ZİKİR SANA CANDIR
Kişiliğin hakikati ve zikirlerin sağladığı avantajlar hakkında izahatlar.
Öncelikle bilelim ki; zikirle, “LEYLE” ulaşmak ve “KADRI” yaşamak için kişinin önü açılır.
Leyl, hiçbir düşüncenin kalmadığı sırf Allah zatı cemalinin seyredildiği kesret âleminin mutlak yokluğunu hissediş anıdır. Kadr ise, bu halden sonra doğan sonsuz sınırsız ekberiyet güneşidir. Şimdi ise, bizde rububiyet mertebesi işbaşında.
Rububiyet alanımızı yani terbiye içeriğimizi şekillendiren ve Esmâ-i hüsnâ isimleriyle tanıtılan müsemmalar, tüm yapımızın içeriğini dokuyup şekillendirdiği için, tümünün işaret kapsamı her birimizde sınırlı bir halde işlevdedir. Biz tüm bencilliğimizden geçip bileşkemizin istemlerini az bir süre için dahi olsa kapatırsak, leyl hali yani ışıksız hal oluşur. Çünkü oluşan Esmâ-i hüsnâ dokumasının bileşimi, bizde benliğe bürünerek var edildiği için, içeriğinin yoğunluk bileşimine göre illaki bir şeyler arzulayacaktır. Bu arzu ile kendisine ışık yansıyacak ve istemeye koyulacaktır. Ama leyl hali karanlık olduğu için, istek de olmayacaktır.
İşte benliğin arzusunun bitim noktası, sonsuzluk noktasıdır. Sonra Allah, hududsuz nuruyla semamıza tecelli eder. Müthiş bir sıkışma hali oluşur. Buna kadr anı denir. İşte o ana şahit olmakla kişiye bin aylık semere hâsıl olur. Elbette bu hal her an oluşmaz. Şevkin doruğunda olana Allah lütuf eder. İşte bu hal, daha çok Ramazan’ın son on gecesinde oluşur. Zikir, öncelikle kişide bu halin peydahlanması için önayaktır. Zikir ile kişi, Allah’ın ulûhiyetinin ve rububiyetinin farkındalığına erer. Hem Allah’ın melikiyetinin gereksinimlerini yaşamında uygularken, hiç sıkılmadan zevkle yerine getirmeye başlar.
Rububiyet, Rabb-ul Âlemin ve Rabb-ul Has olmak üzere iki şekilde değerlendirilebilir. Mutlak rububiyet alanı veya RABB-UL ERBAB veya RABB-UL ÂLEMİN isimleri ile tanım yaptığımız müsemma; kendinden kendine diyebileceğimiz bir tarzda, Allah’ın vechinden yansıyan ve tüm müşahede âleminin tükenmez kaynağını teşkil eden ve bu kaynaktan her bir müşahede noktasına ulaşan mutlak nurun dokumasına verilen isimdir. Şöyle de diyebiliriz; tüm âlemleri oluşturan dokumanın barındırdığı terbiyeyi ve kıvamı teşkil eden Allah’ın sıfatına verilen isimdir. Yani mutlak rububiyet alanı; her bir bireyin terbiyesini ve kıvamını dokuyarak oluşturan ve sınırsız olan nurun içeriğindeki manalara verilen isimlerin, sonsuz ve sınırsız olduğu esma boyutunu ifade eder.
Rabb-ul has ise; melek, insan, cin, hayvan ve diğer her bir varlığın dokumasını yapmak suretiyle oluşumunu başlatan ve Allah isimleri ile bize tanıtılan müsemmaların, levha üzerinde oluşan yazılımın, ferş üzerinde dilenilen kıvamı oluşturarak bileşke şeklinde yaratılan ve öylece yaratılması planlanan her bir varlığı şekillendirerek meydana getiren ve bireysel olarak her bir varlıkta ayrı ayrı yaratım alanını oluşturan, müşahede alanındaki katmana veya bireysel semâya verilen isimdir.
Ulûhiyet ise; RABB-UL ÂLEMİNİN yarattığı her bir yaratımının yani RABB-UL HAS’SI olarak oluşumunu gerçekleştirdiği ve öylece kesret âleminde var eylediği her bir bireyin, “Allah’ın zatının vechinden yansıyan nurun içeriğine verilen isimlerin sonsuz ve sınırsız olduğu ve esma boyutunun dahi dayandığı şekilsiz ve tanımsız olan vechin sahibinin” mutlak hâkimiyetine yönelimine ve muhtaciyetine verilen isim olarak kulun iç haletini ifade eden bir tanımlamadır. Bu tanımlama ile “kişi ve ilahı” kavramı ortaya çıkar. Bunun sonucu olarak kişi, kelime-i tevhidi okuyarak “LA İLAHE İLLELLAH” der.
