YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Rububiyet, melikiyet ve ulûhiyet kavramlarından her birinin kavram içeriği bir birinden ayrı ayrıdır. Her birinin anlam nazariyesi diğerinden farklıdır. Allah’ın birer sıfatı bu üç kavramın içeriği ile insan mutlak olarak mükelleftir. Allah’ın bu üç sıfatından sadece bir sıfatını temel alıp diğerlerini görmezden gelmek veya birini temel alıp diğerlerini o birinin içinde gizlemek, hayata ve yaşantıya o temel aldığı pencereden bakmak, kişiyi hakikatten saptırır. Yaşanılması istenilen doğru yolun çok ötesine atar. Öylece mahrumlardan olur. Rabbe kulluk nasıl yapılır, ilaha kulluk nasıl yapılır ve melik veya malike kulluk nasıl yapılır? İnşallah bunları sizlere sunacağız.
İnsan rabbine de kuldur, melikine de kuldur ve ilahına da kuldur. Çünkü insan Abdullah’tır. Bu üç özellikten bir tanesi, kişi bazında eksik kalırsa, her insanın mutlak kesin olarak ortak sıfatı olan Abdullah sıfatının içini, kendisi açısından eksiklik kadar boşaltmış olur. Bu boşaltma ile her ne kadar kişi kendisine göre kendi çapında Abdullah olmaktan uzaklaşsa da, Allah’ın kendi nazarında, kendisinin bizzat kulları üzerinde üç sıfatı ile tasarrufu devam eder ve kişinin Allah’a kul olması asla son bulmaz. Ama kişi kendi dünyasında yer vermediği sıfatın içeriğinin uygulanışı oranında, Allah’tan mahrumiyetin azabına duçar olur. Onun için de Allah kuldan uzaklaşmaz, ama kul Allah’tan kendisi için yapılması gereken amel oranında uzaklaşır. Allah’ın rububiyet, melikiyet ve ulûhiyetinin her biri, insana bir takım ödevler yükler. İşte bu ödevlerden eksiği kadar Allah’tan mahrumiyet yaşar. İşte bu mahrumiyet, Allah’tan uzaklık diye tabir edilmiştir. Ama her halükârda Allah, kula kuldan yakındır.
Rab ve rububiyet kişideki varoluş noktasıdır. Bu varoluş noktası itibarıyla bizim tüm varlığımız, madde veya mana tüm her şeyimiz bizzat Allah’tan gelmiş olup onunla kaimdir. Bizler rububiyet alanı itibarıyla mutlak olarak onun ile kaimiz. Ulûhiyet alanı olarak mutlak olarak ona muhtacız. Melikiyet alanı olarak ta onun koyduğu hükümlere mutlak olarak riayet etmek zorundayız. Eğer bu üç kavramın işaret ettiği kapsamda Allah’a yönelirsek mutlu oluruz. Yoksa dünya ve ahrette çok üzülürüz.
Burada dikkat etmemiz gereken bir konu daha vardır; o da Allah’a rububiyet itibarıyla sığınıldığı zaman, rab kelimesinin başına “B ب” harfini ekleyerek söylenmesidir. “B ب” harfi, başına katılan kelimeye üç anlam katar. Bunlar istiane yani yardım, musahabe yani beraberlik, mulabese yani giyilen elbise anlamlarıdır. “B ب” harfinin kelimeye kattığı üç manayı göz önüne alarak rab kelimesine anlam vermeliyiz. Öylece varlığımızın öz hamurunun onunla kaim olduğunun farkına varırız. Bu farkındalıkla madde ve mana aleminde enfus ve afakın seyrine geçeriz.
Nas süresinde gelen rab kelimesini, başına konulan “B ب” harfinin kelimeye kattığı üç anlam çerçevesinde mülahaza ederek rabbe sığınmanın içeriğine bir nebze temaşa edelim. Öylece işin hakikatine doğru yolcuğumuzu bir nebze yaşayalım;
İstiane yani yardım anlamını verdiğimizde, deriz ki benim kullanabileceğim bağımsız veya özerk bir kuvvet veya gücüm yok. Onun için ben bir birey olarak özümden bana doğru deveran edip bana kadar gelen bütün gücün ve kuvvetin, rabbul âlemin olan Allah’tan geldiğini fark eder, onun gücünü kendi gücümün kaynağı bilip, o güçle niyetlendiğim eylemi yaparım. Bunu hatırda tutmak için de, her işimi ve işimin her adımını besmele ile yaparım.
Musahabe yani beraberlik anlamını bir örnekle açıklayalım. Lütfen örnekteki manayı alın ve örneğin kavramlarını manayı içselleştirdikten sonra bir kenara bırakın. Çünkü asıl olan verilmek istenen manadır. Örneğin kendisi değildir. Şimdi, bir ırmak düşünelim, doğuyor deveran edip denize varıyor. Bu ırmağın içinden patlamaz ve suyun şekline göre bürünebilen ve sanal gibi duran bir balonu, derenin suyu ile doldurup ağzını bağlayıp tekrar ırmağa bırakırsak derede eksilme olmaz. Deredeki suyun aynısı tüm özellikleriyle sanal balonun içinde de olur. Ama tümüyle derenin içinde ki suya tabi bir vaziyette olur. Ama kendi içinde bağımsız ve etrafında ince bir lastik gibi bir sınır mevcut olur. O zaman deriz ki, ben içi ırmağın suyu ile doldurulup tekrar ırmağa bırakılan balon gibi, ırmakla beraber güçlüyüm. Önüme çıkan her engeli, her ne kadar ben balon içinde hapis gibi olsam da, ırmağın içinde ırmakla beraber hareket ettiğim için aşarım. İşte kendini ırmağa bırakmış şekildeyim. Kendisini ırmağa teslim eden balon dolusu su güvende olmaz mı? Önüne gelen her engeli aşmaz mı? İşte ben bunun bilincindeyim deriz. Öylece kişi bu bilinçle, aslından güç alıp aşmadığı engel kalmaz. Bu örnek çok orijindir. İnşallah bu temel konunun anlaşılması için ön ayak olur.
