ZİKİR SANA CANDIR
Zikirleri okurken bilmemiz gereken şartlar ve dikkat etmemiz gereken temel unsurlar nelerdir?
Kur’an-ı Kerim’i anlamak için zikir okumak gerekli midir?
Hakka rağbet etmek zikirsiz olamaz mı?
Zikirleri okumanın hakikati nedir?
Zikirleri okurken bize akıntı nerden geliyor?
Zikir okurken mutlu olmamız için bizim dışımızdan bize bir şey mi ulaşıyor?
Gibi soruların cevaplarına ulaşmak için hep beraber biraz tefekküre dalalım…
Zikrullah ekberdir. Ama zikrullahı ruhi gelişim için okuduğumuzda, okumanın kaidelerine uymak zorundayız. Örneğin namaz kılarken namazın şart ve erkânlarına riayet ederek kılarız. Kafamıza göre uydurup kılamayız. Aynen bunun gibi zikirleri okurken de adap ve erkânına uymak zorundayız.
Esmâ-i hüsnâ zikirlerini okuyanların dikkat etmeleri gereken hususların başında ise, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bizlere öğrettiği duaları okuyarak; şeytandan, nefs-i emmâreden, vehimden ve diğer bizim sadrımıza yönlendilirmiş olumsuz zihinsel fikir oklarından korunarak, öylece zikirlere geçmektir.
Bizim hazırladığımız bu kitabın son bölümüne eklediğimiz zikir cetvelinde, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yaptığı bir takım duaları en başa alarak zikir düzenini oluşturduk.
Ayrıca zikredilecek Esmâ-i hüsnâ’lardan önce her esma grubunun başında “ALLAH” ismi okunmalıdır. Allah’ın özellikleri olan kavramların kullanım alanlarının değişkenliği insanlığın hafızalasını istila etmiş durumdadır.
Dünya konjonktürünün yani gelişen dünyevi zevklerin oluşturduğu durum ve şartların ortaya çıkardığı sonuç içerisinde oluşan yaşam kargaşası, insan ruhunu kendisine cezbeder olmuştur. Öylece mutlak yaratıcıdan uzaklaştırıp nefsine muti eylemiştir. Onun için de Allah zikriyle, nefsinden mutlak yaratıcıya doğru yeniden bir yol edinir. Daha sonra da Esmâ-i hüsnâ zikirlerine geçilir.
İnsanlık şuuru, dünya üzerinde oluşan ve Allah ile irtibattan çok nefsiyle etkileşimde bulunan kişilerin şuursal dalgalarının yaydığı ruhsal titreşimler, her an insanların sadrına ulaşmakta ve gönül dünyalarını bulandırmaktadır.
Bu hususa Nas suresinin 5. Ve 6. ayetlerinde şöyle işaret eder; [“İnsanların kalplerine üfleyen o sinsi şeytanın.” “Ki o, cinlerden de olur, insanlardan da.”] Zikri yapılan Esmâ-i hüsnâ okumalarından önce korunma duaları ve Allah zikri okunmazsa, kişi bu olumsuz etkileşimlere maruz kalır. Bu ise kişiyi derde, kedere ve bilinmezliğe sürükler.
İşte tüm dışsal baskıları devre dışı edip zihinde canlanacak mananın Allah’a aidiyetini nefse ve bilince aktarmak için, her Esmâ-i hüsnâ zikrinin evvelinde Allah zikrini yapmak şarttır. İnsan bilincinin rahman olan Allah ile iletişimde olması için zikir okunması gerekir. Zira zikir, tefekkürü doğurur. Zikir ve tefekkür beraber geliştiğinde ise, şükrü oluşur. İşte tüm kitaplarda yazılanlar, tefekkür melekemizi yüceltmek içindir.
Eğer zikir olmazsa, tüm okuduklarını afakta seyre kalkışıp enfusunda seyretmeyi unutursun. Bu fıtri bir husustur ki ötesi mevcut değildir. İşte zikir, nefsanî olan seyr-i sülûkü tamamlamak için şarttır. Zikrin sonucu kişide oluşan tefekkürle enfusi şükür kişiden bizzat açığa çıkar. Öylece afakî bakışın önündeki perdeler teker teker açılır. Öylece seyr-i sülûk yolunda hedefe ulaşılmış olur. İşte seyr-i sülûkü tamamlamak için, yani enfusi seyre dalıp afaka öylece nazar edebilmek için, zikir yapmak şarttır. Yoksa tüm hitaplar temennide kalacak ve hayat bulamayacaktır.
