VAHDETİ ŞUHUD İLE VAHDETİ VUCUD

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Şuhud, şahadet âleminde gözüken her şey demektir. Görülen her şeyin bir olması ve tek bedene sahip olması için, biri diğerinin bir uzvunu oluşturması gerekir. Bir parçayı oluşturan varlıkların bir tümel yapıyı oluşturması gerekir. Bu şekilde bir tümel yapı olmadığı gibi, tümel yapının bir parçasını oluşturan parçacıklar da olamaz.

Şimdi, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet Allah ismi müsemması ile kendi seyir âleminde, gizli hazine olan zati ilmînin yansıtmasıyla oluşturduğu subuti sıfatlarının her birini, ayrı ayrı birer özelliğini gölge varlık olarak tasvir edebileceğimiz âlemlerle, sahip olduğu kuvveleri kendinden kendine diyebileceğimiz bir tarzda zuhur etti.

Tekvin sıfatı devreye girince ise, doksan dokuz esma öz cevheri kendi seyir âleminin alanına girdi. Doksan dokuz öz cevherin dokuduğu on sekiz bin âlem ile varlık âleminin temellerini inşa etti.

Burada bir konuya da önemine binaen değinelim. Burada ki doksan dokuz öz cevher için heyula diyenler ve kadimi olduğunu söyleyenler vardır. Hayır, bu doksan dokuz öz cevher kadimi olmayıp daha önce asla zuhuru yoktu. Zuhur anından önce Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, zati ilmiyle kendinden kendine olup subuti sıfatlarla zuhur ettiği kuvveleri var etmemişti.

Kendi zati ilminde elbette ki istediğinde zuhur edip istediğinde geri alma kuvvesine ve ilmine haizdi, ama oluşturmamıştı. Yani varlığı oluşturan doksan dokuz olan öz cevher hazinede gizliydi.

Buna kısaca değindikten sonra devam edelim. On sekiz bin âlemden her biri doksan dokuz esma öz cevherinin iki üç veya daha fazla öz cevher buluşmasıyla on sekiz bin âlem seyrine girdi. Hem doksan dokuz öz cevherden de oran azaltıp çoğalmayla on sekiz bin âlem dahi sayısız diye bileceğimiz varlıkların tür ve cinslerini oluşturdu. Oluşan varlık öz hüviyetini doksan dokuz esma kuvvesinin musavvir esmasının şekillendirmesi ile El bari ve El mübdi’ gibi esmalarının emsalsiz olarak varlığı oluşturmasıyla meydana geldi.

Var olan oluşlar yani varlıklar her ne kadar her biri ayrı öz kuvve oluşumu sonucu var olmuşsa da, bir birini tamamlayıcı unsurlar olarak ta El cami’ esması gereği bir birlerine destekleyici ve tamamlayıcı oluşlar şeklinde zahir esması gereği batın esması getirisini seyir âlemine soktu.

İşte doksan dokuz öz cevherin aynı olması zaten ceberut âlemi olarak izah edilen salt manalar kuvvelerinin zati ilimle seyir oluşturmasını istediği ilk bakış dileğidir. Bu ilk bakış dileğinde daha melekût âlemi dâhil fiiller âlemi daha var olmamıştı. Dolayısıyla zaten bu noktada vahdet gözükse de, o vahdet Allah’tan oluşan seyir isteği vahdetidir ki bizleri ve tüm âlemleri etkilemez. Zaten doksan dokuz esma öz cevherinin olduğu ceberut seyrinde daha şuhud oluşmamıştır ki Vahdet-i Şuhud diye bilelim.

Var edilen her oluş, doksan dokuz ana cevherin ayrı bir sergisi olup diğer oluşlara göre var olmak açısından tümüyle bağımsız olup kendi hüviyetiyle var olur. Kendisine aktarılan doksan dokuz öz cevherin oran ve âdeti kadar zorunlu bir yaşama Bismillah der.

