FATİHA SURESİ 1. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَٰنِ الرَّحِيمِ
AYETİN OKUNUŞU:
Bismi(A)llâhi-rrahmâni-rrahîm(i)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Rahman ve Rahim olup ismi Allah olanın gücü ve kuvvetiyle…
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Fatiha suresi Besmele ile başlar. Besmele, Tövbe suresi dışındaki her surenin başlangıç ayetidir. Tövbe suresinin ilk ayetinden önce ise, besmele okunmaz. Çünkü Tövbe suresinin ilk ayeti, Allah’ın kullarına lahuti âleminden direk hitabı olup bir ültimatom yani kesin uyarı mahiyetindedir.
Zaten Besmele, kulun lahuti sezgileri hissederek ayetleri okumaya başlamasına vesile olur.
Lâhût-i âlem; mutlak zatın vechinden kendinden kendine diye tabir edebileceğimiz bir tarzda ışıldayan nurun, üzerine tutunduğu ve tüm nurun üzerine işlenildiği, isimsiz ve resimsiz hem alansız ve mekânsız olan, hatta hatta olansız olan ve ol emrinin üzerine çizildiği ortamsızlık ve kulun nazariyeti tarafından tarifi dahi mümkün olmayan mahal olarak anlayabiliriz.
Kur’anın ayetlerini okurken, Tövbe suresinin başındaki ayetin dışında kalan hangi ayeti okursak okuyalım, öncelikle okumaya Besmele ile başlamalıyız. Çünkü ancak Besmelenin anlam içeriği ile hemhal olunduğunda, ayetler anlaşılır olmaktadır. Besmelenin işaret ettiği mana içeriği, her surenin ilk ayeti olmasıyla beraber, Allah’ın ayetlerini yaşantımızda hissetmemiz için de temel unsurdur.
Besmele, kişiyi özündeki kuvvet ve kudreti yaşatmaya yönlendirdiği için, namazda sessizce ve gönülden hissedilerek okunması icap eder. Besmeleyi kişi bizzat kendisi hissedeceği için, cemaatle kılınan namazda dahi imam tarafından sessizce okunulup, her kişinin bizzat okuyup, anlamını o an yapmış olduğu eylemine aktarması hedeflenir. Ancak okumasını bilmeyenlere telkin amaçlı sesli okunmasında da bir mahsur yoktur.
O zaman Besmelede hissedilmesi istenilen olay nedir? Besmelenin hemen başında Bب harfi bulunur. Şimdi Fatiha suresini tetkik edip birimsel olarak kendi payımıza düşene odaklanalım. Elbette ki kuluz, hatamız olabilir. Umarım rabbimden, ayağımız kaymadan sureyi ve akabinde tüm Kur’an çalışmamızı bitiririz.
Bب harfi Besmeleye üç anlam katar; onlar da istiane, musahabe ve mulabese anlamlarıdır. Şimdi bu üç manayı katarak anlamlandıralım.
Birinci anlam olan “istiane” yani yardım anlamını Bب harfine kattığımızda Besmeleyi şöyle anlayabiliriz. Allah ismiyle kendisini bize tanıtan mutlak zatın yardımıyla, hâlihazırda yaptığım eylemi yapmaya koyuluyorum. Yani ben, yaptığım her eylemi sadece, Allah ismiyle kendisini bize tanıtan mutlak zatın bende zuhur ettiği gücü ve kuvvetiyle yaparım.
İkinci mana olan “musahabe” yani beraberlik anlamını Bب harfini “ismi” kelimesinin başına kattığımızda, Besmeleyi şöyle düşünebiliriz. Ben varlığımı, “Allah’ın ilminde” “Allah’ın ilminden” “Allah’ın ilmiyle” bulmuş bir bireyim. Bu üç tabiri iyice tefekkür edelim. İşte benim bu varlığım, Allah’ın mutlak ilmine bağlı olarak var edilip öylece ilmi bir varlık olarak yaşamını sürdürmektedir. Yani ben her ne fiil işlersem, onun mutlak ilminin içinde var olan bir ilmi varlık olarak işlemekteyim. Allah’ın mutlak ilminin bende zuhur ettiği ilim ile de ben, hâlihazırda yapmış olduğum eylemi yapmaktayım.
Kendisini bize Allah ismiyle tanıtmış olan mutlak zat, kendisine HU işaret zamiriyle işaret edilen mutlak ve yegâne vücut sahibi olan zat, Bi-z”zat” kendisi kendi ilmini, kendinden kendine diyeceğimiz bir şekilde, mahiyeti itibarıyla ise, asla içeriğine muttali olamayacağımız bir tarzda seyir etmektedir. Yaptığı mutlak yaratımında ve yaratımını seyirde ise, ne insana ne de başka bir varlığa ihtiyacı söz konusu değildir.
Ama hükmü dâhilinde sadece yaratımının seyrine ortak olacak bir varlığı var edip, onunla azametinin rengiyle bürünmek suretiyle, mahlûkatını seyir edip hamdine ortak etmek istedi. İşte bu isteğinin gerçekleşmesi için insanı yarattı.
Onun yanı sıra mutlak bir vücut sahibi ve mutlak benlik sahibi olamayacağı için, bu seyri sanal benlik sahibi olarak ilminde ve ilmiyle mutlak nurundan bir tutam nuruyla bezeyerek yarattığı ve üzerine istediği kıvamda nakışlar işlemek suretiyle donattığı varlıklarla yaptı. Bu seyir için öncellikle cinleri var etti. Daha sonra ise, tam donanımlı olarak insanı yarattı.
Ama bu yaratım bir mecburiyet olarak değil, tamamen Allah’ın lütfu olarak gerçekleşti. Ama seyrine ortak varlık yarattı diye de, kimseyi hükmüne ve yaratımına ortak etmedi. Onun hükmü gene de tümüyle kendinde kaldı. Sadece ayrı ayrı seyirlerin olması için sanal benlikler yaratıp onlarla da var ettiği âlemlerin seyrini yaptı.
Bu seyrin en mükemmelini ise, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile gerçekleştirdi. Biz insanlar ise, muhammedi nurla nurlanarak bu seyre bir nebze komşu olmaya gayret ederiz.
İnsan şeklinde var edilen varlığımız, bir vücud sahibidir. Bu vücud asla inkâr edilemeyecek şekilde, beş duyu ile görünen veya görünemediği halde akli olarak tesbit edilen, tüm yönleriyle mevcut olan bir yapıdır. İşte bu yapı, kendisine “sanal ‘ben’lik” verilmek suretiyle kendi çapında reel bir yaşama kavuşarak ikinci bir varlık gibi görülmektedir.
Ayrıca Allah, insana sanal benlik vermek suretiyle ilim, irade ve kudretle donatarak farkındalığına kavuşturmuştur. İşte bu farkındalık, HU isim zamiriyle işaret edilen mutlak ve yegâne vücut sahibi olan zatın, Allah ismi aynası ile kendi öz seyriyle beraber, kendi öz ilmini insanla da seyir etmesinin insanda oluşturduğu seyir farkındalığıdır. İnsanın bundan başka bir yapısı da mevcut değildir.
İşte biz Besmeleyi okurken söyleriz ki; ben bu yapının farkında olarak, hâlihazırda yapmayı niyetlendiğim fiilimi yapmaktayım. Besmelede Allah bize şunu öğretiyor; diyor ki ey insanlar kendinizi ayrı bir güç sahibi zannetmeyin, tüm gücünüzün ve kuvvetinizin kaynağı benim.