Giyilen elbise anlamına gelen mulabese nin kavram içeriğine de bir örnekle yaklaşalım. Örneğin kişi korumasız bir şekilde kendine pervane takıp 10.000 metre yukarı çıksa -50 derece soğukta dayanamaz ve donar. Ama uçağın içinde kendini korumaya alıp yükselse, hiç zarar görmeden menziline ulaşır. İşte bu örnek gibi ben Rabbimin beni kendi kuvveleriyle var ettiği onun kuvvelerini kendime muhafaza yapıp öylece niyetlendiğim fiili yapmak üzere yola koyulacağım.
İşte “B ب” harfi başında geldiği kelimeye bu üç manadan birini veya üçünü ayrı ayrı verip öylece anlamlandırmalıyız. Kur’anda “B ب” harfinin geçtiği her yerde ve geçtiği kelime bağlamında bu manalarla değerlendiririz. Öylece rabbimizle irtibatta olabiliriz.
Rububiyette bilinmesi gereken esas mesele, her varlığın Allah ile kaim olduğu hakikatidir. Ama rububiyeti ile de Allah’ın mutlak zatını, her şeyden tenzih edelim. Çünkü gördüğümüz ve bildiğimiz hiçbir şey, O değildir. Ama her şey Allah’ın mutlak nurundan esma tecellileri olarak bize tanıtılan kuvvelerinin değişik terkipler sonucu bir arada cem olmalarıyla fiiller âleminde buluşmuşlardır. İşte varlığı rububiyet itibarıyla dahi olsa, sırf teşbih veya sırf tenzih olarak görmekten Allah’a sığınalım. Her varlık he ne kadar rububiyeti itibarıyla onunla kaim olup ondan varlığını alsa da, ama o kendisiyle kaim olan her yarattığından kesinlikle münezzehtir.
Ulûhiyette ise, zaten Allah tümüyle her varlıktan beri ve münezzehtir. İşte böylece olayın farkına varıp kendi hakikatiyle buluşarak veya sırf iman ederek Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize tabi olanlar, İslam ile buluşurlar.
“B ب” harfinin barındırdığı içsel anlam ile bakabilmek, kişinin enfustan afak’a doğru seyrini oluşturur. “B ب” seyri ile konuşmak, “B ب” seyri ile yazmak, “B ب” seyri ile yaptığın işe koyulmak, seni muvaffak etmeye yaklaştıracaktır. İşte “B ب” harfinin işaret anlam şifredir kullar arasında, hem şifredir kul ile rab arasında, hem “B ب” harfinin işaret ettiği anlam şifredir kişiye hayat veren her makamda ve hayatın oluşturduğu her alanda. Öylece her eylemin inşa merkezinden haberdar olur. Bu haber ile irkilip beyhude amel etmekten çekinmeye başlar. Çünkü her niyet edip yapılması için irade göstereceği fiilinin Allah’ın inşasıyla gerçekleştiğinin farkındalığına ulaşmıştır. Öylece rabbinden hayâ eder ve kulu olduğunu idrak eder.
Nasıl ki bizim adımız tüm dillerde aynı ise, işte rabbul âleminin sahip olduğu mutlak manalarına işaret edilen isimler de öyledir. Zaten onun için de, zikirler Arapça orijinal haliyle yapılır. İşte Allah, Esma-ül hüsna isimleri ile bize kendisine ait manaları, o manalar ile bizim aramızdaki bağlantıları ve o manalar ile terbiye edilişimizi Alak süresinin ilk ayeti olan “ikra “B ب” ismi rabbike lezi halak” ayetiyle izah eylemiştir. Yaratılışımız olan çıkış mahallimizi görmemizi istemiştir. İşte bu anlatımdaki kasıt, sanal benlik sahibi olan bizler ile bizim varlığını yoktan var eden Rabbimizi tanıştırıp, rabbul âlemine yolculuk edebilmemiz içindir.
Bizden görünen yani mutlak hüviyetten bize yansıyan her manaya yapısal özelliklerimizi dillendirecek tarzda, bir isim verilmiştir. Örneğin hastalığı tedavi edip insanı rahatlatan manayı Şafii olarak isimlendirmişiz. Gelen rızık taksimatını görüp rızkın ulaşmasını sağlayan manaya Razzak demişiz. Her isim böylece isimlendirilmiştir. Neden A’rab’ça olayını ise, Allah’ın tüm isimleri mutlak hüviyetin bize yansıttığı manalarla uyumlu olan ve insanın içsel yapısıyla birebir sesteş olan Arapça dili ile Allah tarafından konulmuşlardır. Allah, insan ile en mükemmel şekilde uyumlu dil olan A’rab’ça diliyle hüviyetinin manalarına isimler takmıştır ki, insanlık o isimlerin zikriyle rububiyet alanını genişletip zirveye kadar çıksın.
Birde üzerinde tefekkür edilecek bir husus, bakara süresinin üçüncü ayetidir. Bu ayet ile bize gerekli olan ana adım iletiliyor. O da imanın ““B ب” il ğaybi” şeklinde olması hakikatidir. İşte bunu okumak ile kitabı okuma gerçekleşir. Ğayb, beş duyu ile algılanması mümkün olmayandır. Acaba ne ki ğayb ve bunu “B ب” ile okumak? İşte öncellikle ğaybımıza iman edip öylece rabbimizi bilmeye adım atarız. Sonrasın da ise, Allah’ın melikiyeti seyir edilip ulûhiyeti önünde secdeye varılır.
Rab olayını kavramak için içsel özellikler ile bütünleşmenin esas unsur olduğunu da bilelim. Örneğin en iyi futbolcu topuyla bütünleşendir. En iyi yazar kalemiyle bütünleşendir. En asker silahıyla bütünleşendir. Hangi mesleği yaparsan yap, başarı için bütünleşme esastır. Bütünleşmeye bir engel varsa, o mekân hızlıca terk edilmelidir. Yaptığı eylem ile bütünleşen rububiyeti anlamış, ğaybına iman etmiş ve “el hamdu lillahi rabbil âlemin” demiştir. Diğerleri sayıklar ve mukallit birer kişi olarak ele el açarak günlerini tüketirler.
Allah rabbul âlemindir. Âlem tüm varlıkların toplamıdır. İnsan da varlıklardan bir bireydir. Yani her birimiz direk Allah’ın kuluyuz. Allah’a olan kulluğun zirve yaptığı an’da ise kadr hali oluşur. İşte o anda Allah ismi aynasında kişinin yaşam seyir başlar. Yaşam seyrini, iletilen melikiyet kurallarına göre uygulayan kişi ise, zevk haline geçer. Hak yolunda çalışmasına ara vermediği sürece, sahip olduğu seyri ve seyrin verdiği zevki, onu a’la illiyyine kadar yükseltir.
