Allah neyi sever? Allah neyi sevmez? İnsan Allah halifesi ve Allah’ın boyasıyla boyanmanın hakikati nedir? Şimdi bu konu hakkında biraz kâğıt karalayalım inşallah…
Kelime-i şehadette “abdu’hu ve resulu’hu” deriz. Buradaki kulluğu ve resulluğu “hu” ya bağlarsak, yani mutlak zata bağlarsak, önümüze bambaşka bir pencere açılacaktır.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, miraç anında kabı kavseyn halini yaşadı.
Kab-ı kavseyn hali kişideki tüm benliği yok eder ve tıpkı “Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet” in Allah ismini kendisine ayna yaptığı ve kendisini onda seyir ettiği gibi, kab-ı kavseyn halini yaşayan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizde de, yani hayal içindeki hayalde de kendisini birinci hayalde olduğu gibi seyir etmiştir.
Şimdi bu konuyu biraz daha genişletelim…
Abdullah dediğimizde sıfat boyutu itibariyle kul olan demektir. Abduhu dediğimizde ise zat boyutu itibariyle kul olan demektir. Zat itibariyle kulluğa eren ilk insan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir.
Onun ümmetin den o şerefi yaşayan fertler kıyamete dek var olacaklardır. Onun ümmetinin tüm fertleri dahi gözlerini o makama dikerek başını secdeye bırakır ve secdeye de miraç denmiştir. Kullukta son nokta işte bu noktadır.
O yüzden ayet der ki Allah ve resulünü ayırmayın. Yani “Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in seyir tecellisi Allah ve resulünde aynıdır. Makro ve mikro ama seyir tecellisi bakımından aynı tecelli…
Lakin insan bakımından bu seyir, Nur-i Muhammedi ile sınırlıdır. Yani Nur-i Muhammedi bakımından bu seyir aynı iken, Nur-i Muhammedi kapsamının dışında da insan gene de mahduttur. Allah için ise sınır veya hudut mevzubahis değildir.
Ayrıca bu olay, yaratım tecellisi olarak da aynı değildir. Zira insan yaratım bakımından da Allah’a muhtaç iken, Allah yaratımında hiç kimseye muhtaç değildir.
Ama konumuz bizim de içinde yer aldığımız Nur-i Muhammedi kapsamı olduğundan, bu içerikten bahsettiğimiz için, bizi ilgilendiren kapsam alanıyla Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz bizimle Allah arasında elçi olduğundan ayet der ki; “O yüzden o “heva”sından konuşmaz”.
Yani Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi konuşturan; direk “hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in, yani zatı mukaddes olan Allah’ın taa kendisidir.
Yani bizim kendimize çekidüzen vermemiz bakımından ve bizim gerekli olan amele bürünmemiz için; bize yapılan emir ve nehiy telkini itibariyle, önümüze çıkan bu kavramlardan gelen hitapları, ayrı ayrı görmeyelim.
Yani Sünnetullah ile sünneti resulü ayrı ayrı görmeyelim. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin büründüğü sünnet, Allah’ın sünnetinin taa kendisidir.
Yani seyir bakımından baktığımızda olay; “Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in kendi özündeki hazinenin seyir hallerinden başka değildir.
Hep çokluğa alıştığımız için gözümüze çokluk gibi gelir. Onun için subhanehu ve teâlâ deriz mutlak hüviyet sahibi olan “hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet” için.
Bu kısa bilgilerden sonra, gelelim Allah boyasıyla boyanmanın içeriğini izah etmeye…
Allah boyasıyla boyanmak, Yani “Hu isim zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”in seyri… Kısaca “hu”nun seyri… “Hu’nun Allah ismiyle isimlenip seyir etmesi… “Hu”nun insan ismiyle, Allah’a halife olarak bir tutam nurunun içeriğinden bir yaratık yaratıp onun ile de ondan ve onun gözüyle ve onun sahip olduğu benlikle seyir etmesi… Yani insanın kendi adına seyir etmesi… Ve insana önerilen Allah boyasıyla boyanmak mevzusu…
Konuyu bir örnek ile izah edelim… Şimdi bir ressam düşünenlim… Diyelim kendi resmini bir panoya çizdiğinde, kendi şeklini panoya aktardığı oranda başarılı sayılır ve ona göre seyirciden not alır.
Yani ressam kendi kopyasını ne kadar çok kendisine benzetse, o kadar çok başarılı olur. Ona göre de puan alır.
Şimdi konumuza dönelim… Allah şunu şunu şunu sever dediğimizde veya Allah şunu şunu şunu sevmez denildiğinde… Yani sen şunu şunu şunu yaparsan Allah boyasıyla daha çok boyanırsın… Şunu şunu şunu yaparsan Allah boyasından uzağa düşersin…
Şimdi ressamın çizdiği resme dönelim… Yarışmada ki ressam şunu şunu şunu yaparsa resim aslına yani ressama daha çok benzer yani daha çok yaklaşır ve öylece seyircinin anıları daha çok canlanır..