Mutlak rububiyette bileşimsizlik ve hududsuzluk vardır. Ulûhiyette ise tanımsızlık vardır. İşte ulûhiyeti mutlak rububiyet olan Rabb-ul Âlemin’in varlıkla ilişkisi olarak zannetmek ise, çok büyük bir gaflettir. Rabb-ul has ile sonlu ve sınırlı olan ve varlığı terbiye edilen kişinin rububiyet dairesine işaret edilir. İşte Rabbimiz dediğimizde bizdeki her bir ESMÂ-İ HÜSNÂ’NIN yapmış olduğu dokumanın açılım miktarı kadar, bizde oluşan bileşkeye işaret ederiz. Bu kişiye has olup her bir bireyde oransal olarak değişkendir. Rabb-ul Âlemin dediğimizde ise, sonsuz ve sınırsız nurun sahibi olan Allah’ın mutlak nuruna işaret vardır. Allah herkesin Rabbi olduğu için de hepimizin Rabbi Allah’tır. Her birimizin terkibi ayrı olması cihetiyle de “Rabb-ul has”ımız ayrı ayrıdır. Çünkü Allah’ın nuruyla her birimizin ferşimizi dokuması, yani her birimizin karışım miktarı değişkendir. Örneğin her insanda merhamet aynı değildir. Birisi acımasızdır. Ona katı kalpli deriz. Biri ise, asla zulüm etmez herkese el uzatır, ona merhametli deriz. Rezzak adı açılımı ile biri elindeki kuru ekmeği açlığına rağmen paylaşır. Diğeri ise, tıka basa yer hiç kimseye teklif bile etmez.
İşte her bir varlığın oluşumu ile başlayan ve Allah isimlerinin bir bileşke şekline girdiği katmana göre şekil alan kişisel rububiyet dairesi, içeriğinin oransal miktarlarına göre bireylere şekil verir. Onun için de, her birim ayrı bir huy ve ahlakta ve hatta hatta vücut yapısında olur. İşte bu oluş, tüm isimler için aynen böyle hâsıl olmaktadır. İşte bu bakış da kişinin sıfatlarına şekil verir. Örneğin bir kişinin iradesi çok geniş ve kuvvetli iken, diğerinin iradesi ise, zayıf olur. İşte bu oluşumlara rububiyet mertebesi denir.
“Allah-u Ekber” dediğimizde ise, şunu demek isteriz; Allah mutlak ulûhiyet sahibi olarak, rububiyet sıfatı sonucu var eylediği tüm yarattıklarından büyüktür. Bu büyüklük mukayesesi, nispi olmayıp sahip olunan kudret bakımındandır. Zira mahlûkatın nispi bir mevcudiyeti söz konusu değildir. Çünkü mutlak vacibü-l vücut olan sadece Allah’tır. Tüm yaratılmışlar, gölge benlik sahibi olarak yaratıcısı ile muhatap edilmişlerdir. İşte burada dahi ikilik hissi mevzubahistir ki, ortada benlik verilerek yaratılan mahlûkat söz konusudur. Dolayısıyla “Allah-u Ekber” denildiğine, Allah’ın büyüklüğü karşısında kendisine benlik verilerek yaratılan her bir varlık, biçare olup yaratıcısı önünde acizdir. Bu duygulara varmak, kişiye çok değişik ruh halini yükler. İşte tüm bu duyguların künhü, kişide ancak zikirlerle temaşa edilir.
Allah’ım seni çok seviyorum dediğimizde ise, onun hududsuz özelliklerine bakıp gözümüz kamaşır. İşte bu göz kamaşmasına binaen sahip olduğumuz sınırlı bileşkemizin çemberini genişletmek için hep çalışıyoruz. Bu çalışmayı yaparken o hududsuz nur ile nurumuzu senkronize etmek için çabalıyoruz. Bunu dillendirmek için de besmeleyi okuyup bunu canlandırırız. Bu canlandırma ile kişide Allah sevgisinin şiddeti en zirve olur. İşte “Allah’ım seni seviyorum” dediğimizde kuru laf değil, özümüzde bulunan sonsuz ve sınırsız manalara doğru gitmek için elimizden geleni yapmaktır.