İşte bu noktada bilelim ki Allah, insanı kendisi için seyir alanı eyledi. İnsan, sanal benlik sahibi olarak kendisi de bu seyri yaptığı için, seyredilen güzelliklerden zevk almaktadır.
Sanal benliğini bu seyrin kaynağı olarak görüp Allah’ın kendisinde zuhur ettiği ilahi tecellileri unuttuğunda ise, mutlak seyir sahibi olan Allah’ın ilmiyle senkronizeden mahrum kalır. Bu mahrumiyet, kişinin azaba duçar olmasına sebebiyet verir.
Allah var ettiği her varlıkta olduğu gibi, bizle de kendi ilmini seyir etmektedir. Allah bizle kendi ilmini seyrederken, diğer varlıklardan farklı olarak, sanal benlik sahibi kıldığı biz insanlarda, bize yansıyan ilminin gereği ve hükmü dâhilinde, değişim ve dönüştürme kuvvesi de meydana getirmiştir.
Bu değişim isteğimize göre oluşur. Bunun sonucunda ise, bizle oluşan seyrin içeriği de değişir. Öylece bizdeki Allah’ın seyir mahalli, genişleyip daralır. Seyir mahallimiz, daraldığında bize azap olarak geri dönüşüm yaparken, genişlediğinde ise bize zevk alanı olarak yansıyacaktır. Eğer böyle olmasaydı, dünyada olmamızın anlamı da olmazdı.
Bize verilen irade ve bizde zuhur eden isteğimize göre, bize yansıyan değişim ve dönüşümle, ya nimete erenler gibi bir kıvama kavuşuruz. Ya da bizde oluşan yanlış bir kıvamla sonsuz nimetlerden mahrum kalanlar gibi bir kıvamla şekilleniriz. Zira kişi Allah’a yaklaştıkça seyirdeki zevki artacağı için, yaşayacağı güzellikler de çoğalacaktır. Onun için bizim ile gerçekleşecek olan müspet seyrin sonucu olarak, Allah bizden razı olmuş halde bizleri sonsuz cennetlere ulaştıracaktır. Aksi durumda ise, bizden razı olmayacak ve mahrumlardan eyleyecektir.
Biz Allah’a olan kulluğumuzun hakikatini hissettikçe, yeryüzünde olan hürriyetimiz artacak, Allah’a olan kulluğumuzu unuttukça da, Allah’ın mahlûkatı önünde el pençe durmaya mahkûm olacağız.
Zaten tüm varlığımız, onun bizle varlığını seyir ettiği kendi esma bileşiminin, bir tutam nurundan var edilen bir şule nurunun üzerine işlediği nakış sonucu var kılmış ve onunla kaim eylemiştir. İşte bunu idrak ve bu idrakle yaşayış, en büyük mertebe ve en geniş özgürlük olacaktır.
Yani burada Allah, senin “ben”inle, senle senden kendi ilmiyle yaratıp, senin önüne bunun seyrini sunarak, mutlak kuvvet ve kudretini seyir ediyor. Zaten mülk mutlak olarak onundur. Bize verilen sanal benlikle ve sonsuzluğa bakan ruhun bize üfürülmesi nedeniyle, kendimizi müstağni sandığımız kadar da ondan uzağa düşeriz. İşte Allah, tüm olayı bize izah edip gerekli çalışmaları yapmamızı, tefekkür edip akıl etmemizi ve öylece hamd edip seyrine ermemizi istiyor.
Bب harfi Besmelede üçüncü mana olan “mulabese” yani giyilen elbise anlamıyla geldiğinde ise, şöyle bir hissiyat verir. Ben tamamıyla Allah’ın mutlak ilminin oluşturmasına bağlı olarak onun ilminin içinde ilmiyle bir ilmi suret alarak, bir tutam nurunun içindeki bir şulenin üzerine işlenen bir nakış olarak var oldum. Onun ilmi, bir elbise gibi beni kuşatır ve ben onun ilminin kuşatmasıyla hâlihazırda yaptığım eylemi yaparım.
Örneğin bir damla yağ nehrin üzerine dökülünce, o bir damla yağ, nehrin onu sarması ve sürüklemesiyle gider. Kendi hareket alanını suyun onu sürüklemesiyle başarır. Nehrin suyu onu adeta bir elbise gibi sarmalar ve gidebildiği yere kadar ulaştırır.
Öncellikle bu üç manayı iyice tefekkür edelim. Zihnimizde ve düşünce dünyamızda iyice oturtalım. Öylece Fatiha’yı adım adım ve tane tane okuyalım.
Zira Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz namaz kılarken, Fatiha suresinin harflerini sayılabilecek kadar yavaş okuyormuş. Öylece içeriğini hissedip normal yaşantımıza o bakışla bakabilme hedefini bize öğretmiştir. Bizler de namaz kılarken, okuduğumuz ayetlerin ve yaptığımız eylemlerin manalarına dalarak namazımızı eda edelim. Namazdan edindiğimiz hazla afakımızı seyre dalalım. Böylece namazın tadına varıp rahmana sadık kul olalım. Namazda bir nebze daldığımız bu kulluğumuzu tüm hayatımıza yayarak namazı ikame edişin sırını ayakta tutalım.
Bizim için esas amaç bu üç manayı yaşam alanı edinmek olmalı ki, bu da zikir ve tefekkürle kolaylaşır. Yoksa tüm edindiklerimiz olayın ilmini bilmekle münhasır olur ki, onun da ölüm ötesinde hiç bir faydası olmayacaktır. Ölüm ötesinde edindiğimiz ilimden fayda sağlamamız için, bizde tam bir teslimiyet olmalıdır. Tam teslimiyete götürücü amelleri ölüme dek devam ettirmeliyiz ki hakkın yüzü hep bize dönük kalsın.
Sonra Rahman kelimesi gelir. Bu üç manayı katıp Allah’ın güç ve kuvvetini az düşündükten sonra, yani sıfat âleminde kısaca bilincimizi gezdirdikten sonra esmaya ineriz. Rahman deriz. Yani tüm manaların aşikâr olduğu seyir âlemine dalarız. Daha doğrusu seyir âlemimize dalarız. Bunu dışarıda değil kendimizde hissetmeye çalışırız. Bu hissmizle sonra afakımızı şekillendirmeye başlarız.
Zira Allah, mutlak zatın zati özelliği olarak her yarattığını rızkıyla yaratandır. Her yaratılanı merhameti ile kuşatarak rızkına ulaşması için değişmez bir sanatla donatandır.
Sonra da Rahîm deriz. Yani birbirleriyle etkileşime giren manaların oluşum alanlarını bir nebze özümüzde seyir ederiz. Öylece gayrete gelip biz de çalışmaya azmederiz. Zira her varlık gibi biz de rızkımızı ondan ediniriz. Öylece onun gücüyle eylemde bulunduğumuzun farkındalığına ulaşırız.
Çünkü Allah, zati özellik olarak dilediği kadar yaratımda bulunandır. Ve var ettiği her bir varlığın, var oluş amacını ortaya koyması için her birine yapacağı fiillerle, isteklerini oluşturma kuvvesini verendir.
