YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Konuya birkaç soru ile başlayalım. Kur’anın kelime manası okunan demektir. O zaman Kur’an yani okunan derken ne kast ederiz? Nereden okunan ve nasıl okunan? Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz için, neden yürüyen Kur’an dendi? Kur’an yazılı olarak gelmedi ve yazılan ise Mushaf olarak isimlendirildi, acaba neden?
Kur’an Allah kelamı olup yaratılmamıştır ve mukaddestir. Mushaf ise, Allah kelamı olan Kur’an-ı kerimin yazıldığı kitaptır. Kur’an yazılırken yazılan sayfalar, yazıyı oluşturan harf ve kelimeler, sayfalardaki mürekkep, hem okunurken çıkan sesler de mukaddestir. Çünkü Kur’anın özü onlar sayesinde bize somutlaşır. Ama onlar mahlûktur yani yaratılmışlardır. Allah kelâmı olan ise, Kur‘anın özü ve manasıdır ki yaratılmamıştır. Varlığını Allah’ın kelam sıfatından almıştır. Kur’an dünyamıza bize üflenen ruh gibi uyarlanmıştır. İşte manamızda Kur’anın manasını keşfedersek, Kur‘anı okumaya başlamışız demektir. İşte buna kıraat denir. Yoksa tüm söylemlerimiz slogandan öteye geçmez.
Madem Kur’an yazılırken yazılan harfler, Kur’an okurken çıkan sesler mahlûktur, o zaman asıl mesele Kur’anın özüdür ve vermek istediği ruhi bakıştır. İşte Kur’anın özünün işaret ettiği birçok mana mevcuttur. Çünkü Kur’an, Allah’ın sonsuz kelamından insana okunan kadarıdır. Sadece meal şeklinde ayetlerin içindeki kelimelerin tercümesine bakıp, Kur’an budur demek ise, en büyük hatadır. Bu hata insanlığı hakikatten uzağa atmaktadır. Çünkü kişiyi Allah’ın vermek istediği kavram içeriğinden çok uzağa atmaktadır. Bu da kişiyi büyük anlam kargaşasına götürmektedir. Öylece verilmek istenen mana içeriğinden mahrum olmasına sebep olmaktadır.
Her bir ayetin işaret ettiği sayısız kapsam alanı mevzu bahistir. Kur’anın özünü okuyana kadar Rabbımız, bize tilavetini nasip eylesin. Belki böylece Kur’anın tilavetinden kıraatine uruç nasip olur. Çünkü Kur’an tilaveti sayesinde kıraatinin yaşamı kolaylaşır. Kur’an tilaveti olan Mushaf’ın içindeki yazılı ayetleri okumadan Kur’anı okumak ise, zaten gerçekleşemez. Onun için de, anlamını bilmezsek dahi Kur’an tilavetine önem vermeliyiz. Çünkü Kur’anın tilavet ve kıratı iç içe geçirilmiş olup verilmek istenen hakikate ancak tilavet üzerinden kırata yoğunlaşmak suretiyle derinleşip özümsemek nasip olur.
Kur’an özümüzdür. Çünkü insan ve Kur’an ikiz kardeştir. Kur’anın manası ve özü bizim özümüzdür. Derinden derine tertil ile okumalıyız. Kur’anın tilaveti de yaptığımız ibadetlerden bir ibadettir. Hiç anlamını bilmezsek dahi, okumamız ile rabbe doğru yol alırız. İşte Kur’anın tilaveti, Kur’anın yazıldığı Mushaf’ı okumaktır. Kur’anın kıraati ise, hayatın tüm basaklarını Kur’an ile okumaktır. Tilavetten asıl gaye kırata ulaşmak için yol aramaktır. Yol alırken de, tilavete sırt vermeden kıraatte yoğunlaşmaktır.
