlar. Bu çok gizli bir haleti ruhiyedir ki, tümüyle şahsın zevklenmesiyle alakalıdır. Asla anlatımı yoktur. Bu hali yaşayan kişilere ise, Allah’ın zatı için seçtiği kullar diye tarifler yapılmıştır ki, aslında bu tarif bile olayı anlatmada yetersizdir. Çünkü tarifsiz bir vaziyettir. Bir kişi dese ki, ben bu hali yaşarım veya bunu ima ederse, İşte o kişi hiçbir şey yaşamamıştır. Hava atmak için diyor ki, hava atan hava alır.
Bu yaşam halini Allah, çalışana nasip eder. Ama kaide üzere çalışmaya, yani saf ve som bir yaşam tarzı. Bu çalışmaya Nakşîler şöyle demişlerdir. Terki dünya, Terki ukba, Terki hesti, Terki terk. İşte bu vaziyet, tasavvuf çalışmalarının hatimesidir. Bu, bilinçte oluşan haletlerdir ki, fiiller alemiyle alakası yoktur. Fiiller âleminin hengâmesini anlamayan ve tasavvufun bu ulvi kavramlarını fiiller âlemine monte edenler, kalkıp itiraz ederler. Nasıl olacak ki terki dünya, nasıl olacak ki terki ukba, nasıl olacak ki terki hesti, nasıl olacak ki terk terk diyerek münakaşaya girişirler. Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz ve sahabeler terk mi etti? Dünyayı terk ettin ettin, ahreti nasıl terk edeceksin derler.
Hayır işte, olay fiiller âlemiyle alakalı değildir. Olay kişinin şuursal olarak veçhini Allaha çevirmesiyle alakalıdır. İşte o zaman, artık Allah için dünyaya bakar. Allah için ahrete bakar. Allah için hestiye yani et kemik bedene (ZAN), ruh bedene (ZEN) bakar. Allah için her şeyden geçip Tümüyle BENCİLLİĞİNİ terk eder. Olayın hakikatini bilmeden tasavvufun ruh eğitimini inkâr edenler, ne güzelliklerden mahrum kaldıklarının farkında değiller. Bencillikleri ön planda olup, inatta zirve yaparlar. Bu da onların gelişimini engeller.
Evet, tasavvuf ruh eğitimidir ki… Anlatılan tüm kıssalar, ruhani durumu BETİMLEMEK içindir. Mesnevi de öyle, Divanı kebir de öyle, tüm evliyaların menkıbeleri de öyle. Bunların fiiller âlemiyle alakaları asla olamaz. İşte bunu fark edemeyenler, tasavvuf ehlini müşrik addeder. Tasavvuf ehlini sapık addeder. Tasavvuf ehlini yoldan çıkmış addederler. Oysaki kendisi daha kabuktadır ki, ceviz içine ulaşmamıştır.
Örneğin Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimize diyorlardı ki, bu nasıl bir peygamber yer içer çarşıya gider. İşte Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz, fiiller âlemin yaşamına hiç taviz vermedi. Tüm sebeplere başvurarak dünyasını yaşadı. Ama gönlü rabbiyleydi
İşte bu hale bürünen hakkın sesi olmaya başlar. En yakınızla da konuşsak hakkı söylemekten imtina etmecek duruma geleceğiz. Bileceğiz ki, en yakınımız da olsa, Allah bizde ona daha yakındır. Sen doğruyu ve hakkı söylediğinde, işte o zaman taşı gediğe koymuş olursun. Karşımızdakinin kırılması değil, Allahın kırılması yani bizim Allahtan mahrum olabileceğimiz gözümüzün önünde olacak ve artık asla yalana başvurmayacağız. İşte böylece hakka yaklaştıkça yaklaşacak. Bunu yaparken dünyevi işlerinin de yoluna girdiğine şahit olacak. Şeytan bu bildiği için, insanı hep yana itekler. Öylece mahrum olması için elinden geleni yapar. Bunu tümüyle hazmetmek ise, ancak zikirle hemhal olmakla mümkündür. Yoksa bilir ama uygulamaya bir türlü geçemez.
Zikrin sonucu olarak kalbine doğru çeşme açılacak ve hakkın sedası kalbine akacaktır. İşte böyle terki terk denilen o ulvi makamın ışıltıları kendisiyle buluşacaktır.