Şöyle OL, böyle OL, kalbinde şunu hissederek huzurlu OL, dürüst OL, rahmetli OL vs vs vs gibi birçok tavsiyeleri duyarız. Garibanım bakiyor ki “OL”muyor boşveriyor. Önce onun “OL”ması için gerekeni anlat. “OL”mak için gerekli zikirleri öner, bak bakalım nasıl “OL”uyor. Şöyle böyle OL demekle OL”unmuyor maalesef. Evet, “OL”mak için zikir şarttır.
Öncelikle bilelim ki; her yaratılan varlık, varlığını ve benliğini oluşturan hem hakikati ve öz cevheri olan doksan dokuz Esmâ-i hüsnâ ile içeriği tanıtılan nurun, bir tutamının yoğunluğunu düşürüp onunla “BEN MERKEZİ OLUŞTURULMAK SURETİYLE” bileşim halinde, bir merkez noktaya yansıması ile kişilik nefsi yani birimselliği oluşur.
Kişinin hedefinde deruni maksatlara ulaşmak yok ise, zaten bir ilmihal kitabı onun işini görür. Onun ile harfiyen amel edip ebedi hüsrandan kurtulur. Ama maksadı ötelere geçmek ise, işte o zaman kafasına göre değil, olayı anlayan bir Allah dostuna müracaat etmesi şart olur. Rastgele zikir ile deruni sırlara ulaşamazsın.
Bir yüksek bilinç sahibi kişinin seninle iletişim kura bilmesi için. Onun ile aynı güzergâhta olmalısın. İşte bilinç yapısı düşük iken senin nurunun üstü olan kişi, seninle irtibat kuramazken, az bir çalışma ile aynı dengeye ulaşırsın. Öylece senin üzerinde gayrı ihtiyari yani sen farkında olmasan da manevi operasyon başlar. Kalbinde aldığın marifet nuruyla da aydınlanırsın. Yoksa dünyanı ona sorar ve dünyana dair bir şeyler edinir ve bunu da marifet sanırsın.
Bu konuda Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin meşhur olan şu hadisi yol göstericidir; Hz. Peygamber (sav), aşılama yapan bir topluluğa uğradı. Onlara ‘Siz bunu yapmamış olsanız da hurma olur!’ buyurdu. O sene hurmalar koruk çıkardılar iyi bir verim alınamadı. Hz. Peygamber (sav), hâsılat zamanı onlara tekrar uğradı ve “Hurmalarınız ne durumdadır?” diye sordu. Onlar da “Şöyle şöyle buyurmuştunuz, biz de öyle yaptık ve sonuç böyle oldu” dediler. Bunun üzerine Resûlûllah: “Siz dünyanızın işini daha iyi bilirsiniz.” dedi. (Müslim, Fedail, 141)
İşte tarikat yolunda çalışma yapana rehber şarttır. Çünkü tarikat yoluna giren kişinin zikirle, riyazatla ve tefekkürle ihtisaslaşan kalbi duygularına, bin bir türlü vehim ve vesvese gelmeye başlar. İşte bu noktada eğer ki; kişinin rehberi yoksa çok şirin gözüken şeytan, çok kolay bir şekilde kişiyi aldatır. Kişi kendisini şeytana kaptırırsa, onun oyuncağı olmaya başlar. İşte onun için tarikat yolunda yürürken bir yol arkadaşına ihtiyaç duyulur. Bu yol arkadaşına da, insanlar çeşitli isimler vermişlerdir. Bu isimlerin başında murşid veya pir gibi isimler gelir.
Ama tarikat yoluna girmeyip şeriatın bildirdiği yolda sağlam bir imanla yürürse, yazılanları tercüme eden mütercim dışında hiç kimseye ihtiyacı yoktur. Çünkü orada yap ve yapma vardır. Ama tarikat yoluna girmeyen şunu da unutmasın ki; kaybedeceği şeylerin haddi ve hesabı yoktur. Ayrıca tarikat derken amacımız, kurumsallaşarak cemaatleşen tarikatlar değildir. Tarikat, kişinin özüne doğru yolculukta yürüdüğü yolda ihtisaslaşmaya denir.