Kur’an, ana kaynaktır ve insandan okunan Allah sünnetidir. İşte Mushaf, ana kaynağın bizden görünen kadarını cem edip bizi Kur’ana götürür. Sünnet ise, bizden görünenin bizzat bir insan tarafından tüm teferruatıyla uygulanışıdır. Gerisi, tüm âlimlerin görüşleri ise, Kur’andan okunanı bize uygulatan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin uygulamasına uyarsa değerlidir. Eğer uymazsa hikâyeden öte değildir. O zaman uzak ol o söylenen hikâyeden, çünkü o kişiler dal ve mudildir. Kendileri saptığı gibi seni de sapıtır. Onun için her namazda Fatiha’nın son ayetiyle korunmak için Allah’a dua ederiz.
Bu kitapta hiç şüphe olamaz. Bu ayet inince, henüz Kur’an ayetleri toplanmamıştı. Daha Mushaf şeklinde bir kitap elde yoktu. Zaten malumdur ki, Kur’anın kitap şeklinde toparlanışı, Hz. Ebubekir Es Sıddık ra tarafından gerçekleşmiştir. O zaman ayet, “bu kitap” işaretiyle neye işaret etmiştir? İşte bunu anlamak işin başıdır. Zaten bu ayet, yedi ayetten oluşan süreden sonra gelen ve EifLamMim diye başlayan ayetten sonraki ikinci ayettir.
Kur’an dendiğinde, sadece Mushaf’ı anlıyorsak, büyük yanılgı var demektir. Kur’an insandan okunan Allah sistem ve düzeninin adıdır. Bunun içine Mushaf girdiği gibi, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin tüm fiilleri ve konuşması da girer. Allah ve Resulünü ayıran haktan uzaktır. Buna delil ise, Rahman süresinin ilk dört ayetidir. Rahman Kur’an talim ediyor. Sonra insanı yaratıyor. Sonra insana yetenek veriyor ki, Kur’anı anlasın. Eğer Kur’an derken sadece Mushaf anlaşılıyorsa, insan yaratılmadan önce Kur’an kime talim ediliyor?
O zaman şu ortaya çıkıyor; insan yaratılmadan önce Allah, insanın yaşam alanını âlemler içinde var ediyor. Sünnetinde yani kanun ve nizamında insanın yaşayacağı ortamı var ediyor. Buna Kur’anın talimi deniliyor. Sonra insan var ediliyor. Sonra insanın bünyesine akıl, fikir ve iman kuvveleri yerleştiriliyor ki, onun yaşam alanından olan Allah’ın kanun ve nizamını çözsün ve ona göre yaşasın. İşte insanın yaşamında oluşan tüm olumsuzlukların başlıca sebebi ise, Allah’ın daha insanı yaratmadan önce yaratmış olduğu kanun ve düzenine uymadan yanlış yollara sapmasındandır.
İşte bu sapmaya, Kur’anın özünden uzaklaşma olarak tabir edilmişidir. Dünya üzerindeki Müslümanların içinde oldukları sıkıntıların başında, varsa yoksa Allah ayetlerinin insan sunumuna sunulduğu Kur’anın somut boyutu. Yani Mushaf’ın tilaveti, Kur’anın kıraati ise unutulmuş olmasındandır. Kur’anı tane tane tilavet et derken, okuduğun ayetlerin anlamlarını ve işaret ettiği Allah’ın yaratılış kanunlarını, yani hayatının nizamını ve yaşantısını Kur’ana uygun hale getirerek ve hazmederek yavaş yavaş yaşamında seyret ve kendinde uygula, denmek istenmiştir.
Biz Kur’anın özünden, yani elimizdeki Mushaf’ta yazılı olup Rahman’dan talim edilen, yani Kur’anın ta kendisi ile buluşmadan yaşam tarzı edinmezsek, bocalayıp dururuz. İnsan yaratılmadan önce talim edilen, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yaşam tarzı ile bize yaşantısı sunulan, Kur’ana yaklaştırıcı prensiplerinden uzaklaşırsak, Kur’anın somutları üzerinde yoğunlaşır, özüne inmekten mahrum kalırız. Bu da, insanı yaratım amacına ulaşmasından mahrum eder. Kaç günlük et kemik bedenin prensipleriyle oyalanır, nefsi emmarenin pençesinde kıvrılır ve dünyadan göçer gideriz.
