Aşk bir varlığın başka bir varlık içinde kendisini yok etmesidir. İslam dininde kişinin kendi benliğini hiç görmemesi veya benliğin yok edilmesi olayı yoktur. Aşk olayında ise, benlik yok ediliyor. Benliğin zihnen yok edilmesiyle kişi artık deli divane olup mecnunlaşıyor. Artık benlik orada hayalen yok addedildiği için nefis boşlukta kalıyor ve yanıyor da yanıyor. Bu da kişinin aklını ortadan kaldırdığından artık ne yaptığının farkında bile değildir.
İslam dininde benliğin değil bencilliğin yok edilmesi temel prensiptir. İslamiyet’in temel esasına baktığımızda, bize verilmek istenilen mesajı, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin etrafındaki sahabelerde apaçık görürüz. Çünkü sahabeler, tüm bencilliklerinden sıyrılmış ve omuz omuza tüm benliklerini tek benlik yaparak bir duvar gibi bütünleşmişlerdi. Gerektiğinde Allah yolunda canından ve malından feragat edip Allah nidasına kulak verebilecek kadar yükselmişlerdi. Hz. Hatice (ra) annemiz, Mekke’nin en büyük zenginleri arasında yer aldığı halde, tüm servetini Allah yolunda harcayarak tüm bencilliğinden feragat etmişti.
Sahabeler, tüm bencilliklerini yakarak Mekke’de sahip oldukları her şeyi bırakıp Medine’ye hicret ettiler. Medine’nin sakinleri olan ensara baktığımızda ise, mallarını, mülklerini ve sahip oldukları her şeylerini muhacirlerle paylaştılar. Bencillik yani sahiplenmek namına bir şeyleri kalmayarak, bu yöndeki tüm ihtirasları kaybolup bitti. Öylece gönüllerini tümüyle hakka adayarak yekvücut olup birleşen, tüm cihana Allah nidasını ulaştıran ve güzide sahabelerin oluşturduğu eşsiz bir devir olan asrısaadet başladı.
Buradaki terk ediş, dünyevi ihtirasların terk edilişidir. Yoksa dünya malını edinmenin günah olduğu olgusu değildir. Zira İslam’da mülk edinme hakkı elbette vardır. Ama mülk edinirken, o mülke bağlanarak sahiplenmek, kişiyi hakikatinden uzaklaştırır.
Kişi, maddi ve manevi anlamda nefsini yok addettiği kadar Allah katında yükselir. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz sahabelerin bulunduğu bir topluluğa girdiğinde, boş bulduğu yere oturur, kimsenin ayağa kalkmasını istemez ve asla kendisini sahabelerden üstün görmezdi.
Burada nefsin bürünmek istediği tüm hasletler, kişiye bencilliği aşılayan hususlardır. Bunlardan sıyrıldığın en tepe nokta ise, fakr halidir. Bu durumdaki kişi der ki, artık sahip olduğum hiçbir şey yok, elimin altında olup üzerinde tasarruf ettiğim her şey Allah’ındır. Malım ve canım Allah yoluna fedadır. Çünkü zaten onundur. Allah nasıl isterse ben o şekilde harekette bulunacağım. Buraya dikkatlice bakın; harekette bulunacağım derken gene de ben bulunacağım şeklindedir. Yapan ve seyir eden benliğin hep orada olup asla yok olmuyor. Sadece benliğinin büründüğü bencillik, edindiğin marifet oranında ortadan kalkıyor. Ortadan kalktığı kadar da Allah’a yaklaşıyorsun.
Ama aşk olayında sen, benliğini yok sayarak psikolojik bir vakaya dönüşüyorsun. Bu olay farslara dayanıyor. Bunlar ateşe taparak derlerdi ki ben benliğimi bu ateşin içinde yakayım. Somut olarak da ateşin etrafında döne döne benliklerini zihnen yok ederek kendilerini ateşe atıp yakanlar dahi vardı. Zaten aşkın özü bir ateş yanmasıdır. Yanma ise, ateşle gerçekleşir. İşte bu aşk yanması, insanın içsel katmanı olan nari tabakadan kaynaklanır.
Ama huşu ve muhabbetle rabbul âlemine yöneliş, sonsuz bir yaşamı hedefliyor. Şu da var. Bazıları Allah’a olan muhabbeti aşk diye tanımlıyor. Eğer sen Allah’a olan muhabbetin adına aşk dersen bu ayrı bir konudur. Yani bunu, ıstılah manası aşk olan kavram içeriği ile karıştırmayalım. Çünkü aşkın içeriğinin anlamı, kişinin benliğini yakması olarak gerçekleşir.
Zaten mecnun denilince Arapçadaki NUN harfinin içeriğine giriliyor. BA hafinin noktası terk ediliyor. NUN da benlik terk edildiği halde BA da bencillik terk ediliyor. Aşk yolunda benlik düşünsel olarak yok olduğu için, kişinin aklı başından uçup gidiyor ve deli oluyor. İşte aşk dediğimizde Allah insandan tecelli etmiyor, insan kendisini Allah’ta yok ettiğini düşünüyor. Bu ikisi ayrı ayrı hasletlerdir. Kulun kendisini Allah’ta yok etmesi başka sezgi iken, Allah’ın kulunda tecelli etmesi ise, bambaşka bir sezgidir.