Burada mürşid aramak gerekli midir? Veya mürşide ihtiyaç duymadan önce, hangi hallere ulaşan mürşidle karşılaşır? Gibi sorular akla gelir. Kesinlikle bil ki; sen mürşit aramayacaksın. Sen mürşidi ararsan, arayan sen olduğun için yani nefsi bencilliğin devrede olacağı için bulamazsın. Çıkar senli ve benli düşünceyi aradan, işte o zaman mürşidini tam karşında bulacaksın. Seni hak yolunda irşad eden yani aydınlatan murşidin; bazen bir insandan sana hitap edecek. Bazen bir taştan hitap edecek. Bazen de sudan hitap edecek.
Nereden ve nasıl hitap gelirse gelsin, sakın ha hiçbirine tutsak olma. Zira tutsak olduğun şey, seni sınırlayacak ve gelişmeni engelleyecektir. Ama hitap yerine saygı duy sakın ha orayı incitme. Zira incitirsen, sana o kapı kapanacaktır. İşte mana yolunun bir edebi de budur.
Yunus’un şeyhi Yunus’u kırk yıldan sonra yanından kovmuştur. Yoksa Yunus özgürleşemeyecekti. Çünkü Allah’ın düzenine göre insanın gelişiminde, koyun ve çobanlık yoktur. Özgür bireyler vardır. Allah, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi çoban ve kendisini de koyun gibi gören şahısları veya sahabelere o gözle bakan ecnebileri ayetle ihtar etti. Resule nazır yani gözetmen olarak bakın dedi.
Mana yolunda yolcu olana vird yani günlük eşit şekilde düzenli olarak zikir okumak şarttır. Bakın tarihteki evliyaya, tümü zikir okumuştur. Zikirle ve ilimle hemhal olmadan eren birini göremezsiniz. Hatta bazısı o kadar okumuş ki parmakları oluklaşmış.
Zikirleri okumak nefse çok ağır gelir. Çünkü nefis, istifini bozmadan ve rahatını kaçırmadan, kendisine havadan gelmesini bekler. Havadan gelmez azizim, nefsini ikna et ki, boşuna beklemeyesin. De ki ey nefsim; zikrin düzenli ve daimi olsun. İşte o zaman kanatlanırsın.
Her bir alanda, hülya ve seraplara doğru fikirleri kanatlandırıp içselleştirmek için zikir okumak şarttır. Kalbin kendisini fikre kapatırsa, seraplara güler ve hülyaları teper. Düşlerin daim olsun ki, fikirlerin dirilsin. Öylece kalbin hikmete amade olsun. Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmamıştır. Hatta hatta serap bile kişiye gayret katar. İşte Hacer annemiz bize en büyük örnektir. Serap ona zemzemi sundu. İşte seraplar da boşuna değilmiş. Hülyanın gücüne güç katarmış. Kişinin emeline merhem olurmuş. Hülyadan hülyaya uçarken, serap serap oldu tepeler. Tepeden hülyaya erince ise, ayağının altından su fışkırır İsmail’in. İşte zikrin ve fikrin birleşmesiyle suyla buluşmuş olursun. Oysaki serapla başlamıştı tüm hikâye.
Kendisini şeytana kaptıran kişinin, isteğini karşısındakine kabul ettirmesi ve haktan caydırması bayağı kolaydır. Çünkü aynı anda üç kişi bir kişiye saldırır. Bunlar; şeytanlaşmış somut şeytan(insan), şeytanlaşmış insanın adeta ikizi olan cinni şeytan ve kandırmaya çalıştığı insanın yoldaşı olan cinni şeytan. Çünkü her insana zaten yoldaş olan bir cinni şeytan her hal ve şartta mevcuttur. Ve sürekli bize fısıltı verir durur.