Rabbul âlemin olayını anlamak için şöyle bir örnek verelim; bir koni düşünelim, tepe noktası tüm varoşlara eşit uzaklıktadır ve her tarafı eşit olarak müşahede eder. Ama varoşun herhangi bir noktasındaki, tüm tarafı göremez. Allah ismi müsemmasında, nuri muhammedi müşahedesiyle yüzüne bakıp hakikatini seyir eden ve öylece hilafetinin sırrına eren kişi, koninin tepe notasında tümün seyrine ulaşan kişidir. Koninin tepe noktasına ulaşan, Allah namına hamd eder ve rabbul erbaba ulaşır. Rahman ismi manasını seyir edip, Rahim ismi gereği tüm oluşumları seyir eder. Sonra tüm saltanatın sahibinin tek olduğunu yani malikini müşahede eder. Sonra tüm varlıkların yüce saltanata boyun eğdiğini ve tüm güçlerinin kaynağının o olduğunu seyir eder. Sonra, gözü diker tekrar aynaya ve der ki beni doğru yola ilet. O doğru yol ki nimete erenlerin gittiği yoldur. Hiç yola girmeyen veya doğru yoldan yürürken yolunu kaybedenlerin yolundan muhafaza eyle diyerek Allah’ın ulûhiyeti önünde eğilir ve mutlak zata iltica eder. Allah’a mutlak olarak iltica etmek için de tam hür olmak gerekir. Çünkü tam hür olanın hiçbir değerlendirmesi kalmaz. Ve der ki; El hamdu lillahi Rabbil âlemin. Bilelim ki dedikodusu kalanın hürriyeti de yoktur. “Elhamdulillahi rabbil alemiyn” derken şöyle bir hissiyatın içinde bulunabiliriz; El hamdu yani her hangi bir insanı değerlendirmek ve onun hakkında bir karara varmak Lillahi yani Allaha aittir, çünkü Allah, Rabbil âlemindir yani her insanın esma kompozisyonu ona aittir ve onun içindir. Bu şekilde ilk ayeti okuyan artık herhangi bir insan hakkında yargıda bulunmaz ve dolayısıyla sınavı biter. Yani nötr olur ve sırf kulluk başlar. İşte bu kulluğun tadı hiçbir şeyde yoktur.
Kişinin yanışını oluşturan rabbidir. Allah’ın azabı ise ekberdir. Ne demek istenmiş acaba? Rabb ne ve nasıl yakar? Allah’ın azabı ne? Ya cehennem… Arka arkaya bağlantılı konular. Cehennem soyut bir isim olup, kişinin anlık durumuna göre her ortam cehenneme dönüşe bilir. Hayat kesintisiz devam edeceğine göre, buradaki hayatını cehenneme dönüştüren ve yakan rabb, ölüm ötesinde de bulunduğun mekânı cehenneme dönüştürüp kat kat fazla yakabilir. Hani derler ya cehennemdeki ateş yetmiş defa yıkanmış ve dünyaya gelmiş. Yani buradaki sıkıntı “öleyim de kurtulayım” demekle bitmeyecek ve kat kat artarak devam edecektir. Allah azabı ise bambaşkadır.
Ateistim ve tanrıya falan inanmam diyen kişinin bile bilinçaltındaki Allah nuru, onu kendisine çekiyor ve dua etmeden duramıyor. Örneğin, sabah karşılaştığı arkadaşına günaydın diyor. Ne demek istiyor? Senin günün aydın olsun. Yani dua ediyor. Günü aydınlık edecek olan kim? Rabbi. Yani inançsız bir dünya yok. iyyake na’budu ve iyyake nestain ayeti apaçık izah eder. Bunun lamı cimi yok. Yani iradesiyle inanıp cennete ulaşmak istemeyen; iradesi dışında gene inanır ama sonuç cehennem olur.
İçsel olarak sahip olduğu mana akışını fark edemeyen, sonsuz ve sınırsız olan ile senkronize gücünden habersiz yaşayıp, yani Allah’ın rububiyeti ile irtibatını fark etmeyip, köpek benden daha iyidir veya ben falan kesin kapısının köpeği olayım demek kadar anlayışsız bir kelam olamaz. Biz niye kendimize değersiz bakalım ki? Hem insanın içsel olarak sahip olduğu nazara göre köpek ne ki? Allah bizi halifesi olarak var etmiş, öylece emaneti üstlenmişiz. Yüce Allah’a halife olan kendini düşük görür mü? Biri bizim üzerimize kibir yaparsa bu, onun Allah’ın katında kendi değerini düşürür ve bize de derece katar. Elbette kibir etmeyeceğiz, ama kibriya sahibinin seyriyle seyrederek yaşayacağız. Bu mutlak tevazua bizi götürecektir. Ben köpek kadar olmam diyen desin ve köpek kadar olmasın ve hep dışsallıktan beklesin. Bu bizi ilgilendirmez. Biz Ahsen-i takvim üzereyiz. Secde de miraç yapar ve Cebrail’in dahi geriden izlediği miraca göz dikeriz. Çok değerliyiz kardeşim. Şeytana kulak vermeyelim. Şeytana kucak açmış insanlardan Allah’a sığınalım. Kibre ve büyüklenmeye kapılmadan içsel ve dışsal seyrimizin tamama ermesi için çalışmalarımıza bakalım. Kendimizi kimseden küçük veya büyük görmeden, insanlığa hizmet edip kibirlenmeden yürüyelim. Öylece arınmamız hızla yükselecektir.
Hamd etmek dört âlemi temaşa etmektir. Temaşayı kendine çevirmektir. Kendini Allah için eylemektir. Rabbul âleminin Allah olduğu hissetmektir. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak zat, Allah adıyla sana nazar eder. Tüm özellikleriyle seni kendine çeker. Namazın secdesiyle miracı tamam eder. Seni hakka vasıl eder. Zat ile sıfat, esma ile ef’al her birimde aynıdır, içini arıt, fark edersin her an. Sanma ki her biri ayrı yeri kaplar, tümü her birimde aynı şekilde var. Sadece insanın havsalası bunu kavrar. Etmeyesin hafızanı tarumar. İşte tüm yollar HU adıyla işaret edilen mutlak zata yani Allah’a çıkar. Yeter ki gönlün yürüdüğü yol olsun helal.