Cüz-i irade konusu burada devrede olur. Zira kişi kendisinde irade hissetmeli ki, istek oluşsun ve amellerde bulunsun. Sonuçta sende bir irade var ve bunu sonuna kadar kullanacaksın. Örneğin şimdi yürüyorum. Çünkü Allah’ın Esmâ-i hüsnâ’sı o şekilde bende tecelli ediyor. Ama yürüyen bu sanal benliktir, hâşâ Allah değildir. İnsanın işlediği fiili Allah’a ait bir fiilmiş gibi düşünmek kadar bir düşüncesizlik olamaz.
Diye bilirsin ki, yürüdüğünü zan ediyorsun. Yürüten sana bunu “yaşatıyor” sende seyreden de o, fiili ve seni yaratan da o ise, benliğinde onun malı ise, o zaman aslında yürüyen kim? İşte bu noktada bil ki yürüyen Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin kişilik ferşinin üzerine oluşturduğu dokuması. Ama bu dokuma ile seyir etme kabiliyetine sahip olan, Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin yaptığı dokuma. Biraz düşünsenize oluşan muazzam dokuma ile Onun adına seyir eder. İşte İnsan farkı buradadır.
Seyreden “bir insan var” birde “kendisi var” şeklinde düşünmeyelim. Zira insanın seyri, onun sanatının temaşasından başka bir şey değildir. Çünkü mutlak seyir sadece Allah’a aittir. Yaratır ve yarattığını seyreder. Mutlak seyre mutlak yaratım da diyebiliriz. İşte Allah’ın mutlak yaratımını, insan kendisine verilen benlik vasıtasıyla seyredip zevkine erer.
Allah; hem kendi yaratımı olan insanı ve hem de insanın yaptığı tüm seyri meydana getirmiştir. İnsan; bir sanal benlikle yaratılıp adeta ikinci varlık hüviyeti kendisine sunulup, daha sonra da ruhundan üfleyip kendisine sonsuzluk bakış nazariyesi verilerek kayıtsızlık hissiyatı ile donatılmıştır. İşte bu hissiyattan dolayı, O’nun sanatının seyrine kayıtsız bir hal ile dalarak, O’nun kudretinin azametine gark olur. İnsan bu sonsuz azamete gark olabildiğinden Allah’a halife olmuştur.
Halifeliğin de mertebeleri vardır. Kesrette mutlak bir sanal BENlikle var edilen insan, fiiler âleminden de seyreder, esma âleminden de seyreder, sıfat âleminden de seyreder, zat âleminden de seyreder. Olayı bilmeyenler, seyre dalınca, Allah’lık davasına girişirler. Olayı fark eden ise, acizliğini fark edip Allah’ın önünde secdeye varır.
İnsana sanal benlik ve irade verdiği için de, insan onun adıyla fiillerini işleyip adına seyir etmektedir. İnsanın seyri de, aslında gene de kendisinin seyridir. Zira insana seyir etme yeteneğini veren mutlak kudret sahibi gene de odur. İnsanın eline kendi kendini programlama yetkisi verildiği için, kendi seyir mahallini türlü türlü değişime ulaştırabilmektedir. İşte değişik bileşkelere ulaşım gücü insana verildiği için de, insan bunu sanal benliği ile seyir alanında sergiler.
İnsan, sergilediği hususlarla da mutlu veya mutsuz olur. Burada mutluluk veya mutsuzluk kişi içindir. Allah için sadece yarattıkları vardır. İşte insanın hissettiği mutluluğu veya mutsuzluğu Allah, yarattığı yaratımını insanla beraber, yani yarattığı insanın gözüyle kendi yaratımlarını seyir etmekte ve insanın irade ettiğini de, insan için yaratmaktadır. İşte mutlak olarak kendi kendisinin nurunun içeriğini seyrediyor. İnsan ise, seyrini onun adına seyrediyor, onun kuvvet ve kudretiyle de yapacağı fiili işliyor. İşte insan, seyreden varlıktır. Mutlak kuvvet sahibi olan Allah ise, yarattığını araya koyup kendi namına ona seyrettiriyor. Tüm bu anlatımlardan anlaşıldığı gibi, aslında mutlak seyreden MALİK-ÜL MÜLK olan Allah’tır.