İnsan ve cin ise aynı sistemle var edildiği halde, kendilerine aktarılan doksan dokuz öz cevherden kendi öz oranlarını artırma kuvvesiyle var edilmiştir. Cin doksan dokuz esma öz cevherin meydana getirdiği on sekiz bin âlemin tümüne şamil olmadığı halde, insan doksan dokuz esma öz cevherin meydana getirdiği on sekiz bin âlemin tümüne şamil ve tümünü zuhur etmeğe haiz olarak yaratılmıştır. Zaten onun için de Allahın halifesi olarak yaratılmıştır.

İnsanın bedenini var eden organlar ve mikroorganizmalar olduğu halde insan, beden tümel varlık olarak tümüyle ayrı ve bağımsız bir yapıdır. Bir oluş diğer oluşun varlığını oluşturduğu halde, her oluş kendi çapında tümüyle doksan dokuz öz cevherden belli oran ve miktarda ayrı olarak var edilmiştir. Onun içinde Vahdet-i Şuhudun geçerli olmadığı ama var olan her varlığın birbiriyle uyumlu olduğudur. Örneğin insanın damak tadına uygun elmanın var olduğu, ama insan ve elma ayrı ayrı oluşlar olarak Allah’ın sistem ve düzeninde yerini alır.

İnsanın özelliklerine de az değinelim; insan kendisinin varlığını oluşturan doksan dokuz öz cevherinin oransal karışımını yükseltme veya alçaltma kuvvesine haizdir. Her insan İslam fıtratı üzerine doğar. Doksan dokuz öz cevherini seyir âlemine sokma hüviyetiyle dünya arenasında yerini alır. Ama içinde doğduğu aile ve çevresi onu kısar ve açar. İtikadını ve içsel haletini değiştirir. Tümüyle ayrı bir yapı olarak dünya sahnesine atar. Çünkü insanın yapısı değişime kuvvesine haizdir ve terbiye edilebilir şeklindedir. Zaten terbiye edilebildiği için de insan için ceza yani ulaştığı içsel halinin karşılığını bulacağı cennet ve Cehennem söz konusudur.

İnsan içsel mana yapısını değiştirmek için de ibadet etmek, zikir yapmak hem iyilik etmek üzere bir bakış alnına sahip olmak zorundadır. Yoksa içsel yapısı değişmez ve hatta geriler.

Tedavüldeki anlaşılma gibi vahdeti şuhud olmadığı gibi vahdet-i vücut dahi yoktur. Vahdet, doksan dokuz esma kuvvesinin varlığı oluşturmadan, öz cevher olarak bulunduğu ceberut âlemi itibarıyladır. Kesret âleminde vahdet değil uyum vardır. Vahdet-i vücut vücudun tek olması demektir. Fenafillâh ise Allah’ta fani olmak demektir. Bu iki tabir Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin dilinde veya sahabenin zikrinde veya tabiinin fikrinde olmayan kavramlardır.

Peki, tabirler nereden geldi? Hangi mantıkla bu kavramlar dine sokuldu ve birçok aklını az kullananı aklından etti hem aklını çok kullananı huzursuz etti. İman ile aklını nurlandırıp yönelenleri ise, mest edip yönelimlerinde kime inanacakları hakkında karasız bıraktı. Peki, olayın aslı ne ki?

Şimdi az düşünelim, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet zatı itibariyle kendisine seçtiği isim Allah’tır. Gene zatı itibariyle ehad’tır. Gene zatı itibariyle ve öz sıfatlarıyla samed’tir. Gene zatı itibariyle ve öz esmaları yönüyle doğmamış ve doğurmamıştır. Gene zatı itibariyle içinde ef’al boyutuyla misli dengi benzeri olmayan tektir.

İhlâs süresi zatı itibariyle Allah’ı tanıtır. Allah zatı itibariyle vacibul vücud’tur. Vacibul vücud olmasına Vahdeti vücud denilirse bir nebze doğru gibi görünse de, hakikati itibarıyla hatadır. Çünkü vacibul vücud zaten sırf kendi var. İkinci bir vücud sahibi yok ki onun vücudu ile birleşsin ve onunla da beraber ona bakıp, var olan yapıya vahdeti vücud denilsin.