Deruna ineyim derken derununa inersin. Tüm maksat senin derununa yolculuktur bilesin. Dış dünyan ile iç dünyan aynı yere çıkar bilesin. Aman kendini dışsallığa vermeyesin. Dışsallık hapsindir bilesin. Özgürlük özündedir bilesin. En büyük Kâbe sendeki gönüldür bilesin. Sakın hiçbir gönlü kırmayasın. Her biri gönül de aynen sendeki gibi Kâbe’dir bilesin. Sanma ki Rabb seni unutmuş. Onun eli omzunu kaplamış. Hakkın nurudur ki, bilincinle birleşmiş. Hakkın özlemidir ki, özlemine dokunmuş. Rabbin elidir ki, elini sıkıca tutmuş. Asıl varlık tüm varlığını sarmış. Deme hayat ne kadar da darmış. Semalara nazaran, nefsin öyle hissetmiş. Özün, öz semasına kanat çırpıp darlıktan kurtulmasını en büyük hedef olarak resmetmek istemiş. Özüne doğru yolculuk ile de, rububiyetinden sana yansıyan manayı aslıyla buluşturmuş olursun.
Secdede subhane rabbi-yel a’la derken, benliğimiz şunu mırıldanır. Allah’ım ne ben varım, ne de düşüncem ve ne de kuvvetim. Bende her ne varsa senindir Allah’ım. Ben sana teslimim. Sana teslimiyet için bana güç ve kuvvet ver. Bunu düşünüp secdeden kalkmak, insana derin huzur verir. Çünkü rububiyet alanını düşünmüş ve aslını hatırlamıştır. Öylece a’la olan öz hakikatine doğru senkronize olmasını kolaylaştırmıştır. Nafile namazların son secdesinde ise, o derin irtibat halini hissederek kendimize ve sevdiklerimize de dua edebiliriz.
Hakikatini ve geliş yerini hissederek Bismillah ile yaşama nazar edenin önünde engel kalamaz. Yaptığımız işin Bismillah ile başlama hissiyatının kolaylaşması için ve iki dünyamızın mamur olması için de, sadece Allah’ın huzurunda eğilelim. Böylece başımız sadece rabbimiz için yere insin. Hem rabıtamızın direk rabbimize olduğunu fark edelim ki, derunumuza giden yol bize saçılsın. Her hangi bir insanın eline, eteğine yapışmadan rabbimizle yaşam bulduğumuzu idrak edelim ki, maddi ve manevi kapılar bize açılsın. Tüm bunların kolaylaşması için zikirlerimize taviz vermeyelim ki, rabbimize yolculuğumuz tamamına ersin.
Her şeyin ipi rahman olan Allah’ın elindedir. Vereceğimiz örneği az tefekkür ederek okuyalım; deprem olacak ise bunu ancak Allah bilir. Onu da hayal içre hayalı elinde bulunduran karar verir. Allah bilir derken hayal yani toprak, hayal içinde hayal yani toprağın oluştuğu esma kompozisyonu, Hayal içinde hayal içinde hayal yani esma kompozisyonunu oluşturan rabbul erbab ve bunların dayandığı Rahmaniyet. Rahman ise Allah için en büyük sıfat, yani ip Allahın elindedir. Bu, tüm oluşlar için aynıdır. Dolayısıyla mutlak melik sadece Allah’tır. Ona uyan kazanır. Uymayan ise, kaybeder.
Toprağın gönlü olduğu gibi bunun çok daha gelişmişi olan hayvanın da gönlü vardır. Kendisine yardım edene dua eder. Hayvan öyleyse, insanı hiç sorma. İnsanın yaptığı içsel dua, hemen hedeftedir. Çünkü hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak zat yani Allah, insana ruhundan üflemiştir. İşte insanın duası seni senden eder ve Rabbul âlemine muti eder. Rabbe muti olmak ise, kölelik değil en büyük özgürlüktür.
Bismillah yaşanılmadan yapılan işler, insanı şirk-i hafiye iter. Sahiplenerek hayatını yönlendirme ise, insanı rububiyet alanında şirk batağında boğar. Besmelesiz olarak yaşanılan bakış açısıyla gidilecek en fazla menzil, kişiyi panteistlikte kaybeder. Bismillahta ise teveddüd vardır. Bismillah bakışı ile rububiyet alanında fenafillâh seyri oluşur. Zaten fenafillâh denilen bakış açısı rububiyet ve melikiyet itibarıyladır. Ulûhiyet itibarıyla ise, fenafillâh muhaldir. Ulûhiyette sadece bekabillah seyri vardır. Ve acizliğin itirafının verdiği sonsuz haz vardır. İşte şekerin tatlılığının şekerin özünde saklandığı gibi sırrı ilahi, rububiyet alanı olarak ta özünde derç edilmiştir.
O bize bizden yakındır. O’nun nuru içimizden kaynar. İçinde bulmadığını dışarıda arama, yazık edersin. Esma mana terkibi azaba yatkın olanlardan birini tefekkür etmen, seni onun mana burukluğuna hapseder. Esmaların mana terkiplerinin açıklık oranları aynı olanlar veya yakın olanlar çok yakın olurlar. İstersen mesafe çok çok uzak olsun. Hatta ki istersen biri bu dünyada diğeri yıllar yıllar önce bu dünyadan ayrılmış olup diğer âlemde olsun. İyi veya kötü olarak bakılmaksızın herkes için olay aynıdır. Esma candır. Esma özdür. Esma bizden bize tecellidir. Esma O’nundur. O Esmadan münezzehtir. Hiç bir fikir O’na ulaşamaz. Sessiz ve isteksiz duadır, secdeden miraca çıkan ve senden rabbul âlemine ulaşan. En alt mertebesi fenafillâh nazarıdır ki, senden sana okunur.