Kişi işin hakikat perdesinden ayrıldığında, Kur’ani yoldan uzağa düşer. Bu uzak düşmenin sonucunda ise, yoldan uzaklaşan veya hiç yola girmeyen birçok düşünce ekolu doğar. Böylece insanlar bir birbirini dışlamaya başlar. Tıpkı bu günkü tüm insanlık âlemi gibi kim kimi vurduysa ve harabe olan insanlık beldeleri… Arada insafsızca öldürülen sayısızcası hem ebedi hüsrana yol alan binlercesi. İşte belirtilen yola kulak verirsek uyanırız. Elimizi insanlığa uzatmaktan geri çekeriz. Kendi gelişimimizi tamamlayıp dünyayı terk etmeye gayret ederiz. Kur’anın vermek istediği ruha döner, yaşam alanımızı cehennem etmekten muhafaza ederiz.
Tarihte bir sürü inanç akımı baş gösterdi. Rahman’ın talim ettiğinden sapanlar dalalette kaldı. Dikkat edelim ki, diliyle veya yaşantısıyla açıkça inkâr etmedikçe, biz kimseye dalalet ehli diyemeyiz. Çünkü kalb kapalı kutu olup içindeki bozuk düşünceyi ancak Allah bilir. Hem biz dalalet ehlini tanısak veya tanımasak dahi bilelim ki, herkes hesabını Allah’a verecektir. Onun için kimse hakkında ileri geri konuşmaya lüzum yoktur. Dikkat edersek, insanlar hakkında konuşmak, nefse aşırı zevkli gelmektedir. Çünkü seni ruh dünyasından toprak olan dünyaya çeker. Bu şunu gösteriyor ki, sanki gönlüne bir ip bağlanmış ve seni bir fiile doğru çekiyorsa, o eylem senin için yakıcı azap demektir. O eylemden hızlıca arın. Hem kim olursa olsun saldırgan olmadıkça, bizim hiç kimseye etiket vurmaya veya hesap sormaya da hakkımız yoktur. Ama saldırı olursa, nefsi müdafaa hakkı doğar. Nefsi müdafaa hakkını Allah, insan için güvence altına almıştır. Nefsi müdafaa anında ölene de şehit denmiştir.
Kur’anın yazılı kitap şekli olan Mushaf’tan ayetler tilavet ederek okuyanlar ve anlatanlar, Kur’andan hakikatlerine uzanan bir tarzda kıraat etmedikçe, insandan istenen şekilde ayetleri söylemiş ve okumuş olamazlar. Çünkü burada taklidi bir sunum vardır. Okuduğu her ayetin kendisine indiği Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin hallerini ve Allah’tan kendi özlerinde kurulu olan müjdelerini yani Kur’anın ayetlerini sadece haber olarak kopyala yapıştır şeklinde, kendi nefislerine olan hitabı unutarak, karşılarındaki kişilere iletmiş olurlar. Çünkü orada yazılı olan ayetleri kendi gerçeklerinden olacak şekilde enfuslarından afaka doğru bir bakışla bakarak öz hakikatlerine şahadet edememişlerdir. Böylece ilk emir olan “ikra”ya sırtlarını dönmüş, daha ilk emri bile yerine getirmemişlerdir.