Tüm bunlar mutlak zatı itibarıyladır ve içinde yaşadığımız âlem itibarıyla değildir. İçinde bulunduğumuz âlem ise ayrıdır ki, olaya yaklaştırmak babında gölge varlık diyebiliriz. Gölge varlık hiçbir zaman gerçek varlık olamaz. Hem gölge varlık hiçbir zaman gerçek varlıkla birleşmez. Hem gölge varlık hiçbir zaman gerçek varlıktan ayrılmaz. Gölge varlık ne gerçek varlıktır ne de gerçek varlıktan ayrıdır. Sen gerçek varlık ile gerçek varlığın gölge yansımasına tek vücutta diyemezsin. Aynı zaman da ayrı varlıkta diyemezsin. Çünkü vücud olmadan gölgesi olamaz.

Kur’an da var olan dua ayetlerine bakın, biri birinden istiyor. Allah’u ekber diyoruz. Eğer sanıldığı gibi bir vahdeti vücud var ise, kim kimden büyük olacak. Zaten sadece o var ki, diyeceğiz. Aslında biz, makamları bir birine karıştırıyoruz. İhlâs süresi itibarı ile vahdeti vücud denmişse de eski zevat tarafından, bizde bunu anlamadığımız için fiiller makamı itibarıyla varlığa vahdeti vücud temaşası ile bakarsak, birçok şeyden mahrum olmaya başlarız.

Zaten vahdeti vücud yerine vacibul vücud tabiri daha yerinde bir kavramdır. Çünkü vacibul vücud dendiğinde, vacibul vücudun nazariyesine göre var ettiği gölge varlık düşüncesi ortaya çıkar. Ama vahdeti vücud dersen, o zaman bu varlık ne, dünyadaki fiiller kimin, suç ve ceza ne, cennet ve Cehennem kimin için? Gibi sorular gelir.

Bunlar ve tanımları hem karşılıkları Kur’an da olan hakikatlerdir. Eğer vacibul vücud tabiri yerine vahdeti vücud tanımlaması ile Allah’a bakarsak, o zaman bunca insanın çalışması ne ve hedef ile gaye ne?

Vacibul vücuda vahdeti vücud denilerek olayın vahametini bilmeyenler amelsizlik uçurumuna yuvarlandırıldı. Bizden önce yaşayan hakikat ehlini elbette tenzih ederiz. Ama günümüzde bu kavram ile şeytan sağdan yaklaşıyordur. Günümüz insanından özellikle düşüncede yoğunlaşa bilenlerini sarmış ve madem vahdeti vücud var o zaman kim kimi yakacak deyip uçsuz bucaksız hezeyanlara düşürmüştür.

Şimdi de bir nebze olayın hakikatini terennüm edelim, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet gizli bir hazinedir. Sırf kendisi kendisini zati ilmiyle bilebilir. Çünkü sırf kendi diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. Hatta ki sırf kendi vardır demekte hatadır. Çünkü varlık veya yokluk birinin birine göresidir. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet için birisi bile yoktur ki ona göre bir hüküm verilsin.

Sonra, gizli hazine diye tanıtılan ve vacibul vücud olan Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet,  kendi hüviyetindeki kuvveleri yani gizli hazineyi seyir etmek istedi. İsteği ile beraber kendi zati ilmiyle kendisine Allah ismini kendisine seçti. Tanımlama hasebiyle gölge varlık diye bileceğimiz yedi subuti sıfat ile kendisine nazar etti. Bu nazar edişle birlikte tekvin sıfatı devreye girip doksan dokuz esma kuvvesi yansıtıldı.

Doksan dokuz esma kuvvesi ile on sekiz bin âlem olarak gölge varlık olarak seyir mahalline yansıdı. Sonra istedi ki biri de seyir etsin bu gölge varlık diyebileceğimiz âlemleri. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet yanı sıra bir varlık olamayacağı için vacibul vücud olacak ikinci bir varlık olamayacağı içinde, sanal benlik sahibi insanı yaratmayı diledi.