Allah’ın kulunda tecelli etmesi ise gören gözü, duyan kulağı, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum denilen haldir. Allah’tan kula bir nüzul vardır. Aşkta ise insandan Allah’a doğru hayali bir uruç vardır. Burada dengesiz bir yönelim olduğu için, kişi mecnunlaşıyor. Zaten dünya tarihine baktığımızda, ilk günden bu güne gerçek âşık olarak tanınan kişilerin isimleri bizlere kadar geldiği halde, insanlığa faydalı olabilecek herhangi bir icraatları olmamıştır. Çünkü zihnen benlikleri kalmadığı için, insanlığa herhangi bir faydaları da dokunmamıştır. Benliklerini hayali olarak yok ettiklerinden dolayı, artık ellerinden bir şey gelmiyordur.
Allah kulunda tecelli edince, kul eliyle ayağıyla kulağıyla gözüyle hakkın yolunda halka hizmetkâr olur. İşte ikisi arasında dağlar kadar fark vardır. Bunları iyice fark etmek gerekiyor. Bu hizmeti, sadece dünyevi olarak değil, mana yayılımı olarak da düşünmek gerekir. İslam nazarıyla yetişen Hz. Ömer’in (ra) devrine bakın, İslam’ın sesi dünyanın dört bir yanında duyuldu. Ama âşık olanlara baktığımızda, sadece hikâyeleri kulaktan kulağa dolaşır. Somut olarak yaptıkları hiç bir şeyleri de olmamıştır. Yani aşk ferdi olarak kişiye, sınırlı olarak bir şeyler kazandırırken, toplumsal manada herhangi bir faydası olmaz.
Allah’ın huşu ve muhabbetiyle dolanlar ise, ferdi olarak yaşadıkları güzellikleri insanlara da yansıtıyorlar. Öylece âşık olan köşeye çekilip kendi derdiyle yanarken, Allah muhabbetiyle dolanlar ise, kendileriyle beraber topluma da ışık oluyorlar. Topluma ışık olan bu kişiler, ferdi olarak çalışanlardan çok çok daha üstündürler.
İşte aşka ruhbanlık diyebiliriz. Ruhbanlığın da dinde önemsenmediğini ayetler bize bildiriyor. Ama ruhbanlığa kendilerini adayanlara da karışmamak esastır. Hatta hatta onlarla oturup yemek dahi yememek gerekir. Çünkü onlar bu dünyadan soyutlanmış olarak tevhidin dışında laflar edebilirler. Akılları başlarında olmadığı için, söyledikleri laflardan onlar mesul olmadığı halde, senin aklın başında olduğu için sen mesulsün. Dinimiz meczuplar dini olmayıp, akıl ve mantık dâhilinde, iman ve huzur ile dünyevi ve uhrevi olarak kendi yaşantısını düzenleyerek, vatana ve millete hizmet yolunda sağlıklı fertler yetiştirmeyi hedefler.
Meczup olan kişiye kimse yardım edemez. Kim onu meczup edercesine aşkla içli dışlı etmişse, ancak o, meczuplaşan kişiyi o halden kurtarabilir. Çünkü onun dışında meczup kimseye kulak vermez. Onun dışında da kimseye güvenmez. Çünkü her yola çıkan kişi ayrı bir kişiye güvenerek yola çıkmıştır. Böyle insanları aşkla meczup edip yarı yolda bırakmakta büyük bir vebaldir.
Derler ki aşk makamı gelince her şey tamam oluyor. Bu şuradan kaynaklanıyor. Aşk hali kişide meczupluk yani delilik halini oluşturur. Aşka müptela olup aklını yitiren kişiden mükellefiyet kalkar. Ama kendisini akıllı iken aşka esir edip mecnunlaştırdığından, bunun cezasını ayrıca çekecektir. Ama aklı gittikten sonra yapmış olduğu günahlardan sorumlu değildir. Meczupluk halinde kişinin aklı örtüldüğü için, yapmış olduğu günahlardan da mükellef olmadığı için, aşka yüksek bir hal demişlerdir. Oysaki hakikati itibarıyla deli olan bir insanın sevabı da sayılmıyor. Çünkü farkındalığını kaybetmiştir. Sevap ve günahı da sayılmadığı için mahrumlardan oluyordur.
Meczupluk halinin ötesi olan iman, akıl, muhabbet ve huşu ile kişi rabbine yöneldiğinde, bir sevap on karşılık ile kişiye geri dönüş yaparken, bir günah gene de bir günah olarak kişiye yansır. Dolayısıyla kişinin rabbe yükselişi çok daha hızlıdır. Zaten kişi rabbe rucu ettiğinde, her hali müspettir. Dolayısıyla her nefesi bire on sayılıyorken, meczupluk neden yüksek olsun ki. Burada büyük bir yanılma vardır.