Önce Kur’anı Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bakışıyla öğrenelim ve sonra yazılan kitapları gözden geçirelim. Her hikmetse biz tersini yapıyoruz. Önce diğer kitapları öğreniyoruz, sonra Kur’anı onların gözünden okuyoruz ve aldanıyoruz. Elbette Kur’an, mubin yani apaçık olan kitaptır. Ama apaçık kitabı anlamak için apaçık olan a’rab’çayı iyice bilmek te gerekir. Çünkü Kur’anın lügat dili arabçadır. Rab öyle dilemiş ve öylece indirmiştir. Demek ki bizimle en uyumlu dil arabçadır. Bu kitabın birinci cildinde bahsettiğimiz gibi Allah, hem arab dili için hem de Kur’an için, yani ikisi için de mubin kelimesini kullanıyor. Demek ki ikisi de insan için apaçık olanıdır. Apaçık olana sırt verene sırt verilir.
Kur’anın kadrin karanlığında nazil olduğunu sakın unutma. İstersen tüm Kur’anı ezberle. İstersen fıkıh ilimlerinden her şeyi bil ama bir dokunuş, bir an, işte kalbe dokunulan kadr anı olmazsa ne çare. O dileğimizi inşa etmezse ne çare. Dilerim ki o anın yani kadrın tecellisinin dokunduğu kişilerden olalım. Allah’ım selam en sevgiliye. Hem selam, ehli beytin tertemiz soyuna ve onun kokusunu saçanlara olsun. Onlar bize Kur’anın derinlikli yolunu açtılar. Kur’an okumayı öğrettiler. Kur’an okuyan kullar en bahtiyar kullar oldular.
Kim ki Kur’andan sonra vahiyle inecek bir şey umuyor ise, o Kur’ana inanmamıştır. Ama feraset ile birçok ilim ilham ile kalbe akmaya devam edecektir. Ama bu ilmi akıntılar asla vahiy olarak değerlendirilemez. Çünkü ilham, vahiy gibi korunaklı değildir. Şeytan fısıltısı karışabilir.
Nübüvvet risaletinin son temsilci Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize tabi olmadan asla ve asla iman edilmiş olunamaz. Hz.Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra Rasulullah arayan kişinin arayışı ise, seraptan öteye değildir. Kur’an-ı Kerim’den sonra vahiyle tebliğ edilecek bir şey de kalmamıştır. Dinimiz, Kur’an ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile tamamlanmış, içine sonradan koyulan her şey de bid’attır, uzak duralım ki korunalım. Kur’an insandan okunan Allah’ın kanun ve nizamından insanı ilgilendiren kadarıdır. Onu kendine uyduracağına sen ona uy ki, yaşamın düzene giresin.
Kur’anı değiştirelim diyenler hep dünyasını değişip cehennemi boyladı da, Kur’an değişmeden yoluna devam etti. Çünkü Rahman Kur’anı talim etti, insanı yarattı ve talim edilen Kur’anın beyan etmesini insana öğretti. Sonra korumasına alıp kıyamete kadar korunaklı yaptı. Kur’anın öz manası Allah’tan geldiği gibi, insanın da öz manası da Allah’tan gelmiştir. Allah’ın nuru her şeyi kapsamıştır, lakin Allah her şeyden münezzehtir.
Değişmez ana esaslar Kur’an ve sünneti Rasulellahtır. Bunu kendimizde bularak yolculuğa devam etmeliyiz. Yoksa öğrendiklerimiz sırtımızda yük olur. Uyanık olunmalı ve benliğimizi asla ve asla hiç kimseye teslim etmemeliyiz. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin dışında hiç kimse önünde kayıtsız şartsız diz çökmemeliyiz. Zira başkaları önünde diz çöküldüğünde istismarına açık alan oluşur. Çünkü sömürüp dünyalık elde edenlerin rahatlıkla istismar edebilecekleri alanlar, kişinin boşluğa düştüğü noktalardır.
Malumdur ki sömürgecilerin en büyük enstrümanları arasında başta din olmak üzere kullandıkları birçok etkin alan mevcuttur. Etkinliği ele geçirilen alan ile insanın en zayıf noktasını keşfedilerek sömürülür. Ne sömürelim ne de sömürülelim. Bağımsız ve özgür Allah kulu olalım.