Ayrıca burada fark etmemiz gereken çok ince bir nokta vardır. Biz HU işaret zamiri ile işaret ettiğimiz mutlak hüviyet ile Allah ismini bir birine karıştırıyoruz. Sadece HU dediğimizde evet olay seyrin sahibi olan Allah’tır denilir. Biraz dikkat edersek, insan HU ya -hâşâ- halife değil. HU ya kul dur. Allah ismiyle “kendisini yaptığı tanıtım” kadar da ona “halife”dir. Allah, nasıl ki tüm melekeleriyle istediği bileşkeyi oluşturuyorsa, insan da ona halife olarak Allah’ın iradesi dâhilinde kendisinde oluşturulan dokumanın şiddeti kadar istediğini Allah’ın kendisiyle inşa etmesi sonucu oluşturabilir. Onun için de yapmaya niyetlendiği iş için “İN-ŞAE-LLAH” diyerek, yapma iradesini, Allah’ın kendisini iradesiyle desteklemesi sonucu, niyetlendiği fiilini yapabileceğini ortaya koyar. Tabiki inşa eden her hal ve şartta Allah’tır. Ama Allah, insanın dilemesiyle kendisi için inşasını yapar. Çünkü dünya, basit ve komik bir komedi veya rolleri keskin sınırlarla belirlenmiş bir tiyatro değildir. İnsana bizzat, içinde özgür iradesiyle kendisine yaşam alanı olarak verilen gerçek bir diyardır. Zaten bunun aksi, yani iradesiz olarak yaratılan bir insanlık vaziyeti ve sonrası zorunlu bir cennet veya cehennem, Allah’ın şanına yakışmaz. Umarım ki; artık hiç kimse “cüzi iradenin var olduğunu sananlar” demez ve olayın hakikatini olduğu gibi idrak eder.
Perdeyi kaldır aradan ortaya çıksın yaradan sözünü düşünelim. Bu söz şunun için denmiştir; Biz gözümüzü hayvansal bir bedende açtığımız için. Bu beden zevklerini kendi zevkimiz zanneder. Bu bedenin acısını da kendi acımız zannederiz. Bu bedenle yoğrulmuş bir halde tüm olayları değerlendiririz. Hatta Hz. Musa aleyhisselam ve Hz. Hızır aleyhisselam olayında dahi bu olay somutlaştırılarak betimleme yapılmış ve bize bildirilmiştir. Yaratan ortaya çıkması için, kendisini bize Allah ismiyle tanıtan ve HU işaret zamiri ile kendisine işaret edilen zata yakınlaşmalıyız ki bizden de seyir yapsın. Öylece yaratan bizden de nurunun tecellilerini seyir edecektir. Bizde bir benlik var olduğu için ve bu seyri benliğimizle zahir ettiğimiz için, bu oluşan seyrin zevkini biz de yaşayacağız.
Bu yakınlık mekânsal değildir. Tüm kavramlara bedensel dürtülerle baktığımız için bir türlü jeton düşmez. Gençler jetonu bilmez. Eskiden jeton düşünce konuşma başlardı. Şimdikiler dokunur ve dünyayı ayağına getirir. Ama bir türlü manaya kapıyı aralayamaz. Düşünsenize öyle bir zamandayız ki; laf çok ama eren yok. Tüm tasavvuf erbablarının sözleri bir tık ötede. Ama kalben yansıması bir türlü gerçekleşmiyor. Gel de işin içinden çık. Dönme dolap gibi döner dururuz. Her kesin cebinde. Aç telefonu en sır olaylara kadar sor öğren. Ama murid olamadık daha maalesef. Çünkü zikirden uzaklaştık ve günlük yapmamız gereken işlerin planının içine zikir yapmayı hiç koymadık. Farz edilen ibadeti bile bir yükten kurtulmak gibi gördük ve enfusumuza uzanan yola rağbet etmeyi unuttuk. Yeniden zikirle buluşup kalbimizde kapanan noktaları açıp Rabbimizle hemhal olursak, kalbi güzelliklere ulaşırız. Yoksa gitgide manen kısırlaşacağız ve tüm mutluluğu dünyada arayarak kısır döngü içerisinde tüm vaktimizi heba ederek yaşantımızı sona erdireceğiz. Sonra da sonsuz pişmanlıklar içinde kalarak sonsuzluğa uzanmış olacağız.