İnsanı el bari ve el mübdi gibi isimleri gereği yeni bir yaratım ile ve on sekiz bin âlemi içinde dürülü bir eda ile var etti. Özünde doksan dokuz esma kuvvesini el cami ismi gereği özünde cemetti. Ruhundan üfleyince ise, bir benlik sahibi olarak gölge varlık olarak tasvir edebileceğimiz, gizli hazinenin gözbebeği oldu. Yer ona döşek sema ona yorgan edildi.

İşte bu noktada olaydan gafil olanlar kendi sanal benliğini apayrı varlık görmeye başladı. Ya hu, sen ve senin sahip olduğun tüm özellikler Allah’tan gelmektedir. Sen Allah’a kulsun. Sen Allah değilsin, hele hele vacibul vücud olan mutlak zatın içinde veya dışında hiç değilsin ki, vahdeti vücud “sen ve o” için geçerli olsun.

Biz özümüzde dürülü olan on sekiz bin âlemi seyir etmek için, öz kuvvemiz olan doksan dokuz esmayı fiile dönüştürücü hassasiyetiyle zikrederek önümüze açarız. Hem Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin ağırlıklı olarak yaptığı duaları ederek Allahtan nimete erdirici bir kulluk inşa ederiz.

Şeriat olarak bize sunulan İslam’ın zahiri fiillerini işleyerek bizden yansıyan gölgenin şeklini nimete erenlerin ki gibi evirip çeviririz. İşte bizden zuhur eden sanal benliği reel benlik zannedersek firavun gibi oluruz. Kendimizi vahdeti vücudun içinde bir parça görmeye başlarız. Hatta ki ben Allah’ın! Parçasıyım ve hatta ben Allah’ım diyen güruhlar gibi sapıtırız.

İzah ettiğimiz gibi filer âlemi itibarıyla vahdeti vücudun değil vacibul vücudun gerçeği yansıttığını temaşa edip mest oluruz. Allah ekber deyip secdeye dalarız. Ama zat âlemi itibarıyla ise vahdeti vücut olayı doğrudur.

Allah’ın sağı, solu, önü, arkası, üstü ve altı yoksa senin varlığın onun varlığının neresinde? Üstünde mi veya altında mı? Sağında mı veya solunda mı? Önünde mi veya arkasında mı? Çünkü o zatının yansıyan nuruyla yani ilmiyle bize şah damarımızdan daha yakındır. Varlığı şah damarından yakın da, nasıl anlaşılacak bu iş? Madem Allah bir tektir. Madem o yanı sıra bir varlığın mutlak vücut sahibi olması düşünülemez.

O zaman sen gerçek bir vücut sahibi değilsin. Yani tümüyle her şeyden kopuk ve bağımsız olarak mutlak bir vücut sahibi olamazsın. Et kemik bedenin bile yemeden, içmeden ve nefes almadan yaşayamaz. Hep bağımlı bir durumdayız. Bu et kemik beden olarak böyle bağımlı olduğu gibi ruh bedenle de aynen bağımlıyız. Mutlak bağımsız ve katıksız bir mevcudiyetimiz olamaz.

Veya şöyle diyelim, vücut dediğimizde maksat başka vücuttur. Yani biz bu kavrama ayrı mana yüklemişiz. Burada dersin ki, o zaman bendeki bu vücutta neyin nesi? İşte görüyorum vardır. Konuşuyum ve duyuyorum, iradem var ve kudretim var hem kızıyorum ve küsüyorum. O zaman bu ben de var olan benlik ve vücut yalan mı? İşte burası aklımızın basmadığı noktadır ve burada iman devreye girmek zorundadır. Yoksa kendimizi zati vücud olarak bağımsız bir varlık gibi gördüğümüz gibi her varlığı da bağımsız görürüz ve Allahın vacibul vücud olan zati sıfatını yabana atmış oluruz.

