Rububiyet, Melikiyet ve uluhiyet kavramlarından her birinin kavram içeriği ayrı ayrıdır. Her birinin anlam nazariyesi farklıdır. Her biri mutlak olarak insan için geçerlidir. Sadece birini baz alıp hayata ve yaşantıya o pencereden bakarsak hakikatten saparız.
Rabbe kulluk nasıl yapılır, ilaha kulluk nasıl yapılır ve melike kulluk nasıl yapılır?
İnsan rabbine kuldur, ilahına da kuldur ve melikine de kuldur.
Rab ve rububiyet kişideki varoluş noktasıdır. Bu varoluş noktası itibarıyla bizim tüm varlığımız, madde veya mana tüm her şeyimiz bizzat Allah’tan gelmiş olup onunla kaimdir.
Bizler rububiyet alanı itibarıyla mutlak olarak onun ile kaimiz. Uluhiyet alanı olarak mutlak olarak ona muhtacız. Melikiyet alanı olarak ta onun koyduğu hükümlere mutlak olarak riayet etmek zorundayız. Eğer bu üç kavramın işaret ettiği kapsamında Allah’a yönelirsek mutlu oluruz. Yoksa üzülürüz.
Burada dikkat etmemiz gereken bir konu da şudur; o da Allah’a rububiyet itibarıyla sığınıldığı zaman, rab kelimesinin başına Ba ب harfini ekleyerek söylemimizdir.
Ba ب harfi, başına katılan kelimeye üç anlam katar. Bunlar istiane yani yardım, musahabe yani beraberlik, mulabese yani giyilen elbise anlamlarını ihtiva eder. Ba ب harfinin kelimeye kattığı üç manayı göz önüne alarak rab kelimesine anlam vermeliyiz. Çünkü varlığımızın öz hamuru onunla kaimdir. Dolayısıyla her şeyimiz onun nurundan gelmektedir.
Bu üç anlamı kelimeye vererek rabbe sığınmaya anlam verelim. İstiane yani yardım anlamını verdiğimizde, deriz ki benim kullanabileceğim bağımsız veya özerk bir kuvvet veya gücüm yok. Onun için ben bir birey olarak özümden bana doğru deveran edip bana gelen bütün gücün rabbul aleminden geldiğini fark eder, onun gücünü kendi gücümün kaynağı bilip o güçle niyetlendiğim eylemi yaparım.
Musahabe yani beraberlik anlamını bir örnekle açıklayalım. Bir ırmak düşünelim, doğuyor deveran edip denize varıyor. Bu ırmağın içinden bir balon su alıp ağzını bağlayıp tekrar ırmağa bırakırsak derede eksilme olmaz. Deredeki suyun aynısı tüm özellikleriyle balonun içinde de olur. ama tümüyle derenin içinde ki suya tabi bir şekilde olur. Ama kendi içinde bağımsız ve etrafında ince bir lastik mevcut olur.
Ben içi ırmağın suyu ile doldurulup tekrar ırmağa bırakılan balon gibi ırmakla beraber güçlüyüm. Önüme çıkan her engeli, her ne kadar ben balon içinde hapis gibiysem de ırmağın içinde ırmakla beraber hareket ettiğim için aşarım. İşte kendini ırmağa bırakmış şekildeyim. Kendisini ırmağa teslim eden balon güvende olmaz mı? Önüne gelen her engeli aşmaz mı? İşte ben bunun bilincindeyim deriz. Öylece aslından güç alıp aşmadığı engel kalmaz.
Mulabese yani giyilen elbiseye de bir örnekle olaya yaklaşalım. Örneğin kişi korumasız bir şekilde kendine pervane takıp 10.000 metre yukarı çıksa -50 derece soğukta dayanamaz ve donar. Ama uçağın içinde kendini korumaya alıp yükselse, hiç zarar görmeden menziline ulaşır. İşte bu örnek gibi ben Rabbimin beni kendi kuvveleriyle var ettiği onun kuvvelerini kendime muhafaza yapıp öylece niyetlendiğim fiili yapmak üzere yola koyulacağım. İşte Ba ب harfi başında geldiği kelimeye bu üç manadan birini veya üçünü ayrı ayrı verip öylece anlamlandırmalıyız. Kur’anda Ba ب harfinin geçtiği her yerde ve geçtiği kelime bağlamında değerlendiririz.