FATİHA SURESİ 2. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ
AYETİN OKUNUŞU:
Elhamdu li(A)llâhi rabbi-l’âlemîn(e)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Âlemlerin terbiye edicisi olan Allah, terbiye ettiği âlemlerini en iyi değerlendirendir.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Allah âlemlerin mutlak olarak yegâne terbiye edicisidir. Kendi hükmünden kendi mülküne diyebileceğimiz bir tarzda mahlûkatını yaratarak zuhura getirdiği ve seyir planında sahneye koyduğu tüm tecelliler, gene de kendisine aittir. Nuruyla kıvamlandırarak oluşturduğu ve seyir planında sahnelediği kendi ilmi tecellilerinden hangi tecelliyi niye tecelli ettiğinin kararını da, bizzat gene de kendisinin mutlak hükmüyle gerçekleşir.
Fatiha suresi, Kur’anın hem ana sınıfıdır hem de anasıdır. Nasıl ki nesil; anne rahminden yeryüzüne açılır, aynen öyle de tüm Kur’an ayetleri, Fatiha suresinden açılmıştır. Zira Kur’an üç kısımdır, yani Kur’anın verdiği üç temel mesaj vardır. Bunlar; insandan bakış ile Allah’ın tanıtımı, insanın tanıtımı ve insan ile Allah arasında oluşan münasebettir.
İşte Fatiha süresi de üç bölüm olup bu kısımları özetler. Fatiha suresinin her bir bölümü Kur’anın bir bölümüne denk gelir. Böylece tüm ayetler insanın öz konumunu bildirir. Kur’anda insanın konumunu bildiren tüm ayetler Fatiha suresindeki ayetlerin genişçe açılımıdır.
Hamd ne demektir? El hamd yani mutlak övgü sadece Allah’a aittir. Peki, biz insanlar niye övgü yaparız? Çünkü biz, bize yüklenilen hilafet görevinden dolayı, onun seyrine yani hamdına ortak olmuşuz. Dolayısıyla biz de hep hamd ederiz. Hamdımızı şükürle yani fiiliyatta gerekli olan amellerle yaparız. Öylece elimizdeki nimetlerin hakkını eda ederiz.
Elimizdeki nimetlerin hakkını eda ederken, bizi bir tefekkür kuşatır ve varlığımızın özüne doğru daldıkça dalarız. Bu dalış ile birlikte bizde bir seyir oluşur ve bu seyirle Allah’ın nakşının dokumalarının tasvirlerini kendi nefsimizde temaşa ederiz. Sonra da bu temaşayı tüm afakta da derinleştiririz.
Bu derinlikle birlikte, elimizdeki her bir oluşumun hakkını vermeye başlarız. Elimizdeki nimetleri değerlendirir, sahibi olan Allah’ın azametini seyre dalarız. İşte hamda ortak olmak, bu seyrin ta kendisidir.
Hamd, kâinattaki yaratılmış ve yaratılmakta olan, tüm varlıkların nitelik ve niceliklerinin Allah’ın zati nurunun yani zati ilminin tecellisi olduğu hakikati anlamına gelir. Bunun hakikatini de ancak Allah bilir. İşte onun için de mutlak hamd Allah’a mahsustur. Çünkü Allah rabbul âlemindir.
Hamd kelimesinin başına EL takısı gelmiştir. EL takısı geldiğinde, kelimeye mutlak bilinen anlamını katar.
Hamdın kelime manası ise, övgü manasına gelir. Öven değerini bildiği için över. Dolayısıyla buradaki hamd değerlendirme anlamında kullanılmış olur. Yani hamd, mutlak olarak bilinen, zati değerlendirme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mükemmel bir sanatın yapıldığını gördüğümüzde, sanatçıya övgüler dizeriz. Yani yapılanın güzelliği karşısında dilimizden övgüler dizilir.
İşte aynı bakışı tüm âlemleri yaratan hakkında da yaparız. Hem de kelimenin başına ayette izah edildiği gibi, EL edatını getirerek “el hamdu” diyerek bunu kayıtsız şartsız Allah’a teslim ederiz. Öylece her şeyi dört dörtlük yarattığı için ona övgüyü hasrederek yaparız.
İşte bu övgünün dayanağını da mutlak değerlendirmeye uzanır. Çünkü o, tüm yarattığını en iyi şekilde yaratıp ve niye yarattığını da en iyi bilen gene de O’dur.
Yani yarattığı varlıklarını mutlak olarak her birini en mükemmel yarattığı için, her birini en mükemmel olarak gene de kendisi tanır. Bunu gören kul, artık der ki; mutlak övülecek odur. Mamafih rabbul âlemin O’dur.
Yani rabbul âlemin olarak her bir yarattığını en mükemmel yarattığını ve terbiye ettiğini görüyorum. Bu görmemle birlikte en iyi ve en mükemmel yaratımını seyrediyorum. Bu seyrimle birlikte de artık biliyor ve iman ediyorum ki, tüm bu yaratımını en iyi değerlendiren de ancak O’dur.
Sonraki kelime “lillahi”dir. Hemen Allah kelimesinin başında lam harfi vardır. Lam gelen kelimeyi has ederek ona ait eder. Çünkü yaratılan varlıklar, olması gereken gibi onu tanıyamaz. Tanıyamadığı için de tam olması gereken gibi hamd edemez. Dolayısıyla ayet, mutlak değerlendirme sadece Allah’a aittir diyerek bizi uyarmaktadır.
Bizim hamdımız ancak, hamdın Allah’a ait olduğunu idrak etmemizdir. Niye peki? Çünkü rabbul âlemin O’dur. Her şeyin sahibi O’dur. Ancak O, kendisi nurunun hakikatini hakkıyla tanır. Ve kendisini tanıttığı kadar da bilinir.
Allah’ın her bir esmasını bir âlem gibi düşünürsek, karşımıza anlam olarak şu çıkar; bendeki tüm esmaların rabbi yani nurundan bir şule olan varlığımın üzerine nakşının aksettiricisi Allah’tır.
Allah’ın sayısız esması vardır. Bildiğimiz doksan dokuz esmalar ana hatlar ile bize verilmiş ve onların dokumalarıyla bizim varlığımız yaratılmış yani oluşturulmuştur.
Esma-ül hüsna olarak özetlenen ve tüm açılımlarıyla sonsuz ve sınırsız olarak ondan tecelli eden nurun yani tüm ilmin kaynağı da yalnızca odur.
“Rabbul âlemin” yani âlemlerini terbiye edendir. “Rab” terbiye edendir. “Âlemin”, tüm âlemleri, yani beni, seni ve her bir şeyi bizzat kendi esma kuvvelerinin tecellileri olarak seyir edip, bizzat kendi istediği şekilde bir araya getirip bir tutam nurun içinde ışıltılar olan her birimiz üzerinde nakşını dokuyarak birleşik yapandır. Yani terbiye edip kıvamını vererek bileşimleştirendir. Tabi ki bu bileşimleşme ise, oluşum aşamasıyla alakalıdır.
İnsanın da varlığı bu bileşimlerden bir bileşkedir. İnsanın bileşiminin içeriği ise, gene Allah’ın hükmü dâhilinde değişim yapma kuvvesiyle harmanlaşmıştır.
Dolayısıyla insan, iradesini kullanıp nimete erenler gibi kendisinden Allah’ın inşasını tecelli imkânına kavuşturulmuştur. İşte bu imkân da, onun bileşimsel alanının içinde yer almaktadır.
Mutlak değerlendirmenin Allah’a ait olduğunu ve yaratıcının o olduğunu dillendiren kişi, artık herhangi bir insan hakkında değerlendirme yapmaz. İnsana sahip olduğu kıvamı verenin rabbi olduğunu bilir.