Bu konudaki şu ayete kulak verelim; ” Şeytandan sana bir dürtü (vesvese) gelirse, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğunda, tezekkür ederler (düşünürler, Allah’ı anarlar, azabını hatırlarlar…) O zaman artık onlar, gerçekleri görenler haline gelirler.” (A’raf, 7/200-201)
Her insana musallat olan şeytanlar vardır. Nitekim bu konuda şöyle bir hadis-i şerif vardır: “Benim şeytanım bana teslim oldu.” (Tirmizi, Rada 17; Müsned, III / 309) Bu hadisin arapça metninde geçen “esleme” kelimesi hem teslim olup boyun eğmeye mecbur oldu, hem de Müslüman oldu manalarına gelmektedir. Buradaki izah, şeytanının Müslüman olması anlamında değil, “boyun eğip teslim oldu” anlamındadır. Çünkü şeytanın cevheri bozulduğundan Müslüman olması söz konusu değildir. Yani insan şeytana teslim olmadığında, şeytan insana teslim olur. Ama Müslüman olmaz. Eğer ki, bir gevşeklik gösterip hakka riayetten uzaklaşırsak, şeytaniyeti fısıldayan cinni şeytan, gene de faal olacaktır.
Şeytani kuvveye karşı direnmek için ise, semavi nurla desteklenen güçlü bir iradeye ihtiyaç vardır. İradeyi semavi nur ile desteklemek için, dinde farz edilen ile yasaklanan hususlara riayet etmekle birlikte, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğrettiği duaları ve Esmâ-i hüsnâ ile tanıtılan Allah’ın varlık üzerinde direk dokumasını gerçekleştirdiği kuvvelerin yani müsemmaların isimlerinin zikirlerini, gücümüz nisbetinde günlük olarak düzenli ve planlı bir şekilde zikretmeliyiz.
Ayrıca Rabb-ul Âlemin’in sonsuz ve sınırsız olan ve aslında bir kelimeden oluşan ve bize göre açılımı uzanıp giden ve hakikatı sessiz sözsüz kelamını okumak ve anlamak için de, bilinç dünyamızı dünyevi hezimetten kurtarmamız gerekir. Bilincimizi kaplayan necaseti paklamamız gerekir.
Zaten arınmayan el süremez ki o mukaddes kelama. İşte arınmak paklanmak için de zikir okumak şarttır. Çünkü zikir olmadan ayetlerin ihtiva ettiği anlam derinlikleri hakkında fikirler, kalbe akmaz. Fikir olmadan da, Allah’ın insana vermek istediği anlam inceliklerine ulaşılamaz. Ulaşılamadığı için de, nefsanî hareket ederek ve birçok yanlış bilgiyle donanıp yürümek isteyecektir. Öylece yanlış saplantılara sapıp nefsini Allah ile aldatarak işin hakikatinden uzaklaşacaktır.
Nefsini doğru yolda tutmayıp hakikatinden uzaklaşmak suretiyle günaha dalıp, nasıl olsa Allah affeder diyerek kendilerini Allah ile aldatanlar, birçok fikirle kendilerini avuturlar. Hayallerinde canlandırıp öylece kendilerini donanımlı sanırlar. Oysaki Muhammedi sünnete uymayan her bir fikir, kalbe akan şeytani ilhamlardan öte bir şey değildir.
Kalbe akan ilham, düz bakışla mantıklı da gelse, eğer ki sünneti seniyyeye uymazsa, işte o fikir kişiyi ülvileştirmeyecektir. Onun için de yegâne hakem, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Bu hakemliği ortadan kaldıranlar ise, üzerinde yürünülmesi gereken yoldan uzaklaşmışlardır. Elbette Kur’an-ı Kerim’i okumak da zikirdir. Anlamını bilmesek de okumaya devam edeceğiz. Kişi ayetleri okurken, ayetlerin anlam inceliklerine ulaşması için, tahir olması esastır. Tahir olmak için de, zikir ile hemhal olmak gerekir.
Yani gerçek şu ki; ilahi kelamın hakkını vermek suretiyle hissedişe kavuşmak için, zikir yapmak şarttır. Yoksa toplumsal dedikodularla vakit harcanacaktır. Ayetlerin vermek istediği esas mesaja inilemeyecek ve Allah kelamının dokunuşundan mahrum kalınacaktır.
Toplumsal dedikodular boş davuldan öte değildir. Gerçek olan ise, yürüyen Kur’an’dır. Onun sünneti ise, yaşam alanıdır. Sünnetine yüz çeviren, yürüyen Kur’an’dan yüz çevirmiştir.