Melik ve melikiyet ise, Allah rububiyeti itibarıyla yarattığı tüm esma terkipleri üzerinde mutlak hüküm sahibi olmasıdır. Bu mutlak hükümlerini tüm yarattığı sistem ve düzeninde uygular. İnsana irade verdiği için, hükümlerini insana bildirmiştir. Onu uyarmış ve melikiyet hükümlerine oymasını tavsiye etmiştir. Uymazsan zarar edersin diye tembihte bulunmuştur. Örneğin eskiden padişahlar tek karar mercii olurlardı ve istedikleri fermanı verirlerdi, İşte insanlığı yöneten yegane padişah aslında Allah’tır. Tek Melik odur. Nasıl ki sen bir ülkenin hükümdarına sığınırsan, onun ülkesinde korkusuzca yaşarsın. Tıpkı Necaşi’ye sığınan sahabeler gibi. Mekke’li müşrikler onlara zarar veremedi. Bizde bu aciz varlığımızla alemlerin melikine yani padişahına sığınırsak, kimse bize zarar veremez
İnsanların meliki yani insanları yöneten padişah dediğimizde, rububiyetin tersine burada dışsallık anlamı vardır. Çünkü yönetim dışarıdan olur. Bunu izah için varlık oluşumun künhüne az değinelim.
Tüm varlıkları oluşturan öz cevher üzerinde tefekkür edildiğinde, Allah’ın zatının nurundan bir tutam nurun saçılıp yoğunluğunun alınması sonucu oluşan, buna nur-i Muhammedi denen ve tüm varlığın öz cevheri olup buna doksan dokuz esma-ül hüsna ile işaret edilen, hem tüm kuvvelerin aslı olan nur-i Muhammedi, Allah’ın kendinden kendine yaptığı seyrinin sonucu, zatının parıldayıp saçılan zati nurundan başka bir varlığı olmadığı anlaşılır.
Her şeyin oluşumunu oluşturan ve ana kaynağı olan doksan dokuz isim ile bahsedilen hakikat, nuru muhammedidir. Doksan dokuz isimden kasıt, bu isimlerle işaret edilen ayrı ayrı manalara verilen isimlerdir. Detayları ise sonsuz ve sınırsızdır. Allah’ın nurundan bir tutamın sonu veya sınırı olamaz. Tutamın öz cevheri işte budur.
Kendinden kendine seyir ederken Allah’ın nurundan bir tutam doksan dokuz isim olarak seyir alemine sunuldu. Öylece nuru Muhammedi onun nurundan bir ışıldama olarak saçıldı. Bu saçılan nur, bize sıfat ve esmalar ile işaret edilen manalardır. Var edilen her şey, o manaların terkipler halinde bir araya gelip adeta bir kompozisyon olarak birliktelik oluşturmasından seyir alemine sunuldu. Bu birliktelikteki zaman ve mekân, yani bizim kendimizi içinde bulduğumuz zaman ve mekân ise, terkipler şeklinde gözüken kompozisyonların bir birlerine göre oluşturdukları hallerden başka bir şey değildir.
Sonra on sekiz bin âlem, melek, insan, cin ve diğer varlıklar olarak halk edildi. İşte bu bir tutam nur diye tasvir ettiğimiz nurun yani ilmin mahiyetini bilmemiz ise olanaksızdır. Çünkü yaratılmamıştır. Şunu da unutmayalım ki, hu adıyla işaret ettiğimiz hüviyetin kendisine Allah ismini seçmeden öncede bu nur vardı. Ama gizli hazineydi. Yani bir tutam nurunu saçmamıştı. Yani kuvveden fiile çıkarmamıştı. Yani yoğunluğu düşürülmemiş kendi öz nuru idi.
Zatın yoğunluğunu düşürüp saçtığı kendi nurundan yani kendisinden yansıyan ilminden gene ilminde yani nurunda, ilminden ilmi suret olarak var ettiği nurunu yani ilmini, kendisini seyir etmeyi dileğince, kendinden kendine zuhur etti. Yani hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismiyle kendi zatına baktı ve saçılan kendi nuru, o da zatı gibi doğmamış, doğurulmamış hem başka mekâna aktarılmamış bir halde kendi nazargahına sunuldu.
Olayı daha bir somutlaştırmak için şöyle bir örnek vereyim; güneşin saçılan ışığı şudur ki, güneş ışığıyla beraber güneştir. Işık ondan kopmuyor, eğer koparsa bir anda yok olup gider. Yani dünyaya gelen ışık güneşten ayrılmaz. Zaten o ışık ile beraber güneş güneştir. Allah’ın Nuru Allah’tan ayrılmaz, çünkü onun kendi zati nurudur. Böyle muhteşem bir yaratıcının bizi nurundan yaratıp sanal benlik vererek kendisi ile muhatap etmesi ise, çok büyük bir nimettir.