Bu seyir sadece onun oluşum terkiplerinden yükselen isteğin oluştuğunu seyretmektir. Bu işte kişinin rububiyet alanından kendisini kuşatan istek platformudur. Hayatı tanımak için o kadar kalın kalın kitapları okumak yerine, kendi kitabımızı okumayı bir öğrenirsek, tüm olay çözülür. İşte bu kitabın içeriği nefsinden rabbine uzanan sonsuz olan serüveni tamamlamandadır. İşte yazılan tüm kitaplar, senin özünü var eden, kendi kitabın olarak sende dürüleni sana okutmak içindir. Tüm dil dökmeler onun içindir. Allah’ın sistem’inden oluşan esintileri hayat tarzı etmek içindir. Onun için bil ki, verdiğin kadar alırsın. Yönelişin kadar ilerlersin. Adım atmadan bir yere varamazsın.
Melik ve melikiyet ise, Allah’ın rububiyet sıfatı itibarıyla yarattığı tüm esma terkipleri üzerinde mutlak hüküm sahibi olmasıdır. Bu mutlak hükümlerini tüm yarattığı sistem ve düzeninde uygular. İnsana irade verdiği için, hükümlerini insana bildirmiştir. Onu uyarmış ve melikiyet hükümlerine uymasını tavsiye etmiştir. Uymazsan zarar edersin diye tembihte bulunmuştur. Örneğin eskiden padişahlar tek karar mercii olurlardı ve istedikleri fermanı verirlerdi. İşte insanlığı yöneten yegâne padişah aslında Allah’tır. Tek Melik odur. Nasıl ki sen bir ülkenin hükümdarına sığınırsan, onun ülkesinde korkusuzca yaşarsın. Tıpkı Necaşi’ye sığınan sahabeler gibi. Mekke’li müşrikler onlara zarar veremedi. Bizde bu aciz varlığımızla âlemlerin melikine yani padişahına sığınırsak, yani onun bizde görmesini istediği fiilleri işler, haramlardan sakınırsak, kimse bize zarar veremez. İşte esas sığınma onun isteği doğrultusunda amel işlemektir. İnsanların meliki yani insanları yöneten padişah dediğimizde, rububiyetin tersine burada dışsallık anlamı vardır. Çünkü yönetim dışarıdan olur. Bunu izah için varlık oluşumun künhüne az değinelim.
Tüm varlıkları oluşturan öz cevher üzerinde tefekkür edildiğinde, Allah’ın zatının nurundan bir tutam nurun saçılıp yoğunluğunun alınması sonucu oluşan, buna nur-i Muhammedi denen ve tüm varlığın öz cevheri olup buradaki mana içeriklerine doksan dokuz esma-ül hüsna ile işaret edilen, hem tüm kuvvelerin aslı olan nur-i Muhammedi, Allah’ın kendinden kendine yaptığı seyrinin sonucu, zatının parıldayıp saçılan zati nurundan başka bir varlığı olmadığı anlaşılır. Her şeyin oluşumunu oluşturan ve ana kaynağı olan doksan dokuz isim ile bahsedilen hakikat, nuru muhammedidir. Doksan dokuz isimden kasıt, bu isimlerle işaret edilen ayrı ayrı manalara verilen isimlerdir. Detayları ise sonsuz ve sınırsızdır. Allah’ın nurundan bir tutamın dahi içerik bakımından sonu veya sınırı olamaz. Onun içinde kişi çalıştıkça yükseldiği halde, varacağı son bir derece de yoktur. Bundan dolayı da, amel işledikçe işleriz. İşlediğimiz amelin bir nihayeti de yoktur. İman dâhilinde müspet amel işledikçe açılım olacak ve kişi yükseldikçe yükselecektir. İşte bir tutam nurun öz cevheri budur.
Kendinden kendine seyir derken şu izah edilmek isteniyor; Allah’ın nurundan yoğunluğu düşürülmüş bir tutamının içinde doksan dokuz olarak belirlenen özelliklerinin seyir âlemine sunulmasıdır. Öylece nuru Muhammedi ismiyle anılan o bir tutam nur onun nurundan bir ışıldama olarak saçıldı. Bu saçılan nur, bize sıfat ve esmalar ile işaret edilen manalardır. Var edilen her şey, o manaların terkipler halinde bir araya gelip adeta bir kompozisyon olarak birliktelik oluşturmasından seyir âlemine sunulmasıdır. Bu birliktelikteki zaman ve mekân, yani bizim kendimizi içinde bulduğumuz zaman ve mekân ise, terkipler şeklinde gözüken kompozisyonların bir birlerine göre oluşturdukları hallerden başka bir şey değildir. İşte kendinden kendine seyir, kendi zati nuruyla kendi nurundan var ettiği nuri muhammediyi ve nuri muhammedinin kapsamasını ve muhteviyatını seyretme olayıdır. Mutlak nur da onundur. Seyrettiği nurdan ondandır. Gayrı bir nur söz konusu değildir. Hem kendi zatı olarak ta tümünden münezzehtir.
İşte doksan dokuz öz manaların seyrinden sonra on sekiz bin âlem, melek, insan, cin ve diğer varlıklar nuri muhammediden halk edildi. İşte bu bir tutam nur diye tasvir ettiğimiz nurun yani ilmin mahiyetini bilmemiz ise, olanaksızdır. Çünkü yaratılmamıştır. Şunu da unutmayalım ki, hu adıyla işaret ettiğimiz hüviyetin kendisine Allah ismini seçmeden öncede bu nur vardı. Ama gizli hazineydi. İşte burada gizli hazine sözü bile bize göre olan bir gizliliktir. Yoksa mutlak zat olan Allah’a göre gizli ve açık kavramları mevzubahis değildir. İşte gizliden kasıt, Allah bir tutam nurunu saçmamıştı. Yani kuvveden fiile çıkarmamıştı. Yani yoğunluğu düşürülmemiş kendi öz nuru idi. Tüm manalarla işaret edilen müsemma içerikleri aynen onda vardı.
Zatın yoğunluğunu düşürüp saçtığı kendi nurundan yani kendisinden yansıyan ilminden gene ilminde yani nurunda, ilminden ilmi suret olarak var ettiği nurunu yani ilmini, kendisini seyir etmeyi dileğince, kendinden kendine zuhur etti. Yani hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismiyle kendi zatına baktı ve saçılan kendi nuru, o da zatı gibi doğmamış, doğrulmamış hem başka mekâna aktarılmamış bir halde kendi nazargahına sunuldu.