Elbette filler âleminde her varlık bağımsızdır. Buradaki bağımsızlıktan kastımız yani Allah bir yerde ve sen başka yerde oluşumdan hâsıl olan, Allah vücudunun yansıra gördüğün varlıklara da vücud verme yanlışlığıdır. Dolayısıyla Allah’ı bir yerle yani mekânla kısıtlamış olursun ve Allah’ı mekâna veya yere tabi kılarsın. Çünkü sen bir yerdeysen o da bir yerde olmak zorunluluğu hâsıl olur ki, bu da muhaldir. Bu bağımsızlık görmek öyle olacak ki, Allah’ı da yukarda oturan bağımsız ve dışsal bir obje gibi sana gözüktürecektir. Veya her varlığın içine atacak ki, bu da hululü getirecek ve kişi gerçeğin çok ötelerine düşecektir.

Böyle dışsal veya içsel bakış içinde olan ise şöyle safsatalara dalıp der ki, tüm varlık taslında tektir. Ama şöyle devam eder; tamam tekte her biri var olan tüm birimler bu tekin bir parçasıdır ve tek olan tanrı bu birimlerin toplamından oluşur. Tıpkı bir beden gibidir. El ayak,  göz yanak, kalp dudak, mide damak nasıl ki bir bedeni oluşturuyorsa ve ortaya bir tek beden çıkıyorsa ve aslında her organ bu bedeni oluşturuyorsa ve bu organlar olmazsa bu beden olmayacaksa, işte tanrı veya adını Allah bıraktığı düşüncesindeki aşkın güçte öyledir derler. İşte bu panteistlik olup kişiyi şirkte bırakan bir düşüncedir.

Başka bakış sahipleri de şöyle derler; yok, her parça tümü oluşturmaz. Tanrı zaten aşkın varlıktır ve yukarılardadır. Her varlık ta vardır. Onun gücü çok olduğu için her varlığı var etmiş ta aşağılarda. Sonra onlara emirler ve yasaklar sunmuş. Bu varlıklardan insan, kendi ayrı irade ve kuvvetiyle bir şeyler yapacak. Eğer koca tanrıya uyarsa cennete gidecek, eğer uymazsa cehenneme girecek düşüncesiyle günlerini tüketir. Başka birçok düşünce akımları da az çok bu minvallerde sürüp gider.

Vahdeti vücut ise, zati makamı itibariyle yegâne vücut sahibi bir tek olan Allah’tır. Bu, gerçek vücut olan zati vücuttur. Hatta kelamcılar sıfatları ayırırken zati sıfatları ayırmış ve Allah’a ait olup hiçbir varlığa verilmeyen sıfatlar olarak Kur’andan ve hadisten tespit etmişlerdir.

Bu mutlak zati vücudun yönleri olamaz demişlerdir. Parçası olamaz demişlerdir. Bölünmesi olamaz demişlerdir. Bu mutlak zatın var ettiği her varlık ise, onun ilmiyle ilminde ve ilminden var ettiği kanısına varmışlardır.

Zaten akabinde kelamcılar, subuti sıfatları teorik olarak şemaya dökerken, bu yedi sıfatın Allaha ait olduğunu ve tüm var edilenlerin bu sıfatlarla var edildiğini ve bu sıfatlardan hisse alıkları kanısına varmışlardır. Bu sıfatların işaret ettiği mana açılımlarıyla var olan ve esma-ül hüsna diye işaret edilen mana terkipleriyle de zatın ilminde var olan ve onun ilmine bağlı varlıklar olduğunu dile getirmişlerdir.

Yani var diye bildiğimiz her şey onun zatının parçası değildir. Bu panteistliğin görüşüdür. Onun ilminin oluşturduğu ve onun iradesiyle olduğu ve onun kudretiyle hem musavvir esma-i ilahi sonucu süratlendiğini ve birbirlerine göre var olduklarını ve hatta zata göre ise vücut kokusu dahi almadıklarını dile getirmişlerdir. Bu olayı bilmeyen veya bilerek örten kişiler bu vahdet ehlini batıl olan panteistlikle karıştırarak onları takip eden zavallı güruhu da o muhteşem hazineden mahrum bırakmışlardır.