Tek yapması gerekenin ise, kıvamını yani terbiyesini bozan kişiyi, yani bileşimini yaratılış fıtratından saptıranı ikaz edip fıtrata dönmesini sağlamak olur.
Nimete erenlerin sahip oldukları fıtrata dönmeyen kişiye de, Allah’ın mahlûkatına zarar vermediği müddetçe, kimse ona dokunamaz. Ama çevresine zararlı bir kişiliğe sahip olup insanların canına veya malına zarar veriyorsa, kişiyi zarar yapamaz hale getirmek Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır.
Örneğin adam öldüren kişiyi, adam öldüremeyecek şekilde etkisiz hale getirmek, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. Bu hak ise, nefsi müdafa hakkı dışında, yargılamak ve aldığı cezayı icra etmek, memleketi yöneten kudretin eliyle yerine getirilir.
“Elhamdü lillâhi rabbil’alemin” dediğimizde, artık insanları düşünüp direk fiillerini değerlendirmeyelim. Ama o işlenen fiilleri, kendi isteklerinin sonucu olarak onlardan inşa edenin Allah olduğunu bilerek, onlardan oluşan fiilleri fıtrata uygun olarak tekrar kıvama getirmek için yapılması gerekenleri düşünelim. Zaten içsel yapı, fıtratla uyumlu olunca, tüm sakat fiiller de bertaraf olacaktır.
Bunun yerine Allah’ın kullarını küçümseyici bir şekilde düşündüğümüzde ise, o işlenen fiiller için kendi alt yapımızı programlamış oluruz. Ve o oluşturduğumuz program başımıza gelmeden de dünyadan çıkmayız.
Onun için de, insanlar hakkında yargıda bulunmak isteyen nefsimizin fısıltısını, olayın hakikatini kendisine sunmak suretiyle düşüncesinin yönünü değiştirelim. Çünkü akıl melekesi ile nefsimizi tatmin ettiğimizde, nefsimizin fısıltısının yönü, olması gereken gibi değişecektir. Nefsin fısıltısı hiçbir zaman susmadığından, sen onu hak ile tatmin etmezsen, batıl inanışlarla dolacaktır.
Öylece nefsimizi ikna etmek suretiyle, insanları hafızamızda mahkûm etmek isteyen nefsimizi ıslah edelim. Zira nefsimizin davranış şekli, yaptığımız amellerle yön değiştirecektir. Bu amellere uygun olarak da, Allah isteğimiz doğrultusunda yaratımını bizden yeniden şekillendirecektir. Çünkü O, her an yeni bir yaratılışla mahlûkatı üzerinde tasarruf etmektedir.
Olayın hakikatini anlamaya çalışıp, yapılan fiilin kişinin kendine ait bağımsız gücüyle yapmadığını ama iradesiyle istekte bulunup ortaya çıkan fiilin Allah’ın kudretiyle oluştuğunu ve karşılığını da rabbinden bulacağını bilelim. Çünkü kişide gizlenen esma bileşkesi o anda kişiden o fiilin zuhuruna sebep olmuştur. Bu sebepten ötürü de Allah, kişiden o şekilde yaratımda bulunmuştur. Çünkü ondan zuhur eden tüm çıktı, Allah’a aittir ve varlığını Allah’ın nurundan alır.
İşte buna iman etmişiz. Böylece imanın getirisi olan mutlak seyri, yaşamımızda zikir ve tefekkürle uygulamaya geçirmeye çalışalım.
Kınanması gereken şey ise, kişide oluşan kötü eylemin niye o kişide ortaya çıktığı değil, yaptığı eylemin kaynağı olan fıtratını, İslam fıtratının tersine bir fıtratla, terbiyesini niye bozduğunadır. Çünkü insana, terbiyesini bozabilecek veya daha da güzel bir şekilde terbiye edebilecek irade verilmiştir. Kişide oluşan irade çerçevesinde Allah kulunda gücünü zuhur ettirip iradesine uygun yaşamasını sağlar.
İşte kişinin terbiyesi bozulursa, kişiden terbiyenin yönelimine uygun fiiller zuhur edecektir. Bunun kadar da doğal bir durum olamaz.
Yani kınama, fiili niye yaptığına değil, yapılması istenilenin aksini kendi yaşamına çekip gerektirecek şekilde fıtratını bozmasınadır. Zira fıtrat bozulduğunda ise, zaten fıtratın büründüğü yeni çehreye uygun fiiler otomatik olarak kendisinden tecelli edecektir. İşte fıtratın kıvam şekli, kaderin oluşum halidir. Fıtrat üzerine yapılan her denge değişimi ile kaderin zuhur şekli de ayrı vecih alacaktır.
İnsanların fıtratlarını Allah’ın yaratım fıtratına çevirmesi için de, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek şeklinde her iman ehline ödev yüklenmiştir.
Mamafih; yapılan kınama, kişilerle anlık zevk almak için dalga geçip, nefsini tatmin etmek suretiyle zaman geçirip eğlenmek yerine, kişiyi uyandırıp rayından çıkan fıtratı tekrar ilk yaratım anında verilmiş olan ve olması gereken kıvama dönüştürmek içindir.
Yapılan fiili görüp, failin fiilini niye bu şekilde izhar ettiğini çözüp, fıtratını kıvama getirmek için çaba harcamalıyız. Ama kişiyi fıtratını kıvama getirmediği için değil de, yaptığı eylemlerinden dolayı kınarsak, hata yapmış oluruz.
Ama insanların kendi elleriyle kıvamlarını değiştirebileceği gerçeğinden dolayı da, nimete erenlerin kıvamlarını elde etmeleri için hata yapanları da, yüzlerine karşı uyarıp gerekli çalışmaları yapmaları hususunda yardımcı olacağız.
Toplumun ifsadına çalışanları ise, elle düzeltmeye çalışacağız. Bilfiil elle düzeltmek memleketi yöneten kolluk ekiplerine ait olduğu için, toplumun ıslahını bozanların terbiyesi için memleketi yöneten kudrete müracaat edeceğiz. Bizler ferdi olarak, dil ve anlatımla bozulan fıtratları tekrar istikamete çevirmek için, gerekli olan ilmi, hikmetleriyle beraber izah edip gerçeği anımsatacağız.
Eğer ki anlatıp izah etmeye gücümüz yetmezse, kalbimizle o istikametsiz eylemden nefret edip oradan uzaklaşacağız ki, bizim de fıtratımız bozulmasın.
Varlığımızın hakikati her ne kadar Allah’ın esmalarının tecellileri olarak bir tutam nurunda oluşturduğu şuleler üzerindeki nakıştan kıvam alıyorsa da, öylece yaratım bizden husule gelmişse de, öz cevherimiz olup bizde zuhur eden esmaların oluşturdukları nakışların içerik kıvamlarını ve kıvrımlarını bize verilen ilim, irade ve kudret ile Allah’ın hükmü dâhilinde değiştirebiliriz.
Öylece bizde zuhur eden tecellilerin kıvamının değişimi ile ve Allah’ın inşasıyla, Allah’ın hükmü dâhilinde birçok huyumuzu ve tabiatımızın istikametini değiştirebiliriz. Zaten onun için de mesulüz.