Dikkat edersek Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz son nefesimize kadar imanla yürümemizi istemiştir. Ama insan, meczupluk ile araf denilen yere mahkûm olur. Çünkü aklı gitmiş ve dolayısıyla imandan da nam kalmamıştır. İşte aşk kişiyi yokluğa götürürken, sizler birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız olayı da Muhammediliktir. Aşk ile aklını bir kenara koyan kişiye de artık güvenemezsiniz ve yanına da gidemezsiniz. Ama muhabbetullah ile dolanın yanına gönül rahatlığıyla gidip muhabbet edebilirsiniz. Böylece Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin neden aşkı değil de, muhabbeti önerdiğini fark edebiliriz.
İnsanın iç âleminde iki katman mevcuttur, nari katman ve nuri katman. Nari katman, genel olarak ZEN ustalarının üzerinde yoğunlaştıkları katmandır. Nari katmana ulaşmak için helal haram çizgisine riayet, iman veya imansızlık gerekmediğinden buraya herkes kolayca ulaşabilir. Onun için de rağbeti fazladır. Ama nuri katman çok hassas olduğundan, haram diye bildiğimiz hususlar ile hemencecik örtülür.İşte melekuti katman burasıdır.
Nuri katman diye tanımladığımız bu melekuti katmana ancak, haramlardan korunarak, farzlara yapışarak sağlam bir seyri sülük çalışması ile tüm yaşantıyı sünneti seniyye dairesine almak suretiyle varılır. Varıldıktan sonra da aynı şekilde ölüme dek amellere devam edilmelidir. Çünkü et kemik bedenin, ölümüne kadar nasıl ki yeme ve içmeyle beslenmek zorundaysa, aynı şekilde ruhi yapın da manevi ameller ile beslenmek zorundadır. Amellerle beslenmeye devam etmediği takdirde ise, elde ettiği tüm kazanımlarını kaybedecektir.
Nari katmanda zirve yapan kişi, bir üst basamağa sıçrama yapmadığında, mecnun olarak kalır. Çünkü nari katman kişiye bir hararet veriyor. Aynı zamanda nari katmanın başlıca varlıkları cinlerdir. Cinler de kendi içlerinde birçok kısma ayrılır. Şeytanlar ve İfritler de güçlü olan cinlerdendirler. İşte şeytani cinlerin verdikleri vesveseler ile onların hükmü altında kalabileceklerinden dolayı, bu durumdaki kişiler büyük risk altındadırlar. Onun için çok uyanık olmak lazımdır.
Olaya genel perspektifle bakalım. İşte bir köşeden gireyim de ne gelse kardır mantığı doğru bir mantık değildir. Mana yolunu anlatırken, bir tarafa şeytaniyet, diğer tarafa da muhammedi nur oturdu. İki makam da senin enfusundan varacağın makamlardır. Sen nur olanı seç ve nardan uzaklaş. Birçok zevatın yazdıkları şiirler, aşk devresinde yazdıklarıdır. Nuri yola ulaştıklarında ise, ses ve sedaları kesilmiştir. Aşk evresini aşıp nuri muhammediyle tanıştıktan sonra, aşk evrelerinden eser kalmayarak artık o tarzda şiirler yazmamışlardır. Çünkü artık yakıcılık bitmiştir ve hal başlamıştır. Artık bir emniyet başlamış ve ruhu-l emine ulaşmışlardır. Artık ateş sönmüş ve cennet ortamına ulaşmışlardır.
Olayı kavramak için bir üst akıl lazımdır. Öyle alttan bakarak bu muammada yol alınmıyor. İşte olay muhabbetullahta gizlidir. Aşkla alakası yoktur. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz hicrette üç gün Sevr mağarasında muhabbetle tüm nübüvvet sırlarını Hz. Ebubekir’e (ra) açtı. İşte muhabbetle bu oluştu. İşte muhabbet ile benlik aslına kavuşur. Ama aşkta bencillik vardır. (“Ben”im) gitsin de ulaşsın der. İşte aşkta makamlara ereyim isteği ile birlikte, sürekli gizli bir bencillik vardır.
Dört büyük sahabeyi düşünsenize, Hz. Ebubekir’e (ra) benliği Sıddıklık ile giydirildi. Hz. Ömer’e (ra) farukluk giydirildi. Hz. Osman’a (ra) hayâ giydirildi. Hz. Ali’ye (ra) ise Zülfikar verildi. İşte tüm bu namları benlikleri üstlendi. Benlik aşkla yansaydı, mecnun olup kimseye hayırları dokunmazdı. İşte kişideki özde, muhammedi nurda var olan bu dört unsur oluşmalıdır. Her bir halife bize muhammedi nurun bir yönünü apaçık göstermiştir.
İşte bilelim ki bir kişi, kendisini ön plana çıkartıyorsa veya kendisinin ön plana çıkarılmasına müsaade ediyorsa, onun yolu bozuktur. Çünkü yegâne lider Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. İşte tüm olay kişinin özündeki Allah’ın mana kuvvelerini anlaması ve bu yolda gerekli olan çalışmayı sergilemesidir.