ZİKİRLER KİŞİYE VARLIĞINI İDRAK ETTİRİR

ZİKİR SANA CANDIR

Zikir yapanlar fena mı bulur, yani yokluğunu mu hisseder?

İnsan fena bulur mu?

Bunun kurban kesmekle ilişkisi var mıdır?

Bu sorulara bir hikâye ile cevap verelim. Zira hikâyeler hep akılda kalır.

Bir varmış bir yokmuş, benliğini feda edenin derdi fena da kalmakmış. Benlikten geçen için her an kurban bayramı oluvermiş. Öylece yolcuğu bekaya doğru devam edip gitmiş. Yolculuğu devam etmiş de ama yolculuğun sonu gelmemiş. Çünkü yolun sonunun olmadığı gerçeğine iman etmiş. İmanın sonsuzluğa uzanan temel meleke olduğunu fark etmiş.

Hadsiz ve hududsuzluğun “aşkın” bir tabir olduğunu fark etmiş. Kendi de o hududsuzlukta kayıtlanmış bir varlıkla var edildiğini görüp, öylece haddini bilmiş. Haddini bildiğinde ise, kurban olmak istemiş. Haddi olanı hadsiz ile temaşa etme güzelliğine kavuşmak için de, sabırsızlanmış. Bir de bakmış ki içinde hududsuzluktan kaynaklanan bir nur belirmiş.

İşte hemen orada kurbanını keserek kurban bayramı ilan etmiş. Kurbanını kesip yola revan olduğunu kutlamış. Kurban edip kesilen hayvanın etini yiyen komşuların ise, o an bayramı olmuş. Zira mutlulukların paylaştıkça arttığını temaşa eylemiş. Öylece zatındaki nuru görmüş ve mutlak zatın bu nur ile de kayıtlanmayacağını seyretmiş. Böylece bayram kutlu olmuş olmasına da, pişmiş et kokusu ile garipler sevinmiş. Böylece iman edenler arasında muhabbet peydah olmuş.

Bu muhabbetin gitmesini isteyenler de kurbanı inkâr etmiş. Ama her ne hikmetse her yemekte gözü et arar olmuş. Kahvaltısını bile sucuksuz yemeyenleri ibretle seyretmiş. Tebessüm etmiş ve yoluna devam etmiş.

Hz. Âdem’den günümüze milyarlarca insan bu değişmez kurban gerçeğine iman etmiş ve güçlendikçe güçlenmiş. Bazı açıkgözler kurban bayramın da kesilen vacip kurbanı yetersiz görmüş, yıl on iki ay her durumunun müsaitliğine vardığında, bir adak hakka adamış ve nafile kurban olarak kesip ihtiyaç sahiplerine takdim etmiş de gönülden hakka teslim olmuş. Öylece kurbanın verdiği yakınlıkla hakka olan takvalığını pekiştirmiş. Rabbine doğru huşu içinde oluşan an içre an yaşam alanını önüne sermiş.

Huşu ve huzurdan bihaber olan da pişmiş kelle gibi sırıtmış. O da, gülen gülsün, hak bizi bilsin ve yolculuğumuz devam etsin demiş. Her kişinin kendisinin bizzat senaristi olduğu dünya tiyatrosu öylece sürüp gitmiş. Böylece kısa bir hikâye ile sizleri burada biraz da dinlendirmek istedik.

Olayı anlayanlar etin sahibi olan Allah’a eti verirler. Olayı anlamayanlar eti kendilerine verirler. Bu hikâyedeki rumuzları az açarak, anlatılmak istenilen konuyu anlayışınıza havale edelim. Et derken burada maksat kesret âlemidir. Bizler kesret âleminin sahibi olarak Allah’ı bilip öylece onu sahibine tevdi edelim. Yani kesretin hakkı ne ise, hakkını vererek yaşayalım. İşin, eşin ve aşın hakkını vererek, nefsi istek ve arzuları kurban edelim. Yaşam alanımızdaki hangi noktanın hakkını ihmal edersek, oradan hakka uzanan hakikatten uzaklaşmış olarak mahrum kalırız.

Örneğin; işçinin alın teri kurumadan hakkını verecek. İşçileri vasıtasıyla kazandığı kazançtan, ayrıca işçilere de ikramiye verecek. İşçisini sömürüp kendisi katlarda veya yatlarda lüks yaşamayacak, işçisine de refah payından pay ayıracak. İşte her birimin hakkını vermek, mana âleminde kurban etini dağıtmaktır. Ama ne yazık ki insanlar genelde kurban etini kavurma yapıp hepsini yer. Yani herkesin hakkını olabildiğince yanına alıp yer, öylece de şiştikçe şişer.

Bilmem bu hikâyeden istenilen ders çıktı mı? İşte fikirde sabit ve zikirde daim olmakla bu nefsi hastalık çözülür. Öylece kişiye varlığın hakikati açılır.

Yorum yapın