Örneğin, gider tıp okuruz teorik olarak, sonra da onu yaşamda hayata geçiririz. Yaşamda hayata geçirilmeyen teorik tıp bilgisinin ne anlamı olur ki? Allah’ın yaratım düzenini okuyup anlamamız da öyledir. Fiiliyata geçirilmeyen ilmin hiçbir faydasını da göremeyiz. İlmin karşılığını yaşamımızda uygulamadıkça huzur bulamayız. İşte her öğrendiğimiz hakikatin ilmini nefsimizde uygulamakla o ilmin faydasını elde ederiz.
“Âlemin” dediğimizde maksat, genelde tüm varlıklardır. Özelde ise, muhatap tüm insanlardır. Daha özelde de her insandır. Çünkü her insan tüm âlemleri içinde cem eden çok özel bir varlıktır.
Biz genelde hafızamızı insanların davranışları ile doldururuz. Şu şöyle yaptı, bu bunu yaptı, yapmasaydı bu olmazdı, derken vaktimiz heba olup gidiyor. Allah bu ayetle bize diyor ki, zihninizi boş şeylerle dolduracağınıza “Elhamdü lillâhi rabbil’alemin” diyerek zihninizden boş şeylerin tümünü yabana atın ve görün kendinizdeki gelişmeyi.
Bir örnekle bu ayeti bitirelim; her günahın küçüğü olur, büyüğü olur. Bir insanı zihnimizde düşünürsek küçük gıybet olur. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz der ki, küçük günah büyük günaha götürür. Zihninde insanların hatalarını düşünen kişinin, düşündüğü kişilere karşı kalbinde kin ve nefret çoğalır. Sohbet ortamını bulunca ise, hafızasında biriken gıybeti konuşmaya başlar. Böylece büyük günah oluşmaya başladığından, küçük günah büyük günaha dönüşmüş olur.
Bu olay her günah için aynıdır. Oysaki mutlak değerlendirmeyi Allah’a bırakıp çalışmasına devam etseydi, kendisi için çok daha faydalı olurdu.
Allah bize günde beş kez hatırlatarak, ey kulum unutma ki, olay “Elhamdü lillâhi rabbilalemin”dir, der. İnsanları yaratan odur. Terbiye edici odur. Sen elinden gelen anlatımı ve uyarıyı yaptıktan sonra, bırak kafanı onlarla meşgul etmeyi yazıktır, israf etme vaktini. Bil ki terbiye eden sadece Allah’tır. Kişi gerekli ilmi duyar ve gerekli çalışmayı yapmayıp Allah’tan istikamet istemezse, sen ne yapabilirsin ki.
Evet, okuruz ama ne dediğimizin farkında bile olmadan ve hiç bir tat almadan hızlıca rükuya eğiliriz.
İşte anla ki mutlak değerlendirme Allah’a aittir. Çünkü âlemlerdeki tüm mana bileşimleriyle oluşan tüm nakış dokumaları onun yaratmasıyladır ve ondan gelmektedir.
İşte bunu fark ederek şöyle düşünmeye başlarız; ben artık insanlar hakkında gereksiz olarak yorum yapmayı bırakıp mutlak değerlendirmeyi Allah’a bırakarak kendime döneceğim ve kendi gelişimime bakacağım.
FATİHA SURESİ 3. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ
AYETİN OKUNUŞU:
Errahmâni-rrahîm(i)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Tüm varlık tecellilerini yaşatan odur. Tüm var ettiği tecellilerini devam ettiren de odur.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Kur’anın birçok ayeti diğer ayetlere açıklama getirir. Bu ayet de önceki ayetin açıklaması mahiyetindedir.
Tüm varlıklarda rahmaniyet ve rahimiyet nakşının zuhurunun tecellileri, gene de her bir varlık tarafından yaşam alanında hayat edinerek seyir edilmektedir. Bu seyir her birisinin tesbihi olmaktadır. Öylece her biri, var oluştaki görevini bilmekte ve fıtratının gereği olan yaşama kavuşmaktadır.
İnsan ise tüm yaratılanlardan ayrı olarak, Allah tarafından kendisine sunulan yetenekle, tüm varlıkların dahi sahip olduğu mutlak bir seyre ulaştırılarak, yeryüzünde kendisine halifelik konumu tevdi edilmiştir. Öylece mutlak fıtrat üzerinde sebat edebilen insan, mutlak yaratım seyrini elde etmekte ve dünya üzerinde yaratılan tüm varlıklardan yararlanmaktadır. Ama yaratım fıtratını bozan insan ise, tüm kabiliyetini kaybetmekte ve tüm yaratılmışlardan daha aşağı bir konuma inmektedir.
EL takısı, başında geldiği kelimeye bilinirlilik anlamını katar. Buradaki kelimelerin başlarına EL takısı geldiğinden dolayı, ortaya şöyle bir anlam çıkar; mutlak olarak bilinen Rahman O’dur. Yani seyir ettiği tüm varlık tecellilerini yaşatan bizzat O’dur.
İşte bu yaşatma işi rızıkla olur. Yani her varlığı rızkıyla yaratarak hayat verir. Bu rızık olayı ise, meleklerde rızıkları öz yapılarının içine konularak var edildikleri halde, diğer varlıkları dışarıdan besleterek rızıklarını sağlatır. İnsan ve diğer birçok mahlûk ise; rızkını dışarıdan yaşam gıdası olan yiyecek ve içecekleri edinerek elde eder.
İnsanın dışarıdan edindiği bu yaşam gıdalarını ise, Allah lütfüyla var ederek insanın yaşam alanına gönderir. İnsan da kendisindeki akıl ve fikirle iradesini kullanarak emek sarf edip, gönderilen rızkını ayırt ederek vücuduna katar. Öylece yaşamı devam eder.
Ayetin devamında der ki, mutlak olarak bilinen rahim odur. Çünkü Rahim isminin başında da EL takısı gelmiştir. Burada “tüm var ettiği tecellilerini devam ettiren de bizzat odur” anlamı çıkmış olur. Öylece Allah, her bir yarattığının yaratımını devam ettirmekte ve yaşam alanından kendisine alan açmaktadır.
Şunu da unutmayalım; zikir çekerken başında EL demeyiz. Rahim Rahim Rahim diye okuruz. Çünkü biz istediğimiz kadar gelişelim, asla ve asla mutlak olarak bilinen EL(r) Rahim olamayız. Her zaman ona kuluz. Çünkü bizde rahim nakşı onun tarafından yaratılmış ve bizdeki seyri ortaya konulmaktadır.
Bizim derunumuzda her bir ismin içerdiği manalar, yaratılarak tohumlar şeklinde var edilmiş ve yeşertmek için çaba gösterip sürekli olarak onun kapısını çalarız. Yani olay bireyseldir.
Ama âlemlerin rabbi dediğimizde ise, Esma boyutu itibarıyla sonsuz ve sınırsız olan mutlak zata, yani yaratım üzerinde oluşturduğu dokumanın sahibine yüzümüzü çevirmiş oluruz. Allah’a ait olduğunu ikrar ederiz.
Allah; Rahman isminin tecellisi ile âlemlerin rabbi olarak, yarattığı her bir varlığı rızkıyla oluşturmuştur. Yaratılan her bir varlığın varoluş hedefine doğru yaşantısını devam ettirmesi için de, gerekli olan rızkını yani yaşam gıdasını bizzat kendisi yaratıp sunandır. Çünkü yaratan ve yaşatan bizzat O’dur. Hiçbir kulun rızkını diğer kulunun eline vermeden kullarına sunduğu rızkı vesilelerle kendisine ulaştırır.