Yani Allah’ın sevmesi veya sevmemesi, bizim birini sevip sevmememiz gibi değil… Aşırı benzetseler mesela, aaa ressamın çizdiği kendi resmi adeta ressam olmuş denilir. Seyircinin resme baktığında, hafızasında adeta ressam canlanır. Ama seyirci de biliyor ki resim ressam değildir. Sadece seyri kesinleşir. Ama resmin netliği oranında ressamın şekline uygun olarak boyasıyla boyanmıştır.
Evet akla seyirci ressamın çizdiği öz resmine bakınca ressam geldi. Ama resim, ressam olamaz. Asla ressam olamaz.
İşte burada konumuza dönelim… Allah’ın bir şeyi sevmesi, yani sen öyle yaparsan Allah’ın boyasıyla boyanırsın. Öylece “hu”nun sendeki seyri de kesinleşir. Bu seyre binaen de zevk alman yükselir. Ama sen Allah olmuyorsun.
İnsan Allah’ın sevdiği şeyleri yaptıkça onun boyasına boyanmış oluyor ve hep canlı kalıyor.
İşte mesele şu… Hu adıyla işaret edilenin Allah ismiyle kendini seyir etmesi… Hu adıyla işaret edilenin insan ismiyle kendini seyir etmesi… İnsan Allah boyasıyla boyandıkça, “hu”nun insan ile seyri keskinleşir. Ama insan, Allah olmaz.
İşte mesele budur. İşte şimdi burada izah ettiğimiz bu konu en temel konudur.
Olaya daha çok vakıf olmamız için kısaca Nur-i Muhammedi’yi de izah edelim
Mutlak zat bizim her türlü tanıtımlarımızdan münezzeh olup kendi özünde bizim onun zatını tarif etmemiz için hiçbir tanım bizim için mevzubahis değildir.
Lakin mutlak zatın sahip olduğu ve bizde bizimle yarattığı sıfatlar vardır ki aynı sıfatların mutlak hali mutlak zat için de mevzubahistir. Lakin mutlak zat için mevcut olan bu sıfatların mutlak zat yönünde tarifleri bizim için gene de muhaldir.
Onun veçhinden yansıyan zati nuru vardır. Üzerine yayıldığı alana da lahuti âlem denir ki bunun da ne olduğunu bilemeyiz. Tümü gene de mutlak zat ile olup içeriği hakkında hiçbir tabir kullanılamaz. Zira bizim algılarımızın ve yaratılış hamurumuzun ötesinde olup onun hakkında yapacağımız tüm tanımlardan beridir.
İşte lâhut âlem denilen ve vecihten yansıyan nurun üzerine tutunduğu alan üzerinde mutlak nur hudutsuz ve tanımsın olarak yaygındır.
İşte bu yaygın nurdan yoğunluğu düşürülmek suretiyle alınan bir tutam nura Nur-i Muhammedi denir. Bu bir tutam nurun etrafına çizilen sınıra arş denir. Bu bir tutam nurun içeriği ile bizim mülahazalarımızın içeriği ve dışarısı olan tüm yaratılmışlar yaratılmıştır. İşte bu nur tüm yaratılmışların ana maddesidir. Bizde bu nurdan yaratılmışız bir şuleyiz.
Nur-i Muhammedi’yi çepeçevre saran Allah’ın mutlak nurudur. Ortada Nur-i Muhammedi… O, yaratılış hamurumuzdur… Mutlak zat, Allah ismiyle kendisini tanıtır. İşte Allah; Nuri Muhammedi’yi yaratır ve içinde de insanı yaratır.
Vecihten yansıyan mutlak nurun içinde yaratılan Nur-i Muhammedi ve dışa doğru arş, mutlak nur, vech, zat… Nur-i Muhammedi’den ve Nur-i Muhammedi’nin içinde yarattığı insana ruhundan üfler.
Bizim özümüz Muhammed’i nurdur. Kendisine halife eder. Kendi özellikleri ile boyar. Bu boyayı keskinleştir. Öylece senden de sonsuzluk seyrimi yaparım der. İnsan boyandıkça seyri keskinleşir.
En son gören gözü, duyan kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur. Yani zati seyir zevk haline erer. Ama kendi hüviyetinde… Çünkü asla Allah olmaz. Sınırlı insan yaratıldı. Çünkü nurundan nuruyla yarattı. Ama gene de hazinesi hadde hesaba gelmez.
Ne büyük nimet… Adam şekillerine büründükçe, seyircinin gözünde aslının seyri gibi zevk verir. Ama seyirci de biliyor ki aslı değil… İşte kâinattaki en büyük sır budur. Anlayana aşk olsun…
Allah her an nimetini tamam ettiği için de, “la havle ve la kuvvete illa billâh” zikrini unutan… Yani gaflete dalıp kendisini kendi malı sanan…
İşte yaratım özetimiz…