İşte İnsan süresinin ilk ayetine baktığımızda, anılacak bir varlık bile değilken insan, Allah onu anılır etmiştir. Hem insanı kendisine muhatap edecek kabiliyet ile donatmıştır. Bu kabiliyet ona, ruhundan üfleyip kendine halife etmesiyle gerçekleştirmiştir. Bir tutam nuru böyle ise ki, onu bile tam bilemiyoruz ve kelimelerim bittiği son kelam. Resmen insanın dili tutuluyor.
İşte var edilen her bir ilmi suret, ayrı bir sanal benlik ile kendisinin var olduğunun şuurunda oldu. Her birimiz dahi aynı şekilde sanal benlikler alarak Allah ile muhatap olduk. Hakikatte tek onun nuru varken, nurundan kesret alemini oluşturup her varlığı ayrı bir birimmiş gibi karşına aldı. Ama nurundan var ettiği tüm bu varlıklarda melikiyeti kendisinde bıraktı. Tek hüküm koyup kaldırma işini yarattığı hiçbir mahlukatının eline vermedi.
Ama yarattığı insan ve cinleri nispeten serbest bırakıp kendilerine bir irade tevdi etti. Ama iradesinin kullanım yönü ile ilgili önüne kıstaslar koydu. Uymazsan yarattığım sisteme uymadığın için zarar edersin dedi. Ama uyarsan, yarattığım sistemdeki üsluba uyduğun için, sonsuzluğa doğru rahat bir hayat süreceksin dedi.
Ama ne yazık ki, insanların geneli, insana düşman olarak yaratılan ve kendisine sınavın mahiyetini yaşatması için, kendisinde bir kuvve olarak var edilenin şerrinden sığınılası gereken şeytaniyet melekesini dinledi. Rahmaniyet melekesinden uzak kalmayı tercih etti. Çünkü gözünü et kemik bedende açmıştı ve kendisini et kemik beden sandı. Şeytaniyet melekesi ise bu et kemik beden uğrunda ömrünü tükettirdi.
İlah ve uluhiyet itibarıyla da kişi, Allah’a elini açıp ondan beklenti içindedir. Kişinin acizliğini itiraf edip bir aşkın güce yönelim hissettiğinde, işte bu yönelme iradesine insan bakımından oluşumuna uluhiyet denir. Buna ithafen Allah’a ilah gözüyle bakılır. Ama ilah Allah’ın adı olmayıp ona olan yönelime verilen isimdir. Bunun farkını bilemeyenler Allah’a ilah demişlerdir. Oysaki yönelim mahalli itibarıyla yegane uluhiyet sahibi Allah’tır.
Eğer Allah’a sırf rububiyeti itibarıyla bakılıp uluhiyet ve melikiyeti kabul edilmezse, o zaman dersiniz ki ben oyum. Eğer sen o olsaydın, o zaman senin muhtaciyetin ve acizliğin mevzubahis olamazdı. Oysaki ona muhtaç olup her şeyini ondan almaktasın.
Eğer Allah’ın uluhiyeti olmasaydı, tıpkı Hıristiyanlar gibi İsa Allah’ın oğludur veya Allah’ın yeryüzündeki simülasyonudur veya zaten Allah’tır demeleri doğru olurdu. Oysaki Hz. İsa Aleyhi s selam da aciz bir kul idi. Hatta o devrin taassupçu zihniyeti onu öldürmek için saldırdı. Allah onu uluhiyeti ile korudu ve semaya aldı.
Bunu böylece bildikten sonra, bilelim Allah tüm yönleriyle bizden münezzehtir. Onun için de Allah’a ekber deriz. İşte bu hem rububiyet, hem melikiyet, hem de uluhiyet itibarıyladır. Dolayısıyla he ne kadar biz rububiyet itibarıyla varlığımızı Allah’tan almışsak da, Allah a’la olarak bizden münezzeh olup ekberdir. Melikiyet itibarıyla da her kadar bize mülkiyet hakkı tanımışsa da, kendisi mutlak mülk sahibi olarak bizden münezzeh olup ekberdir. Uluhiyet sahibi olarak ta her ne kadar bize de sanal benlik verip bize kendi bünyemizde güç ve kuvvet vermişse de, güç ve kuvvet sahibi olarak subhan olarak sadece O olup tüm yaratılmışlardan münezzeh olup Ekberdir.