Mesele şu ki; zikir okuyan dirilir “Zikir de ne oluyor?” diyip okumaktan imtina edenler ise, ölü kalır. Onun için de gerçekleri hakkıyla hissetmek için zikir şarttır. Öze götüren ilmi yaşamadan, hissetmeden ve hatta ilgilenmeden ilmi dillendiren dile dil uzatmak ise, en büyük bahtsızlıktır. İnsan, zikirle kendi rububiyet alanını genişletip Rabb-ul Erbaba yaklaştıkça yaklaşır. Yoksa dünyaya geliş amacı kalmaz ve dünya bir tiyatro sahnesindeki oyuna dönüşür.
Oysaki Allah’ın yaratımında oyun ve eğlence yoktur. Ciddi bir yaratım ve sebep sonuç ilişkisinde oluşan âlemler ve âlemlerin inmüzeci yani özeti olan insan yaratılmış ve varoluş sünnetine tabi edilmiştir. İşte bu yaratımda insanın, ölüm ötesinde ortalıkta terk edilmemesi için, varoluş sünnetine uyup birikim yapması şarttır.
İşte insan en önemli birikimini, zikir çalışması ile yapar. Zikir, bizden bize olacak şekilde, hakkın yaratımının tecellisidir. Çünkü dışsal veya içsel katkı sağlayıcı başka bir makam yoktur ki, bize afakımızdan bir şeyler versin. Ne varsa özümüze ekilmiş ve bizden yeşertilmesi istenilmiştir. İşte bu ekim alanı bizim rububiyet alanımızdır ki, tümü bizden bizedir. Bu hakikate rağmen kesinlikle bilelim ki Allah; “SUBHANE RABBİYEL Â’L”dır.
Bizler sadece rahman olan Allah’ın kulu olarak, lazım olan tüm gerekli rızıkla donatılmış bir vaziyette var edilmişiz. Yaptığımız amellerle rahmaniyet makamından alırız ince ışıltıyı, öylece diriltiriz bizdeki saklı olan ekimi. Tüm amellerde bizdeki ince sevdaya dokunan el, bizdeki nuru önümüze serer. Bazen dışarıdan bir el uzanır taa gönlümüze, uyandırır ekilen tohumcukları. İçimize bir sevgi girer de kaynağını bilemez oluruz. Oysaki bizdekine dokunulmuştu. İşte bu dokunuş için de içimiz hazır olmalıdır ki hakka rağbetimiz hedefine ulaşsın.
İşte hakka rağbet kendi kendine oluşmaz. Rağbetin oluşması için zikir şarttır. Zikirsiz bir adım dahi yürümek muhaldir. Yani bir elin bize dokunması için zikir yapmak esastır. Yoksa kendine uzanan bir el bulamazsın. Onun için de tüm mana öğretilerinde, zikrin devamına parmak basılmış ve insanlar zikre yönlendirilmişlerdir.
Bilelim ki, hakka rücunun olması ve gönlümüze hak sevdasının verilmesi için zikir, tefekkür ve şükür şarttır. Yoksa edinilen tüm kazanımlar beğeniden öteye gitmeyecektir. Beğeniden de kişiye hiç bir hâsılat ulaşmaz. Günübirlik zevklenir ve edindiği zevkler de kaybolur gider.
Zikrullah yani Allah’ın zikrinin en önemli unsuru, zikirlere devam eden kişinin üretime geçiş için kendisinde kuvve hissetmesidir. Kişi özünden kuvve hissetmeden hiçbir şey üretemez. Zikretmeden de içsel kuvvelerinin uyanışı mümkün değildir. Bu dünyevi oluşlar için de aynen geçerlidir.
“Kafanı çalıştır ve icat et” denildiğinde, kişinin kafasını yoğun bir şekilde herhangi bir düşünce uğrunda çalıştırması, kişinin mevzubahis olan iş hakkında aşırı olarak zihninde tekrar yapması da, bir zikir olarak önümüze çıkar. Maddi, manevi, zihinsel, ruhsal, dünyevi, uhrevi her şeyi evet her şeyi ancak zikirle oluştururuz. Kişi ekseriyetinde ise, zikir yaptığının farkında değildir. Kişinin zikir yaptığının farkında olmaması olayı, en çok dünyevi planlar için mevzubahistir. Oysaki düşünce alanımızda üzerinde yoğunlaştığımız her plan, bizim için bir zikirdir.
