ŞERİAT İLE TARİKAT YOLDUR VARANA

ZİKİR SANA CANDIR

Zikirlerle ihtisaslaşma başladığında ve kişi hakikatini artık anladığında, gene de şeriatin önerdiği fiilleri işlemek zorunda mıdır?

Hakikat ve marifet ile ne anlatılmak istenilmiştir?

Şeriatin ahkâmını uygulamak ile tarikattaki manevi yolculuk arasında bir bağ var mıdır?

Zikirleri okurken okumamızın bize dokunduğu temel merkez neresidir?

Şimdi de bu konular üzerinde biraz tefekkür edelim…

Öncelikle bilelim ki; şeriat ve tarikat ayrılmaz ikilidir. Bedenle ilişkili her şeye şeriat denilmiştir. Ruh ile ilgili her şeye de tarikat denmiştir. Yoksa tarikat gidip birine kendini paralamak değildir. Şeriat ve tarikat, beden ile ruhu aynı anda geliştirip, hakikat ve marifet denilen kişisel seyri oluşturmak için yapılan çalışmaların tümünü ihtiva eder. İşte şeriat ve tarikat bütünlüğü ile sunulan ameller; bu seyre ulaşmak için, melekûtun öz kaynağı olan, Allah isimleriyle müsemma edilerek vechullahtan parıldayan nurun, gene bu nurdan bir sınır içerisinde sınırlandırılan bir katre nurun bir bölümünden yaratılan levha üzerinde yazdığı yazılım sonucu, aynı bir katre nurdan yaratılan kalemin, gene bu bir katre nurdan var edilen arştan nazil ederek, gene bu bir katre nurdan yarattığı tüm varlıklar üzerinde oluşturduğu dokumanın içeriğindeki melekeleri, bireysel şuurda harekete geçirme kuvvesini elde edip, kişisel bazda bilinçsel olarak vechullahtan yansıyan nurun içeriğini oluşturan salt bilince ulaşmak için, sarılmamız gereken temel esasları barındırır.

Bunu anlamak için dilerim ki; Allah’ın Es Selam isminin tecellisi, ruhumuzu sardığı gibi maddemizi de sarsın. Öyle sarsın ki ruhumuz “BEN”liğimizi aydınlık eylesin ve derunumuz Allah’ın nuruyla buluşsun. Yunus Emre der ki; “Şeriat tarikat yoldur varana, hakikat marifet ondan içeri” Yol olmadan hedefe varamazsın. Senin maksadın hakikat ve marifet ise, şeriata ve tarikata yapışmak zorundasın.

Bunun sebebini sorsanız şöyle cevap veririz; çoğu kişi, ruh ve bedeni ayrı sanıyor ve ikilemde kalıyor. İkisi ayrı şey değildir. Bedenin gerekleri yerine gelmeden ruhun hiçbir hali oluşmaz. Oluşur zanneden, şeytanın elinde oyuncak olur. Bizim hedefimiz nari katmanı aşıp nuri katmanı harekete geçirmektir. Namaz ruhun kendine gelmesi için birinci basamaktır. Zikir nari tabakayı atlamak için ana dokümandır. Tefekkür beden ile ruh arasındaki ana köprüdür. Yoksa farkında olmadan, bizimle melekût tabakası arasında olan ve nari katman olarak isimlendirilen ve bize isimleri cin diye bildirilen o katmanın esas konukları olan nari varlıklarla iletişimde oluruz da, kendimizdeki melekeleri harekete geçirdiğimizi sanırız. Sonra cinni şeytanlar bizi parmağında oynatır da farkında olmayız. Dikkat edelim ki, şeriat dediğimiz tüm fiziksel unsurları ve zihinsel düşünceleri yerine getirmeden, melekûta ulaşmak olanaksızdır.

Kişi havada uçsa veya suyun üzerinde batmadan yürüse veya tüm dünyayı görüp bize anlatsa, eğer ki şeriatın hükümlerine riayet etmiyorsa, bilelim ki o kişi şarlatandır. Ama herhangi bir kişinin eşi veya çocuklarının eksiği vardır diye de kişi suçlanamaz. Bu kişinin kendisiyle alakalıdır, çevresiyle ve yaşadığı ortamla alakası yoktur. Namazı bilfiil kılmayanın ruhu, namazı ikame edemez. Hacca bilfiil gitmeyenin ruhu o nuru alamaz. Bir insan yalan konuşsa, ondan hakikat açılamaz. Gıybet varsa kişide, tüm bildiği dedikodudur. Faiz alıp verirse daha çok aşağıdadır ve şeytanlaşmış bir ruh haline bürünür. İlim, irade ve kudret sıfatlarıyla bedeni ilgilendiren amelleri yaparsak, bize tarikat yolu açılır. Tarikat, ruhu tanımadır. Ruhumuzu arındıracağız ki, hakikatin yolu açılsın. Ancak hakikat bakışıyla marifete erebiliriz.