O bize ve tüm yaratılmışlara göre ne içseldir ne de dışsaldır.

O bizde içsel değildir, çünkü içimizdedir dersek, o zaman o herkesin içinde olur ve her şey onun kalıbı olur. Böylece O, her şeyin ruhu olur ki Hıristiyan’lardaki ruhulkudus anlayışına bizi götürür. Allah’ın her hangi bir varlıkta hululü ve ondan dışarıya bakışı görüşü fasittir. Hz. İsa as gelmeden önce bu görüş ağırlıklı idi. Hz. İsa as bu görüşü yok etmek için uğraştı. Bu defa Hz. İsa’yı Allah’a oğul ettiler. Aslında Hz. İsa’da as muhammedi idi.

O dışsal da olamaz, çünkü o dışımızda ise biz ayrı ve o ayrı olur. O tüm varlıklardan öte olur. Onun vücudu ayrı olur bizim ayrı olur. Onun kocaman vücudu olur, bizim de ufacık vücudumuz olur, ama olur. Buradaki görüş Firavun’un görüşüdür ve burada aşkın bildiği tanrılık anlayışına kafa tutma vardır. Hz. Musa as bu görüşü yok etmek için geldi. Bu defa buzağı tanrı edindiler. Aslında Hz. Musa’da as muhammedi idi.

Aslında biz onun nurunda içseliz. Yani var olan her oluş yani birim, onun ilminde ilminden ilmiyle var ettiği ilmi surettir. Yani ondan onadır. Dolayısıyla onun ilminde içseldir. Buna halk dilinde haydan gelip huya gider diye anlatıma sunulmuştur.

Burada aracı yoktur. Rabıta direk rabbe olur. Burada aşkın veya taşkın bir ikincil var yoktur. Olayın vahdeti vücut veya vahdeti Şuhud ile de alakası yoktur. Sadece HU ve HU’nun nazargahı olan kendi ilmi ve onun sonsuz ilminin oluşturduğu ilmi kompozisyonlar. Bu kompozisyonlara on sekiz bin âlem denmiştir. Bizde bu on sekiz bin âlemlerle oluşmuşuz.

Aslında tüm resul ve nebiler muhammedidir. Her peygamber kendi devrindeki insanların anlayışını muhammedi anlayışa çekmek için gelmiştir. İşte vahdeti vücud ile fenafillâh olaylarını serzenişlerin sonucu çözersin. Yoksa ulaşanı bile inkâr edersin.

İnsana ruhullah, ledün ilmi ve vahdet sırlarının açılması için ilk önce şeriatı oturtmak gerekir. Çünkü temelsiz bina kurulursa yıkılır. Helal ve haram nedir uygulanmadan, farz ve emirler düstur edinmeden, vahdeti vücudu ezberleyenden bir cacık olmaz.

Vahdeti vücuttan çok, şeriat ve nübüvvet ilmî bize farz kılınmıştır. Konuşan dil her şeyi aktaramaz. Gerçek akıllı çevresince deli bilinir. Yazar kitabını okur ve özetini bize resulleri aracılığıyla iletir. Her insan ayrı bir şarkı dizesi gibidir ve ancak kendisi kendisini hakkıyla çalar.

İnsan aslında dünyevi hiçbir ülkenin vatandaşı değildir aksine varlığını sudan alır. İnsanın özü sudur. Birbirimizle her anımız konuşmasak bile aslında karşımızdaki kişinin sorularını yanıtlarız. İşte bundan dolayıdır ki, birimizin varlığını müşahede edebilirsek kesrette vahdeti seyre başlarız.

Varlıkların inşası olan Allah’ın sudan su ile yarattığı karışımlarla yeni yeni varlıkları vücuda getirmesini özümsemek için, B sırrı gereği her boyutun hakkını o boyuta göre vermektir ki, o boyutun vücuduyla hayat bulan bilinçten hak tecelli etsin. Yoksa bilinç haktan mahrum kalır. Mahrum olan ise ne vahdeti vücudu ne de vacibul vücudu anlaması mümkün değildir.

Yorum yapın