Olayı daha bir somutlaştırmak için güneş ve ışığından şöyle bir örnek vereyim; lütfen örnekteki manayı alın ve örneği bir kenara bırakın. Çünkü esas olay örneğin çok çok ötesindedir. Güneşin saçılan ışığı şudur ki, güneş ışığıyla beraber güneştir. Işık ondan kopmuyor, eğer koparsa bir anda yok olup gider. Yani dünyaya gelen ışık güneşten ayrılmaz. Zaten o ışık ile beraber güneş güneştir. Allah’ın Nuru Allah’tan ayrılmaz, çünkü onun kendi zati nurudur. Böyle muhteşem bir yaratıcının bizi nurundan yaratıp sanal benlik vererek kendisi ile muhatap etmesi ise, çok büyük bir nimettir.
İşte İnsan süresinin ilk ayetine baktığımızda, anılacak bir varlık bile değilken insan, Allah onu anılır etmiştir. Hem insanı kendisine muhatap edecek kabiliyet ile donatmıştır. Bu kabiliyet ona, ruhundan üfleyip yeryüzünde halife etmesiyle gerçekleştirmiştir. Bir tutam nuru böyle ise ki, onu bile tam bilemiyoruz ve kelimelerin bittiği son kelam. Acaba kendi öz nuru nasıl? Resmen insanın dili tutuluyor ve Allah’ın azameti karşısında secdeye varamadan edemiyor.
İşte var edilen her bir ilmi suret, ayrı bir sanal benlik ile kendisinin var olduğunun şuurunda oldu. Her birimiz dahi aynı şekilde sanal benlikler alarak Allah ile muhatap olduk. Hakikatte tek onun nuru varken, nurundan kesret âlemini oluşturup her varlığı ayrı bir bireymiş gibi karşısına aldı. Ama nurundan var ettiği tüm bu varlıklarda melikiyeti de kendisinde bıraktı. Hüküm koyup kaldırma işini yarattığı hiçbir mahlûkatının eline vermedi. Ama yarattığı insan ve cinleri nispeten serbest bırakıp kendilerine bir irade tevdi etti. Ama iradesinin kullanım yönü ile ilgili, önüne kıstaslar koydu. Yarattığım kanun ve nizama uymazsan, uymadığın için zarar edersin dedi. Ama uyarsan, yarattığım düzene ve üsluba uyduğun için, sonsuzluğa doğru rahat bir hayat süreceksin dedi. Ama ne yazık ki, insanların geneli, insana düşman olarak yaratılan ve kendisine sınavın mahiyetini yaşatması için destur verilen, kendisinde dahi bir kuvve olarak var edilen ve şerrinden sığınılması gereken şeytaniyet melekesini dinledi. Öylece rahmaniyet melekesinden uzak kalmayı tercih etti. Çünkü gözünü et kemik bedende açmıştı ve kendisini et kemik beden sandı. Şeytaniyet melekesi ise bu et kemik beden uğrunda ömrünü tükettirdi. Bu yola iten ise, dışsal olarak şeytaniyet melekesini huy edinip yoldan sapanlar tarafından dikte edildi. Bu dikte ile beraber, o da aldanıp kendi şeytaniyet melekesini canlandırıp heva ve heveslerinin peşin takıldı. Allah’ın melikiyetini ve malikiyeti gereği icap eden fiilleri yaşamı üzerinde uygulamadan dünya hayatını kafasına göre dizayn etti. Öylece dünyayı terk eden binlercesi gibi, yiyip içip uyuyarak bu değerli hayatı noktalayıp sonsuzluklara göçmek için gün saydı.
Allah tüm yaratılanları yaratıp yegâne malik oldu. Tüm yaşam verdiklerine yegâne Melik oldu. Gün an oldu dehr içinde kayboldu. Din tüm yaratılan âlemlere ad oldu. Sahip yani malik dilediğini yapıyor oldu. Maliki bilmeyen de bilmediğinden isyan ediyor oldu. Bize düşen “maliki yevmiddin”i tanımak oldu. Hem Kur’an ile, yani insandan okunan ile yaşamı hazmetmek oldu.
İlah ve ulûhiyet itibarıyla da kişi, Allah’a elini açıp ondan beklenti içindedir. Kişinin acizliğini itiraf edip bir aşkın güce yönelim hissettiğinde, işte bu yönelme iradesine, insan bakımından oluşan oluşumuna ulûhiyet denir. Buna ithafen Allah’a ilah gözüyle bakılır. Ama ilah Allah’ın adı olmayıp ona olan yönelime verilen isimdir. Bunun farkını bilemeyenler Allah’a ilah demişlerdir. Oysaki yönelim mahalli itibarıyla yegâne ulûhiyet sahibi Allah’tır. Eğer Allah’a sırf rububiyeti itibarıyla bakılıp ulûhiyet ve melikiyeti kabul edilmezse, o zaman dersiniz ki ben oyum. Eğer sen o olsaydın, o zaman senin muhtaciyetin ve acizliğin mevzubahis olamazdı. Oysaki ona muhtaç olup her şeyini ondan almaktasın. Eğer Allah’ın ulûhiyeti olmasaydı, tıpkı Hıristiyanlar gibi İsa Allah’ın oğludur veya Allah’ın yeryüzündeki simülasyonudur veya zaten Allah’tır demeleri doğru olurdu. Oysaki Hz. İsa Aleyhi s selam da aciz bir kul idi. Hatta o devrin taassupçu zihniyeti onu öldürmek için saldırdı. Allah onu ulûhiyeti ile korudu ve semaya aldı.
Hem bilelim Allah tüm yönleriyle bizden münezzehtir. Onun için de, Allah’a ekber deriz. Bu münezzeyiyet hem rububiyet, hem melikiyet, hem de ulûhiyet itibarıyladır. Dolayısıyla he ne kadar biz rububiyet itibarıyla varlığımızı Allah’tan almışsak da, Allah a’la olarak subhan olup bizden münezzeh olarak ekberdir. Melikiyet itibarıyla da her kadar bize mülkiyet hakkı tanımışsa da, kendisi mutlak mülk sahibi olarak bizden münezzeh olup ekberdir. Ulûhiyet sahibi olarak ta her ne kadar bize de sanal benlik verip bize kendi bünyemizde güç ve kuvvet vermişse de, güç ve kuvvetin sahibi olarak yegâne subhan gene de sadece O olup, hem tüm yaratılmışlardan münezzeh olarak ekberdir. Bizler bunları düşünerek Allahu ekber deriz.
