ZİKİR SANA CANDIR
Çalışmalarımız ne yoğunlukta olmalıdır?
Zikirlerle kazanılan en büyük hususlar nedir?
Tevhid zikrinin çekilmesi yetmez mi?
İbadetlerin temel gayesi nedir?
Tefekkürün doğması için ne yapmalıyız?
Bu sorular üzerinde tefekkür etmek için şu hadisi şerif üzerinde biraz gönül dünyamızı gezdirelim; “Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidayet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidayeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhari, İlim 20.)
Sahabenin hak yolundaki uğraşı gecelerini gündüzlerine karıştırmıştı. Allah diye diye yatıp kalkarak, Allah’ın insanı kendi iradesiyle kendisine boyatmak istediği tüm özellikler ile boyanarak yaşamlarını şekillendirdiler. Onlara, zikir yapmıyorlardı demek kadar da sorumsuz bir söz olamaz.
Yapılan çalışmaların en büyük semeresi ise, kişiyi bencillikten kurtarır. Öylece vakarlı bir kul eder. Kişinin en büyük düşmanı, bencilliğe bürünmüş olan benliktir. Öylece kişi, her şeyi kendisinden bilip öz hakikatinden mahrum olur. Bencillik o kadar benliğe karışır ki, adeta birleşmiş gibi olur. Bu birleşimin kuvvetinden dolayı da, benliğini öldür denilmiştir. Oysa öldürülen benlik değil, benliğin büründüğü bencillik kıstasıdır. Benlik ve bencillik ayrı ayrı kavramlardır. Benlik şartken bencillik haramdır. Bencillikten kurtulmak da ancak, Allah’ın emriyle gerçekleşir. Allah’tan başka yardım edecek de yoktur. Allah’ın en büyük yardımı ise, kişiye zikirle ulaşır. Bu da bencilliği bitirip öze ayna olmayı sağlar.
Biz insan olarak dünyaya sevgi ile indik. İlk sevgi tezahürü ile babamız ve annemiz cennetten dünyaya indiler. Sevgilerinden taviz vermediler. Çünkü Allah, onları Esmâ-i hüsnâ ile tanımlanan mana içerikleri ile birinci elden nakış eylemişti. Ama ne yazık ki onun zürriyeti kendilerine nakşedilen Esmâ-i hüsnâ ile nakış olmaktan, ancak çalışmaları kadar nasiplenebildi. Öylece atalarının üzerine olduğu muhabbeti terk ettiler. Evet, muhabbet için geldik dünyaya. Gel gör ki ilk iki kardeşten biri dahi özden uzaklık yaşadığı için kavga etti. Yaa koskoca dünya nelerine yetmiyordu. Demek mesele yetip yetmemek değildir. Mesele muhabbeti terk etmektir. Mesele gözü kara olmaktır. Mesele sonsuzluğu et kemik bedenin zevkleri içinde aramaktır ki, bu da muhaldir.
İşte zikirlere sarıldığında atalardan gelen ve zihne nakşedilen Esmâ-i hüsnâ’ların dokumaları üzerindeki yosunlaşmış örtüyü yeniden kaldırırız. Tevhid zikri olan “La ilahe illellah Muhammedun Resulullah” şehrin kalesidir. Diğer tüm zikirler kalenin içidir. Kalenin içi fetholununca duvarlar korunaklı olur.
Hem unutmayalım ki; Tüm amel ve ibadetlerin temel gayesi zikirdir. Her amelin temel sebebi de zikirle hemhal olmak içindir. Zikirle bizi hemhal etmeyen her fikir ve donanımdan uzaklaşmalıyız. Tövbe kapısı her an açık olduğu için, içinde bulunduğumuz vaziyete tövbe edip geleceğimizi yeni bir bakışla inşa etmeliyiz. Onun için de diyelim ki; Allah’ım, istiğfar ettim tüm geçmişime, tövbe edip karar verdim tüm geleceğime, artık sana sadık kul olacağım. Nefsimin girdabına düşmemek için de, senin zikrinle daim olup kendimi dünyevi tatminlerle kandırmayacağım. Zira dünyevi tatminler oyun eğlence olup bingehi olmayan aldatıcı oyalanmalardır.
Aldatıcı ve oyalayıcı olan her husus, kişiyi tende yıpratır. Esmâ-i hüsnâ dışındaki her meşguliyet kişi için yanlış zikirdir. “Ten”de kalan “ben”e varamaz. “Ten”, “bencil”liğin doğduğu ana merkezdir. “Ten”, “ben”lik merkezinin dışındaki her şeydir. Ten senin dışındaki her şeydir. Zikir seni tenden alıp sana verir. Doğru ve yerli yerinde yapılan zikir, “ben”i “ten”den alıp “ben”i olması gereken noktaya ulaştırır.
Doğru zikir için şöyle bir yol izlenir; öncelikle farz olan ameller yerine getirilir. Haram amellerden el çektirilir. Sonrasında ise, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünneti seniyyesinde bize önerdiği şekilde Allah’ı anmakla olur. Yanlış zikir formülü ise, kişiye “ten”i “ben” zannettirir. “Ben”den mahrum kalan ise “ten”i “ben” sanır. Öylece zevklenip fasid dairede kalıverir.
Kesinlikle bilelim ki; ilahi dokunuşların zikri olmadan, ilahi secdeye yaklaştırıcı olan insani fikir, bizim düşünce dünyamızda oluşamaz. Hakikate götürücü fikir olmadan da, ilahi Hamd’e götürücü olan şükür hali oluşamaz. Hamd’e kavuşturucu olan şükür hali oluşmadan da Hamd edici bir gönül dünyası, kişinin önüne açılamaz. Kişilik kisvesini nimete erdirici olan Hamd hali oluşmadan da, hakka olan mutlak kulluk nazariyesi oluşamaz. Kulluk nazariyesi oluşmadan da nefsi idrak oluşamaz. Nefis tanınmadan da Rabbi tanıma oluşamaz.
İşte ey kul; Rabbini bilmeden cihanı neylersin. Kuru bir döngü zannedip kısır kısır seyredersin. Zaten Rabbini bilmeyen nefsini bilemez. Nefsini bilmeyen cevherini arız bilir yani sonradan ortaya çıkan bir döngü ile heyulanın müteselsilen devam eden bir döngüsü bilip, aruzda notalara karışamaz. Yani Allah’ın yaratım planındaki yerine vakıf olamaz, hem yaratılış yerinin güzelliğine de müttali olamaz.