Örneğin bir ev yapmak isteyen usta, günlerce inşaatının yapılışını zihninde canlandırır. Sonra da işe koyulur. İşte yoluna revan olunan emele ulaşmak için yapılan canlandırma da, usta için bir zikirdi. Bir öğrencinin, başarı elde etmek istediği derste birçok soru çözüp, soru çözmede zihnini geliştirip pratikleştirmesi de, kendi çapında bir zikirdir. Yani aynı formülü farklı sorularda defalarca çözerek, istenilen kıvamı zihninde melekeleştirir.
Zikretmek, madden ve manen yani fiziksel ve zihinsel bir hizmet ve üretim biçimidir. Ayetlere dikkat ettiğimizde ise, “ZİKRULLAHİ EKBER” olarak bize en büyük zikir bildirilmiştir. Çünkü esas kurtuluş ebediyettedir. Zikrullah ise, ebediyetimizi cennete çevirecektir.
Zikrullahtan uzak kalan ise, fasid bir dairede ömrünü tüketir. Özüne eremez olur. Çünkü öze dışarıdan erilmez. Ermek erimektir ki bu hal dışarıdan bilinmez. Eriyen ise zaten hiç bilinmez. Hatta hatta buharlaşarak olur görünmez.
Emelinde kıvrılan yay gibi kıvrılmadıkça hedefine ulaşamazsın. Yani zikrinle bütünleş ki hedefe varasın. Öylece huzura eresin. Zikirle hep huzurda ol. Zira namazdan önce huzurda olmayan, namazda da huzurda olamayacaktır.
Zikirler ile kişi kargaşadan soyutlanıp büyük resmi görmeye başlar. Gündelik kargaşadan arınıp büyük resmi keşif eden Allah’ın kulları her an mevcutturlar.
Maddi abdest aldığımız gibi, manevi abdesti de alalım. Manevi abdest, bilincinden Allah yanısıra her şeyi yıkamaktır atmaktır. Bu çok zor gelebilir. Madem bu yıkama çok zor, o zaman en azından teyemmüm al. Manevi teyemmüm, masivanın üzerini ince bir toz tabakasıyla örtmendir.
Maddi abdesti her kişi alır. Manevi abdesti ise, er kişi alır. İşte mutlak seyrin oluşumu için manevi temizlik şarttır. O da zikirde devamla oluşur. Kişiyi bir anda alıp hakikate erdirecek sihirli bir değnek yoktur. Temizlenen ve marifete ermek için didinen,emeline kavuşacaktır. Çünkü, ayet der ki; kişiye ancak çalışmasının karşılığı verilecektir.
Zikirde daim olmanın sonucunda seyre başlarsın. Seyirle beraber sukut-i hayallere uğrarsın. İşte Allah’ın zuhur ettiği her tecelliyi seyrettiğinde ise, sükût-i hayali yaşayacak ve hayretine hayret katacaksın. Çünkü Allah’ın işi gariptir kula göre. Kul olanı görünce sukut-i hayalle buluşur kendi indinde. Öylece zevke ram olarak seyrine muttali olur. Sahip yani malik dilediğini yapıyor. Zikirde ram olmayan ise, niye böyle diye isyan ediyor. İşte olayı idrak edememekteki tüm mesele, zikirden uzak yaşamakla oluyor.
Kur’an/okunan yani insandan okunan Allah’ın düzenini bir okusak, işte o zaman zikre eman vermez oluruz. Çünkü tüm hazinenin zikrullahda saklı olduğunu anlamış oluruz.
Eğer zikir terkedilirse herşey aslına döner. Zikir devam ederse zikir istikametinde değişim devam eder. İşte tüm bu değişim kişinin derunundan ulaşan rahmani el ile olacaktır.
Zikrullahtan yoksun olan kişinin ne kadar dünyevi malı olursa olsun, biraz daha olsun der, ona göre de harcama hırçınlığı artacak ve mutluluğu da gittikçe azalacaktır.
Velhasıl iman ve getirisi olan zikir olmadan insan asla mutlu olmayacaktır. Tüm mutluluk muştusunu senle senden yarattı yaradan. Kendini çıkar aradan. Hicret et buralardan. Rabbe verdiğin sözde dur ey adam.