Bir hususu da burada açıklayalım. Cin süresi 18. ayette “Muhakkak ki mescitler Allah’ındır, Allah ile birlikte başka bir-tek çağırmayın” der. Acaba burada ne denmek istenmiştir? Eğer maksat camide Allah yanı sıra kimseden bahsetmemek ise, ezan dahi okunmaması gerekir. Çünkü içinde Muhammed-ün Rasulullah geçer. Tahhiyyatta dahi nebiye selam veririz. Bu ayette fark etmemiz gereken bir şeyler vardır. Ayette kullanılan ifade, dikkat edersek ulûhiyetten bahseder. Eğer mescitte Allah yanı sıra her şeyden bahsediş yasaklansaydı, “min dunihi” kavramı kullanılacaktı. Hâlbuki çoğu dönemde camiler adeta günümüzdeki valilikler gibi dünyevi işlerin dahi görüşüldüğü mekânlar olmuşlardır. Camide gereksiz konuşmalar hoş karşılanmamıştır. Ama dikkat edersek ulûhiyet itibariyle mescitte Allah yanı sıra kimsenin adı anılamaz. Çünkü ulûhiyet itibarıyla Allah yanı sıra bir ilah yok. Onun için de La İlahe illellah demişiz. Ta işin başında Allah yanı sıra bir ilaha yalvaran, olmayan şeye yalvarmış olur. Çünkü Allah yanı sıra başka ilah yoktur. Dolayısıyla, mescitte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz adına naatlar okumak, başka ilâhı çağırmak değil, belki bizi bir-tek olan Allah’a çağıran Allah dostunu ve rasulunu anımsayıp onun öğretisine daha bir muhabbetle sarılmak içindir.
Son insanlık devresinde haniflikle ilk tanışan Hz. İbrahim aleyhi s selamdır. Haniflik inancı unutulmuştu. İbrahim aleyhi s selam oturdu ve düşünmeye başladı. Ben neyim? İnsanların tapındıkları şeyler ne olabilir? Bu tapınma neden? Putlarda ne biçim güç olabilir? Göğe bakar gök cisimlerini inceler. Acaba onlarda bağımsız bir güç var mı diye irdeler. Ve şu kanıya varır ki; sadece Allah yanı sıra hiçbir ilah yok. İlah olarak bilinen sadece Allahtır. Yüzünü ve basiretini Allah’a çevirir. Çünkü onun zamanındakiler tümüyle dışsallıktan kişiye doğru etki eden güç sahiplerine inanıyordu. Bunu da beş duyu ile gördükleri varlıklardan aktığına ikna olmuşlardır. Çünkü huzuru kalp ile dışsallığa yönelip istedikleri birçok emele ulaşıyorlardı. Ulaştıklarını yöneldikleri dışsal nesnelerden zannediyorlardı. Oysaki tüm isteklerini rablerinden alıyorlardı. Bunun gafletinde olarak kendi varlıklarının dahi kendisiyle kaim olan mutlak güçten habersiz yaşıyorlardı. İşte Hz. İbrahim aleyhi s selam bunu fark etti ve la ilahe illellah diyerek yüzünü mutlak yaratana çevirdi.
Kişi Allah yanısıra hiçbir tanrının var olamayacağına, sadece ve sadece ulûhiyet sahibi olarak sadece Allah’ın var olduğuna inanmadıkça, imanın tadını alamaz. Kişi ancak, Allah’la beraber bir ilahın olamayacağına inanıp gereğine göre yaşarsa, dünyada ve ölümden sonrası karşılaşacağı safhalarda, tüm stres ve sıkıntılarından kurtulur. Yoksa istediği emellerine dünyada ulaşsa da, ölüm ötesinde kendisinden veya başkasından bildiği için, kendisi ile Allah arasındaki irtibat kesilir. Kendisinde güç vehmedip yöneldiği tanrıları da, gözünün önüne getirilip aciz oldukları gösterilir. Biçare olarak yalnızlığa terk edilir.
“Allah yanı sıra tanrı-ilah yokmuş! Tanrı-ilah diye bildiğim tüm varlıklarda gücünü Allah’tan alırmış” diye mırıldanır varoluş hakikatini okumaya başlayan. Çünkü okumaya başlayan sonsuz ve hudutsuz olan mutlak zat karşısında acizliğini fark eder. Allah’ın rububiyetini ve melikiyetini unutup, Allah’ı kendisiyle ilişkisi olmayan, sırf yaratıp kendisini dünyaya atan bir ilah olamayacağını anladı. Allah’ı ötelerde sırf bir ilah olarak görüp göklere yerleştirmenin ve kendisini de onun ötesinde ve tümüyle ondan ayrı ve bağımsız olarak yaratılıp kendisine yer edindirmenin, böylece ben ve o düşüncesiyle âlemleri ve yaratıcısını değerlendirmenin kısır döngü olduğunu anlar.
Kendisine doğru uzanan hakikat serüvenini okuyan, kendisini yeryüzünün özgün varlığı olarak görüp kendi yaşam tarzını, kendisinin belirleye bileceğinden aciz olduğumuzu temaşa eyledi. Çünkü karmaşık bir yaratılış sistemi vardı. Aklıyla tüm ayrıntıları belirleyemeyeceğini fark etti. Bildi ki yaratan, kendisini sistem ve düzenine tabi olarak yaratmıştır. Böylece yaratıcının kendisi üzerinde mutlak hüküm sahibi olduğunu gördü. Kafasına göre yaşayacağı yaşam tarzlarından sorguya çekileceğini fark etti. Çünkü başıboş bir düzen yoktu. Dünya hayatının da bir sınırı vardı ve sonu ölümdü. Olayı fark edip öylece iman ederek yaşantısını düzenledi. Demek tüm mesele okumaktı. Onun için de ilk emir “oku” idi.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz der ki; la ilahe illallah diyen cennete girer. Acaba gerçekten dedik mi? Ayetel kürsünün ilk cümlesin de O Allah ki; hiç bir ilah yoktur, sadece O vardır, diri ve kayyumdur. Yani her şey onunla ayaktadır, der. İlah kavramı Allah isminden türemiştir. Şöyle ki; Hz. Adem aleyhi s selamdan günümüze kadar gelen tüm peygamberler, insanlara bizzat Allah’tan öğrendikleri şekillerde kulluğumuzu idrak ettirmeye çalışmışlar. Ama ne hazindir ki, bunu hakkıyla idrak edemeyen çoğu insan, hep dışa doğru yaşadığı için de, kulluğun ne olduğunu fark edemediklerinden, Allah’ı da çok ötelerde koca bir ilah olarak görüp onun rububiyet ve melikiyetinden habersiz olarak, sadece ona tapınmak suretiyle ondan bir şeyler koparmaya çalışmışlardır.