Kur’an ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz neyimize yetmez. Allah onlarla arınmamız için tüm yollarını bize ilka etti. Unutmayalım ki ismet sıfatı sadece Allah’ın resul ve nebilerine yani peygamberlerine ait olan sıfattır. Onlar dışında hiç kimse asla ve asla günahsız ve hatasız değildir. Onun için mutlak teslimiyetimiz Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize olsun. Benim yolum budur. Gayrı yollar bana karanlıktır.
Neymiş? İnsanları bilmem kim irşad ediyormuş. Ey at gözlüğü takan kişi, insanı Kur’an ile Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz irşad eder. Bu kıyamete kadar da aynı olacaktır. Mehdi ve Hz. İsa aleyhi s selam geleceklerse, onlar da aynı yolla irşad edeceklerdir. Günümüzde olayın farkında olan âlimlerin irşadı da, o irşadın dışında bir irşad olamaz. Bu irşattan gayrı irşad noktası arayanlar, hezeyanlara duçar olurlar.
Hem Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin söz ve fiilleri olarak bize sunulan tüm hadisi şeriflere karşı hürmetle davranalım. Sesimizi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sesi olarak ulaşan hadisi şeriflerin üzerine çıkarmasın. Bu Kur’anın bize emridir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi hayatından çıkaran ve Kur’an yeterli diyen kişi Kur’anın ne olduğunu bilmemiştir. Kuruntuyla İslam tatbik edilemez. Kafasına göre ayetlerden yorumlar ve uygulanış çeşitlerini çıkarır ki, sonu hezeyan olur. Çünkü Kur’an, ancak Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile açıklanıp vücut bulur.
Sadece Kur’an deyip sünneti rasulellaha sırt çevirenlere tarihten bir örnek verelim; İmam Azam Ebu hanife hiçbir hadisi eserine almamış mıdır? İmam Şafii hadise sırt mı dönmüştür? İmam Hanbel hadissiz mi fıkıh yazmıştır? Ya imam malik hiç mi sünnete müracaat etmemiştir? İslam fıkhının bize sapasağlam ulaşmasının omurgasını teşkil eden bu âlimler, fıkıh ilmini bir teori çerçevesinde bir araya getirdiler. Acaba bu zatlar, sünneti Resulü kulak ardı mı ettiler? Hadissiz Kur’an doktrinlerinden uzak duralım. Sadece Mushaf’ın metni yeter ve ben bununla Kur’anı anlarım diyen yanılmıştır ve cahildir. Çünkü Kur’an bizden okunan Allah sünnetidir. Mushaf bizi Kur‘ana götürür. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz de yaşantısıyla bize Kur’anın yaşam şehrini sunar.
Kur’andan bir ayet önüne gelince, hemen anını gözden geçir. Üzerinde tefekkür et ve yaşamını ona göre değiştir. Hem hiç anlamını bilmezsen de, her gün Kur’andan bir miktar okuyan kişi, kendisiyle barışır. Kur’anın hasbelkader arabça geldiğini düşünme. Arabların en azgın toplum olduğunu düşünüp, onun için Kur’anın arab bir toplumda indiğini zannedip yanılgıda olanlara kapılma. Çünkü Kur’an, bizi bizle buluşturan rabbin sonsuz ve sınırsız kelamı olup insan yaşamıyla maddi ve manevi olarak uyumlu olan yegâne dil olan arabça olarak sunulmuştur.