Tüm zikirler ve insanlara iyilikle yönelmek hem de kötülüklerden uzaklaşmak, şeriat düzeyi yani bedensel yapı ile alakalıdır. Tefekkür ise, ruhla alakalıdır. Her ikisi birbirini tamamlar ve biri olmadan yalnız diğeri ile yürümek olmaz. Ama zikirlerin devamı ile tefekküre yol açılır. Öylece, farkında dahi olmadan kendimizi tefekkürün içinde buluruz. Arınmak istersek her ortamın hakkını vermek zorundayız. Eşin hakkını vereceğiz. İşin hakkını vereceğiz. Gözün hakkını vereceğiz. Elin hakkını vereceğiz. Malın hakkını vereceğiz. Dikkat “HAK’kını” diyoruz. Hak Allah’ın adıdır. Böylece beden ve ruh ikilisi aktive olur. Melekûta sıçrama olur. Yoksa şeytan ve nefs-i emmârenin elinde oyuncak oluruz.

Şeriat ile tarikat arasındaki bağlantı sarsılmaz bir eda ile bizi hakikatimize götürür. Şeriat dediğimiz kavram, kişinin nefsini ilgilendiren Allah’ın helal ve haram dairesi olan ef’âl-i mükellefîndir. Tarikat dediğimiz kavram ise, üflenen ruhun büründüğü et kemik bedenin baskısından kurtulmak için yaptığı çalışma yolculuğudur. Şeriat ve tarikat beraber olunca, kişiye hakikat yolu açılır. Hakikat yolu açıldıktan sonra, kişi marifetin tadını almaya başlar.  Bu mana içeriği ise her kişinin öz dünyasına sunulmuştur. Kişi iman etse de, iman etmese de fark etmeksizin Allah’a olan kulluğunu yaşıyor. Kişi ben ateistim tanrıya falan inanmam diyor, ama bilinçaltındaki Allah Nuru onu kendine çekiyor ve dua etmeden duramıyor. Sabah karşılaştığı arkadaşına günaydın diyor. Ne demek istiyor? Senin günün aydın olsun. Yani dua ediyor. Günü aydınlık edecek olan kim? Rabbi. Yani inançsız bir dünya yok. Yani durum “iyyake na’budu ve iyyake nestain” ayetiyle izhar ediliyor. Bunun lamı cimi yok. Yani iradesiyle inanıp cennete ulaşmak istemeyen; iradesi dışında gene inanır, ama sonuç cehennem olur.

Peki, nasıl oluyor da hep Allah’a kuluz? Ona da biraz değinelim ki zikrin ehemmiyeti biraz daha anlaşılsın. Allah ismiyle bize kendisini tanıtan zattan yansıyan nurdan alınan bir tutam nurdan oluşan içerikte var olan kuvveler yani manalar bizim her bir yanımızı oluşturur. Örneğin şekerin içindeki tadın katılaşıp şekerin her tarafını oluşturduğu gibi bu mana içerikleri bizim her tarafımızı oluşturur. İnsanın varlığını oluşturan Esmâ-i hüsnâ bileşiminin dokuması, katılaşıp küpleşen şekere benzer. Şekeri alın elinize ve inceleyin. Bir kalıp taş gibi. Ama tatlı ve eridikçe tatlı, tatlılık şekerin özü ve ta kendisi, ama dışarıdan taş gibi sert görünen bir maddedir. Biz ve diğer her bir varlık da öyledir. Dışarıdan baktığımızda et, kemik ve içi kan dolu damarlar. Esmâ-i hüsnâ’nın dokumaları bunun neresinde? Tıpkı şeker gibi özü ve hatta her bir yanıdır. Zahiriyle ve batınıyla bu gördüğümüz tüm beden, Esmâ-i hüsnâ ile tanıtılan müsemmanın içeriğinin bileşke şeklinde ferşimiz üzerinde yaptığı dokumanın ta kendisidir. Ama şekerden biraz farklıyız. Çünkü şeker, içindeki tatlılık oranını değiştiremez. Ama biz varlığımızı oluşturan manaları değiştirebiliriz. Dolayısıyla kişiliğimizi de yaptığımız çalışmalarla değiştirebiliriz.