Oysaki ulûhiyet sahibi olarak ondan istememize karşın, biricik rububiyet sahibi olarak bizde bizle yaratıp önümüze koyan da bizzat kendisidir. Onun için dedik ki; ilah kavramı Allah isminden müştaktır. Yani Allah’ı hakkıyla bilemeyenler sadece ilahta kalmıştır. Rububiyet veya Melikiyette ise, kendisini veya birilerini ona eş koşmuştur. Kendisindeki gücü ayrı ve bağımsız görüp onun hükmünü de nefsi üzerinde uygulamaya çalışmamıştır. Oysaki la ilahe illellah demek için, ulûhiyetiyle, melikiyetiyle ve rububiyetiyle yegâne tasarruf sahibi olarak Allah’ı görmek zorundayız ki, cennetin kapısı bizlere açılsın.
İlk insan ve ilk peygamber Allah’ı ve yolunu tüm yönleriyle tanıtıp öylece göçtü. Daha sonra gelenler Allah’ı tam anlamadılar ve Allah’a sadece ilah olarak bakıp diğer özelliklerini unuttular. Allah özel ismini de güya başka kelimelerden türemiş diye tezler öne sürdüler. Her gelen peygamber öncellikle yanlış itikadı düzeltmek için insanları uyardı. Sonra da onları gerekli amele yönlendirdi. Dikkat edelim ki, eğer “ilah” kavramı “Allah” için mutlak isim olsaydı, başına “la” yani hayır/yok bırakılamazdı. Esma ül hüsnanın içinde olan hiçbir ismin başına “la” bırakılıp sonra “illa Allah” denmemiştir. İşte ulûhiyet sahibi olan zatın adı “Allah” olup, “ilah” ismi onu adı değildir. Ama ona yönelinirken, yönelim alanına verilen isimdir. Doksan dokuz ismin içinde olmayan Allah’ın tüm isimleri, bizzat Allah’ın adı olmayıp, kişiden ona doğru yönelim anındaki pozisyona göre konumlanan anlamlardır. Örneğin “müstehzi” onun adı olmayıp Müslüman’lar ile alay eden münafıkların, konumlandıkları konum itibarıyla Allah’ın kendilerine baktığı anlamı ifade eder. Veya “Şafii” ismi bizzat onun adı olmayıp, hasta olan kişi sağlığına kavuşunca, Allah’ın hasta ile münasebetini anlatır. Zaten onun için de, doksan dokuz esmanın içinde olamayan isimler, zikir olarak okunmaz. Ama dua olarak başına “ya” bırakılarak, içinde bulunan konuma göre istekte bulunulabilir.
Bir konuya daha değinelim. Adam diyor ki; ateist dürüsttür, Müslüman üçkâğıtçıdır… Sorun şu… Ateist tanrıya inanmaz ve nefsini ismini koyamadığı bir tanrı olarak görerek ve her şeyi kendinden bilerek çevreye açılır. Müslüman diye kendini gören ise, ayrılmaz olan Allah’ın üç özelliğini birbirinden ayırıp, Allah’ın rububiyet ve melikiyetinden uzak bir şekilde, Allah’ı sadece ulûhiyetiyle bilir ve öylece inanır. Ve der ki, onun rahmeti çok, nasıl olsa beni bir gün affeder. Sonra yapmadığı azgınlık kalmaz. Bir anlasa ki, Allah’ın sadece ulûhiyetiyle değil, aynı zamanda rububiyeti ve melikiyetiyle de kendisini çepeçevre sardığını ve sadece yaptığı fiilin karşılığının kendisi için hâsıl olacağını, asla ve asla düşündüğü gibi bir ilahın var olmadığını, asla taşkınlık yapamaz olur. Zaten taşkınlık edeceği zaman, hemen inandığı Allah inancı önüne geçer. Daha işin başındayken, “la ilahe/tanrıya Hayır, İllellah/sadece Allah” derken, ne dediğini bir anlasa ve öylesine affedecek bir ilahın asla var olmadığını bir anlasa, ateistten daha fazla, kuruntu olan ilah düşüncesinin düşmanı olur. Öylece kendisine çeki düzen verir.
Tüm mesele “La ilahe” demekte gizliymiş. Biz başka yerde arayıp durmuşuz. Başka yerde arayan daha çok arar. Serap görür gibi koşturur durur. “La ilahe” demedikten sonra, istediğin isimle çağır ilahını, ne fark eder ki. “La ilahe” dedikten sonra istediğin isimle çağır, O sana gelecektir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi anladığımız gün hayalimizdeki ilahımız ölür. Hayalimizdeki ilahımız ölünce de, köleliliğimiz biter ve kulluğu hissederiz. Ayrıca “la ilahe” derken, her varlıktaki bağımsız gücü, yani kişinin kendi kendisinin güç ürettiğini reddederiz. İşte “Sadece Allah” derken, sadece ulûhiyet sahibi olan Allah’ın bize yansımaları olan rububiyet ve melikiyet yansımaları da seyrederiz. Sonra La ilahe illa HU diyerek teslimiyetimizi bir birimize haykırırız.
Nefsimize, Allah’a tanrı deyip ona tapınmak tatlı gelir. Allah’ı tanımak, kulluğunu idrak ise acı görünür. Unutma ki o tatlılığın aslı, deccal cenneti olup esas aslı ise, azaptır. O acı ise, deccal cehennemi olup aslı sonsuz nimete kavuşmaktır. Ama genel olarak insanlık, dışarıdan yansıyan süs ve çekiciliğe aldanıp, özünden haykıran nimeti tepip külfete talip olur. Bilelim ki, Allah’tan başka herhangi bir ilah var zannedenin sonu cehennemdir. Bu Allah’ın koyduğu değişmez esastır.