Eğer ki Allah isterse, vesile olmaksızın direk, istediği kuluna istediği anda kudretiyle rızkını var edip sunabilir. Çünkü onun gücü her şeye yeter. Ama dünya yaşamının sırrı olarak, sebepleri devrede tutarak kulunun iman ve teslimiyetini ölçüyor.
Ayrıca Allah; Rahim isminin tecellisi ile yarattığı tüm varlıkların ve dolayısıyla insanın da neslini çoğaltır. Yani genelde her varlığı, özelde ise arzda halife olarak insanı yaratıp neslini ve yaşam gıdasını kendisine sunmayı devam ettirir. Yani Allah, yarattığının rızkını bizzat verip neslinin devamını da bizzat kendisi sağlar.
İşte bu düşünce bizde oturursa, artık kalbimizde Allah’ın kullarına karşı oluşan haset de biter. Ne zaman ki bir insana karşı kalbimizde haset oluşursa, gözümüzde hemen bu ayetler canlanır. Nefsimiz bize “Errahmânir’rahim” O’dur der ve bizi levmeder yani kınar. Ve der ki ona rızkını Allah vermiştir, sana ne oluyor. Sen git kendi gelişimine bak. Hemen sudan çıkmış balık gibi oluruz.
İşte Fatiha süresinin her bir ayeti, hakka yolculuk etmek isteyenler için yoldaki trafik işaretlerine benzer. Sağa dön, sola dön, önünde keskin dönemeç var kendine dikkat et der gibi, bizleri öz hakikatimize doğru yönlendirir.
FATİHA SURESİ 4. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ
AYETİN OKUNUŞU:
Mâliki yevmi-ddîn(i)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Seyrini oluşturduğu tüm tecellilerin sahibidir, hem tümünü de yönetendir.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Malik veya melik olarak okunulur. Malik sahip olan demektir, melik ise yöneten demektir. İnsanın zahiri ve batini tüm varlığı, yani insanı maddi ve manevi olarak oluşturan nakışsal bileşim, Allah’a ait olan ve Esma-i hüsna ile isimlenen mana içeriklerinin bileşke halinde, ihtiyaç duyulan oranlarda bir arada, bir tutam nurun içinden bir şulenin üzerinde nakışlar dokumak şeklinde oluşturmuştur.
Yani her insanın ayrı bir bileşimi vardır. İşte var olan her bileşim de gene tümüyle Allah’a aittir. Her yarattığını ise, rızkıyla beraber yaratır. Öylece de, hükmü dâhilinde yaşamını devam ettirir.
Madde ve mana olarak gördüğümüz tüm varlıklar, aslında tek bir nurdur. Bu bir tek nuru oluşturan içeriğine serpilen nakşa bakılınca, gerçekte bileşke olan ve bu bileşkenin içeriğindeki bileşenlerden her bir bileşen, Esma-i hüsna diye sunulan isimlerle isimlendirilerek bizlere tanıtılan mutlak zatın, özelliklerinin remzlerine ulaşırız. Öylece varlığa bakıp Allah’ın cemalinin güzelliğini hayal ederiz.
Bu hayalle birlikte devreye giren musavvir esma nakşı ile rabbimizin cemalinin güzelliğine dalıp yegâne mülkün sahbi olduğunu remzederiz. Öylece varlığın sahibini keşfederiz.
İşte bu bileşke nakşı, Allah’ın nurundan şuleler şeklinde, kendi hükmünden kendi mülküne diyebileceğimiz bir tarzda oluşur. Bu şuleler şeklinde oluşan manaların, bileşim şeklinde bileşke oluşturmasıyla varlık âlemi dediğimiz âlem oluşur. İşte bu varlık âleminde var edilen her varlığın maliki yani sahibi Allah’tır.
Madde veya mana olarak bize gözüken tüm bileşimlerinin meliki yani yöneteni de Allah’tır. İşte bunu fark ettiğimizde, insanların eylemlerinin değerlendirilmesini hafızamızdan çıkarır ve tümüyle kendimize dönerek kendi hakikatimize doğru yola çıkmış oluruz. Zaten dikkat edersek bundan sonra gelen ayetler tamamıyla bize dönüktür.
Fatiha’nın birinci bölümü olan ilk dört ayeti zihnimizde tam olarak oturursa, işte o zaman, kişinin kıldığı namazından alacağı tat bambaşka olur. Kişi artık kimseyi düşünüp dert edinmez ve tüm düşüncesi Allah’a döner. Gıybet biter, haset biter, kin biter böylece her kişiyi affederek maddi ve manevi tüm haklarını bağışlar. Öylece sağanak yağış gibi rahmet tecellilerine mazhar olur.
İşte Fatiha suresi bizim ana rotamızdır. Gideceği yerin rotasını bilmeyen, başıboş olarak denizde dolaşıp batmaya yüz tutacaktır.
Din gününü anlamak için öncellikle şu bilgiyi iyice oturtalım; Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, kendi hükmünden kendi mülküne diyebileceğimiz tarzda yansıyan nuruna nazar etti. Gizli olan hazinesinde var olan hadsiz ve hesapsız manalarının akış serüvenine bakınca, bu serüvende var olan nuraniyeti ve ilmi, seyir döngüsüne koydu. Bu seyir döngüsünde oluşturduğu öz seyrinde ise, kendisini Allah ismi ile andı.
Onun yanı sıra başka bir vacibul vucud var olamayacağı ve dolayısıyla bu nura bakılamayacağı için, bu içerik zenginliğine gizli hazine denmiştir. Çünkü onun gayrı her hangi bir varlık mutlak bir vucüd ile mevcut değildir ki onun nurunun dışında durarak o emsalsiz nuru görsün.
Kendisine Allah ismini verip öylece tanıttıktan sonra, nuruyla nurlandırıp bileşimleştirmek suretiyle bireyleştirerek bir hüviyet içinde şuur verdiği varlıkları seyir âlemine soktu. Yani mutlak nurundan bir tutam nurunu alıp yoğunluğunu düşürerek “kün” emriyle “ol diyerek” varlık alan tüm âlemleri bir “an”da var etti.
Bu “an”ı da kendi içinde altı güne bölmek suretiyle bir düzen içerisinde oluşturdu. Yaratılan tüm bu düzenin hâkimiyetini ise, kendi eline aldı. Yani yarattığı hiçbir varlığa hüküm koyma işini teslim etmedi.
İşte bir “an”da olup biten düzen ve adına İslam dediği bu “an”, tek bir “an”dır ve bu “an”a din günü denmiştir. Allah’a indinde bir “an”dır. Bize göre ise, geniş “an”dır. Allah; gün, ay ve yıl gibi zaman kavramlarını, yaşam alanımızı dengeli olarak takip etmemiz ve hesap tutmamız için var eylemiştir. İşte tüm bu yaratım tek “an”dır ve bu “an” din günüdür ki, bunun da hem meliki hem de maliki sadece Allah’tır.
Allah ismi, HU isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin yaratım seyrine başladığı an, kendine verdiği özel isim olduğundan herhangi bir dilde tercümesi yoktur. İşte bu yönüyle Allah veya HU isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, İkisi de aynı olan biricik rububiyet ve ulûhiyet sahibinin mutlak hüviyetine işaret eder.
Din günü, bizlerin hissettiği zaman kavramına göre her an geçerli olan Allah’ın değişmez düzenidir. Hatta “el an kema kan yani bilinen an, başlangıç anıdır” sözü her “an”dır. Bize göre ise, çok an olarak temaşa edilir.
Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin indinde ise tek bir “an”dır. Kıyamete kadar ve sonrası sonsuz hayat dahi bu “an”ın içerisindedir.
Biz de olaya Allah nazarı ile bakarsak, tek an olarak görürüz. İşte tek an nazarına kavuşan, geleceği de görür, geçmişi de görür. Onun için zaman kavramı, geçmiş veya gelecek kalmaz. Onun için de “an”da olan vaktinin eri olur. “An”ı yaşa işte “an” bu “an”dır.
“An”ı yaşamak, içinde bulunduğun göresel “an”ın bedensel dürtüleriyle harmanlaşan hayvansal güdülerin yönlendirdiği bedensel zevklenme yaşamı değildir. “An”da yaşamayı bedensel zevklenme zannedenler ise, esfeli safilinde yaşadıklarının farkında bile değillerdir.
Hatta Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz bir hadisi şerifte, şu anda kıyamet öncesi dünyanın son yıllarını görüyorum. Dünyada tek imanlı kalmamış, biri eline kazmayı almış ve Kâbe’yi yıkıyor. Şimdi o adamı görüyorum demişti. Allah nazarıyla bakan yani “an”a kadar çıkan için her yer ve her zaman seyrangah olur. Ama şu saatte, şu günde veya şu yılda olacak diye de bir zaman verilemez.
Tabi biz bunu görmek için değil, sadece Allah’a olan kulluğumuzu dillendirerek mutlak hürriyetimize kanat çırpıyoruz. Allah perdeyi açar veya açmaz, gene de o bilir. Bize düşen kulluğumuzun hakkını vermektir.
Biz keramet peşinde değiliz. Hatta keramet peşinde koşmak, çocuğun oyuncak peşinde koşmasına benzetilmiş ve keramet göstermek, kişinin en ayıp halini insanlara göstermesi olarak tabir edilmiştir. Zaten en büyük keramet istikamet üzere olmaktır.
FATİHA SURESİ 5. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
AYETİN OKUNUŞU:
İyyâke na’budu ve-iyyâke nesta’în(u)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Yalnızca sana kuluz ve kulluğumuzun idamesi de yalnızca senin yardımınladır.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Burada dikkat etmemiz gereken temel konu, mutlak hüviyet sahibi olarak Allah’ın ulûhiyetini görmemiz ve bizim de bir kişilik sahibi olarak ona yönelmemizdir. Yani hüviyetimiz ve var oluşumuz bir gölge varlık veya sanal bir varlık da olsa, bizim var olmamız ve Allah’tan istekte bulunabilmemiz bize benliğin verildiğinin hakikatidir.
Bu ayet üç bölümden oluşan Fatiha suresinin ikinci bölümü olup Kur’anın vermek istediği ana temaya analık eder. Hem de, kul ile Allah arasındaki ana bağlantıyı ve gerçek münasebeti açıklar.
Bu ayet genel halk dilinde şöyle açıklanır; ayetteki filler çoğul olarak geldiğinden derler ki, insan Allah’a yeryüzünde halife olduğu için, tüm varlık adına vekâlet ederek der ki, Allah’ım ben ve benle birlikte her bir varlık, sadece sana kulluk eder ve sadece senden yardım diler. Bir nebze haklı olabilirler. Ama bu ayetin kapsamı apayrıdır. Önceki ayetleri iyice tetkik edersek “iyyake nabudu ve iyyake nastein” ayetinde bambaşka bir maksadın da olduğunu anlarız.
Bu ayeti en iyi şekilde anlamak için ilk dört ayetin gölgesinde bu ayete bakmalıyız. “İyyake nabudu” burada Bب harfinin Besmeleye kattığı mulabese yani giyilen elbise anlamını düşünerek ayete odaklanalım.
Zaten Besmelede varlığımızın içeriği hakkında malumat sahibi olmuştuk. Anlamıştık ki varlığımızı oluşturan manaların her biri Allah’ın mutlak manaları tarafından etrafı sarılmış haldedir. İşte bunu dillendirerek şöyle deriz; Allah’ım benim varlığımı oluşturan tüm içerik katmanları ve kuvveleri, tüm varlığını senin öz nurundaki mana kuvvelerinden aldığı için, senin kuşatman altında olarak sana kuldurlar.
Burada çoğul ekiyle sana kuldurlar diye gelmiştir. Çünkü böyle dediğimizde asıl maksadımız bendeki tüm manaların her biri, ayrı ayrı sana boyun eğmiştir anlamındadır. Çünkü zaten senin nakşındır.
Biz, Allah’ın izhar etmek istediği tüm manalarıyla nefis yani hüviyet kazandığımız için, hüviyetimizi oluşturan tüm manalar adına Allah ile konuşuruz. Onun için de deriz ki, kesinlikle benim zuhur eden tüm varlığım, senin seyir ettiğin öz nurunun içeriğini teşkil eden ve Esmaü-i hüsna ile işaret edilip adlandırılan manaların tarafından oluşturulmuş olup, içeriğimi oluşturan tüm manalar sana boyun eğmişlerdir. Bendeki tüm manaların aslı senindir ve senden gelmişlerdir. Yani sana kuldurlar. Kulun oldukları için de, senin mutlak nurunda var olan içerik ne ise, işte o içeriğini onlara dolayısıyla da bana yaşatırsın.
“Ve iyyake nastein” burada da Bب harfinin Besmeleye kattığı istiane yani yardım edip güç ve kuvvetiyle oluşturma anlamını düşünerek ayete odaklanalım.
Ayetin bu kısmıyla da şöyle düşünürüz; ben, bendeki tüm varlığımı oluşturan manalarının devam etmesi ve dolayısıyla yaşayışımın sürekli olması için, senden bana aksettirilen manaların bir noktada cem olmasıyla var oluyorum. Sen, benim varlık hüviyetimi ve var oluşumumu oluşturmak için oluşturduğun akıntı vanasını kapatırsan, tümüyle tüm varlığım olarak yok olurum. Benden bir tek emare kalmaz.
Yani kulluğumun devam etmesi, senin her an yeni bir “şan”da olarak bende yaratım tecellilerinin devam etmesiyle oluşur.
Dolayısıyla deriz ki, Allah’ım benim varlığımı oluşturan tüm manalar, senin sonsuz manalarına boyun eğmişlerdir. Ayrıca benim varlığımın devam etmesi, senin bende nakşını tecelli ettirdiğin manalarının, bendeki tecellilerinin devam etmesine bağlı olduğundan, ben sana muhtacım. Çünkü tümü senin ve senden bana tecelli ederek beni var göstermiştir.
İşte bu bölüm, Allah ile insan arasındaki ilişkiyi özetler. Bu çok önemli bir konudur. Anlaşılması elzemdir. Yoksa nasıl namaz kılacağız ve Allah ile nasıl irtibat kuracağız?
Bu ayetle sadece yaratılmışları düşünürsek ve sanki onlar adına konuşuyor gibi yaparsak, olaya odaklanamayız. Ayrıca ayetin bizde tecelli ettireceği isteklendirmeden de mahrum kalırız.
Bu ilişkinin farkına varan kişilerde iman oluşması ile birlikte, olaya şahadeti başlar.
Bir de namaz kılmayı böyle deneyelim. Aldığımız tat damağımızda kalacaktır. Çünkü bu düşünce gücüyle kişi, öz manalarının farkına varır ve anlık teslimiyeti oluşur. Öylece kişide, tam yönelmenin verdiği huzur ile yakinen hissedilen iman oluşmaya başlar.