İlim, irade ve kudret kuvvemizi çalıştırarak zikirle, ibadetle, insanlara ve diğer canlılara yapılan iyilik ile yönelimimizi gerçekleştiririz. Bu yönelimle bileşke içeriğimizin bileşimsel içeriğini değiştirmek suretiyle de istediğimiz sonucu elde ederiz. İşte burada esas olan, fıtratımızın sahip olduğu bileşkeye ulaşıp tüm üzerimize örülen programları temizlemektir. İşte bu değişim kuvvesi elimizdedir ve dolayısıyla da mes’ulüz. Onun için de kemalata ermek isteyen insan, zikir yapmak zorundadır. Çünkü zikir, insanı gerçek manada insan yapar. Onun için de zikrullah ekberdir. Zikir; insanı, insanı kâmile ayna yapar. İnsanı kâmil, Nur-i Muhammedi’deki var olan en mükemmel şuura denir. İşte insan, yaptığı amellerle insanı kâmile aynalama yapıp öz varlığını insan şekline sokar. İnsanı kâmile ayna olup mükemmelleşen kişiler ise, hayvansal sıfatlardan arınarak temizlenirler.

İşte esas dost olanlar bu kişilerdir. Zihinsel olarak hayvansal dürtülerle yaşayan insan suretinde varlık epey vardır ki, onlar beşeri ihtirasları uğruna yaşarlar ve onlardan dost da olamaz. Dost, ancak insanı insan yapan insanı kâmile ayna olan ve öylece insanın sahip olması gereken fıtrata ulaşan mübarek kullardır. Gerisi seni senden alan ve zulme boğan bedbaht olan kullardır. Ama bizler çalışma yaparken, sanki bir gizli el bırakmıyor ki, kişi kendisini adasın ve özüne ermeye tümüyle yönelsin. Hep bir çekingenlik var insanoğlunun bilinçaltında. İşte bize sirayet eden bu sınırlayıcı fikir okunu kendimizden uzaklaştıralım. O düşünceden kurtulmaktır asıl marifet. Sonra da kişiyi kimse tutamaz. İşte bu olumsuzluk oluşturan ruhi yapıdan ancak, vaktinde kılınan ve kendisiyle diri olunan namazla kurtuluruz.

İnsan indi dünyaya yani beden âlemine. Hatta esfel-is safiline kadar insanı hapseden dünyalar kişiyi kuşattı. Esfel-is safilinden çıkış iman ve ameli sâlihe bağlıdır. Rububiyetten gelen bir güçle her insan kendisini en akıllı bilir. Öylece kendisinin elinden tutmak isteyen ellere de pek tutunmaz. Ne zaman ki tam dar da kaldı, işte o zaman uzanan eli tutar ve karanlıktan aydınlığa çıkmaya başlar. Onun için de kul sıkışmadan hızırla buluşamaz denilmiştir. Ayrıca hal’e eren kullarla sohbet edip kalbimizi salih kullarla bir etmekle temizleniriz. Buna işaret etmek için de ayette, ruku edenlerle beraber ruku edin denilmiştir. Hâl’e eren kullar sessiz ve sözsüz konuşurlar o makamları senle. Ermeyen ise sanki o makamları yaşıyor gibi milletten duyduğunu söyler ve hava atar.

Hava atan hava alır dostum. Bazısına bakıyorsun tasavvufun zirvelerini yaşayanlardan bilgi kırıntılarını (ilim demiyorum) almış ve sonradan görmeler gibi ahkâm kesiyorlar. Bu “HAL”dir kardeşim ilim hammallığını yapmak değil. Mana ilmini ilim ezberleme hammallığı sananlar, ağırlığın altında kalırlar. Çünkü mana ilminde hisseden kişide ne kendi kalır ne de zevk duyacak biri. Dolayısıyla da hammallığı da bitmiş olur.

O kadar basit mi sanırsın o makamlarda yaşamayı. Buluşmak hakla buluşmaktır. Beni gören hakkı görmüştür prensibine binaen, nebilerin varislerini görmek kişiyi hakkı görmüş gibi hoşnut eder. İşte zikirleri okurken okumamızın bize dokunduğu temel merkez bizim rububiyet alanımızdır. Yoksa tüm söylemler temennide kalacaktır. Şöyle ol, böyle ol, aşk, bilgi, ilim ve diğer kavramlar, evet hepsi temennide kalıyor. Peki, bu kavramlar bizde nasıl hayat bulacak?

İşte tek çözüm ZİKİR’DİR. Esmâ-i hüsnâ zikirleri ve Esmâ-i hüsnâ zikirlerine zemin hazırlayan Kur’an-ı Kerim’den ayetler ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden öğrendiğimiz dua ve salâvatlar.

Yani aziz dostum; çalışalım ve bilelim ki tüm çalışmalarımız gene de kendimiz içindir. Temenniden kurtulup bizzat hayattan tatmak içindir.

Yorum yapın