Namazdan sonra selam verilir ya, işte o zaman kişi çevresine der ki, artık ben sana başka gözle bakacağım ve sana emniyet olacağım. Bendeki öz cevher neyse sendeki de aynıdır diye düşünerek artık kimseye ihanet edemez, yalan konuşamaz ve küfredemez.
Düşünsenize enfusuna yani derununa iniyor ve selam ile derunundakini afakında yani dışarısında da seyre başlıyor.
İşte mutlak kulluk ve mutlak özgürlük… Yoksa kula kulluk bitmeyecek ve güçlü olanlar önünde eğilmeye devam edecektir.
FATİHA SURESİ 6. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ
AYETİN OKUNUŞU:
İhdinâ-ssirâta-lmustakîm(e)
AYETE ÖZ BAKIŞ:
Bizleri doğru olan yola ilet.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Hani bizdeki tüm manalar onun ya, onun için de deriz ki; Allah’ım bizi doğru yola ilet. Yani bana projekte ettiğin ve bende nakşını dokuduğun tüm manalarını bende öyle projekte edip doku ki doğru yola gireyim.
Şimdi burada soru işareti oluşuyor. Kişi ikilemde kalıyor. Çünkü tüm esma kuvveleri Allah’ın ise ve varlığımı oluşturan kuvveler de ondan geliyorsa benim yolumun yanlış olması mümkün olur mu?
Zaten tüm kuvveler onun ve ondan bana yansıyor. Ben her hal ve şartta ona kulum, o zaman nasıl olur da yanlış yolda olabilirim?
Madem her biri bir isimle anılmış tüm manalar onundur. O zaman bana projekte edilen manalar bozuk yol olamaz. Bende zuhur eden onun her bir manası, onun hükmüne tabidir. Dolayısıyla tüm yönleriyle bende tecelli ederek var edilen her bir yanım, onun ilmiyle var ederek benden zuhur ettiği ile sınırlıdır.
Yani bendeki her bir mana akıntısı onun kuludur. Onun her bir kulu yani bana tecelli edip akseden onun her bir manası ise, kendisine boyun eğmiş durumdadır. O zaman doğru yoldadır. Ondan gelmişse bozukluk olamaz diye düşünceler oluşabilir. İşte tüm bu düşünceleri sonraki ayet imdadımıza yetişiyor…
Öylece tüm muammaları ortadan kaldırmak için hemen sonraki ayet tüm soru işaretlerini gideriyor.
FATİHA SURESİ 7. AYET
AYETİN ORJİNALİ:
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّٓالّ۪ينَ
AYETİN OKUNUŞU:
Sirâta-lleżîne en’amte ‘aleyhim ġayri-lmaġdûbi ‘aleyhim velâ-ddâllîn(e)
AYETE ÖZLÜ BAKIŞ:
Beni nimete erdirdiğin kişilerin yoluna ilet. Şirke girdikleri için senden mahrum kalanların ve doğru yolda yürürken yolunu şaşıranların yolundan beni koru.
AYETE DERİNLEMESİNE BAKIŞ:
Buradaki şu inceliğe dikkat edelim; önceki ayetler çoğul edatıyla geldiği halde, bu ayetteki sunum tekil olarak gelmiştir. Çünkü tüm güzellikleri yaşayan bireysel hüviyete sahip olan kişi, bizzat bu ayetleri okuyandır.
Önceki ayetlerde işaret edilen çoğulluk, kişideki Allah’ın rububiyeti itibarıyla kendisine akseden tüm manaların, ayeti okuyanın bireysel olarak oluşturulan benliğinin bir birey olarak Allah’a, Allah’ın ulûhiyetini göz önüne alarak dua edip yalvarması olayıdır.
Şöyle deriz; Allah’ım nurundan bir şule olan benim varlığımda projekte edip nakşını işleyip açık ettiğin tüm mana bileşimlerinin zuhuru, bende nimete eren kişilerin bileşimi gibi olsun.
Çünkü kâfir olan kişiler dahi öz bileşimi çerçevesinde Allah’a boyun eğmiş durumdadır. Şeytanlaşmış tüm cin ve insanlar dahi boyun eğmiş durumdadır. Tüm zalimler de aynı şekilde öz bileşimleri ile hakka boyun eğmiş durumdadırlar. Çünkü tümünün esma bileşim nakışları onundur ve onun ilmi tümünü kuşatmış durumdadır.
İşte bu ayete baktığımızda ise durum biraz daha özele indirgeniyor. Ve şöyle diyor; “Siratellezine en amte aleyhim” yani Allah’ım nimete erenlerin yolunu bana ver. Yani diyoruz ki; Allah’ım senin bende oluşturduğun ve oluşturacağın esma bileşimi, nimete erenlerin ki gibi olsun.
Hem “Ğayril mağdubi aleyhim”, bu mana bileşimi ile oluşan bileşimim, şirk koştukları için senin gazap ettiğin kişilerin bileşimi gibi olmasın. Yani şirklerinden dolayı senden mahrum kalanların bileşimi gibi bir bileşimden beni koru.
Hem benim bu bileşimim “daaalliiin” yani doğru yol onlara tebliğ edildikten sonra dalalete sapanlar gibi bir bileşim de olmasın. Yani doğru yolda yürürken yolunu şaşıran kişiler gibi olmaktan da beni koru diyerek Allah’a sığınırız.
Bu ayette “daaalliiin” kelimesini okurken özellikle göz önünde bulundurmamız gereken temel husus şudur; daha önceki peygamberlerin öğrettikleri doğru istikametten sapan kişiler gibi sapmadan, insan için en ideal olan istikamette yaşamayı Allah’tan dilememizdir.
Hz. Musa aleyhisselamın yolundan sapan ve isimleri günümüzde Yahudi olan kişiler ile Hz. İsa aleyhisselamın yolundan sapan ve isimleri günümüzde Hristiyan olan kişiler gibi ben de yolumu şaşırmayayım.
Allah burada bize ihtarda bulunarak, hak yol olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretmiş olduğu tevhid çizgisinden sapmamak için her namazda bunu tekrar edip, saf ve duru olan fıtratı hatırlatan İslami inancımıza sahip çıkmamızdır.
Sonra âmin diyerek sureyi kapatıyoruz.
Fatiha suresindeki hissedilen esintilere Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin “Fatiha suresi Allah ile kul arasında bir tür sözleşme ve antlaşmadır” diye söylediği şu mübarek hadisi şerifi ile son verelim;
“Fatiha’yı okuyan kul, “El hamdu lillâhi rabbil âlemîn (âlemîne).” dediğinde Allah, ‘Kulum bana hamdetti’ der. Kul, “Er rahmânir rahîm(rahîmi).” deyince, ‘Kulum beni övdü’ der. Kul, “Mâliki yevmid dîn(dîni).” deyince, ‘Kulum beni yüceltti’ der. Kul, “İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn(nestaînu).” deyince, ‘Bu benimle kulum arasındadır, artık kulum ne isterse olacaktır’ der. Kul, “İhdinâs sırâtel mustakîm(mustakîme). Sırâtallezîne en’amte aleyhim gayril magdûbi aleyhim ve lâd dâllîn(dâllîne).“ deyince Cenâb-ı Hak, ‘İşte bu yalnızca kulum içindir, isteği yerine gelecektir’ der” (Müslim “Salât”, 38, 40).