Kur’an ayetleri bazen her biri bağımsız olarak açıklanabileceği gibi, bazen de gelen ayet önceki veya sonraki ayetle içli dışlıdır. Ayetler arasındaki münasebet bilinmeden ayetlere anlam verildiğinde, tümüyle kişiyi başka mecralara taşır ve çok tehlikeli anlamlar ortaya çıkarır. Olayın hakikatini incelemeden her yazılanı gerçek sanan ise, batıla uzanan dalgaya kapılır ve ayetin işaret ettiği hakikatlerden mahrum kalır. Onun için yazan kişinin itikadı duruşundan emin olduğumuz kişilerle haşir neşir olalım. Yaşantısı sünneti seniyyeye uymayan kişilerden uzak duralım. Yoksa zaman geçer de onların bozuk itikatları bize de sirayet eder. Bu da bizim için manevi ölüm olur.
Kur’an, insandan okunan Allah’ın kanun ve nizamıdır. Kuran her şeyi açıklar dediğimizde, Kur’an kavramından anladığımız şey, “Mushaf ve Sünnet” tir. İşte Kur’an, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin tüm yaşantısına denir. Dolayısıyla Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize yürüyen Kur’an denmiştir.
Kur’an bir bütündür. Kur’an, Allah yaratış ve sisteminin insanı ilgilendiren ve insandan okunanıdır. Herkes aynı düzeyde ve aynı ilim de değildir. Derece derece aşağı ve yukarı derecedekiler mevcuttur. Örneğin, Hz. Ebubekir Es Sıddık ra ile ümmetten her hangi bir kişinin Kur’anı aynı şekilde anlaması düşünülemez. Herkes anlar ama kapasitesi kadar anlar.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir; tahir olmayanlar Kur’ana el sürmesinler ayetinde ne denmek istenmiştir? Buradaki ifadeden nasıl bir mana çıkarmalıyız? Tahir olmayanlar el sürmesin Kur’ana dediğimizde iki kavram önümüze çıkar. Ayetteki hüküm iki kavrama da şamildir.
Birincisi, Kur’anın dünya kelamımıza göre sayfalara yazılıp ciltli şekilde elimize aldığımız kitaptır ki, buna Mushaf denilir. Buna abdest almadan dokunmak haramdır. Ama Abdestsiz dokunmadan okuyabilirsiniz. Çünkü Allah kelamı yazılan nesneyi mukaddes eder. İkincisi ise, Kur’anın işaret ettiği mana hüviyetidir. Tahir olmayanlar el sürmesin hitabı buna da şamildir. Müşriklerin necis olduğu hükmünü göz önüne alırsak, iman etmeden Kur’anın işaret ettiği mana özüne ulaşmanın mümkün olmadığı anlamı önümüze çıkar. La yemessuhu dendiğinde, kesinlikle dokunulamaz emri vardır.
Kâfir tutar eline Kur’anın yazılı olduğu Mushaf’ı hem de abdestsiz ve der ki hani ayet diyor dokunamaz, işte dokundum. Hayır dokunamadı. Mushaf’a dokundu Ama Kur’ana dokunamadı. Kur’anın zahiri emri Müslüman için geçerlidir ve abdestsiz dokunamaz Kur’anın yazılı olduğu Mushaf’a. Ama abdest almadan okur ve manasına kadar dokunur. Ama batını anlamı kâfir için geçerlidir. Mushaf’a dokunur ama Mushaf’taki mana derinliğini hissedemez. Çünkü Allah’ı bilmemiş ve her ne kadar ilahı/tanrıyı sözde inkâr etse de, kendisini üstü örtülü olarak bir ilah/tanrı gibi görmüştür.
Her yeni gün, yeni bir umut olarak önümüze serilir. Sabah namazıyla haktan gayrını unutarak güne merhaba diyelim. Günlük yaşamımızı nefsimize Kur’andan okutalım. Yaşantımızı okuduğumuzla uyumlu bir hale getirip ona göre yaptığımız fiillere yönelelim. Her anımızı ilmek ilmek dokuyarak dolduralım. Her saniyemizi Kur’andan bir harfe daha dokunuş için değerlendirelim. Beş vakit namazı kılıp, nefsimizin hak yolunda sükût bulmasını sağlayalım. Nefsimizin sükûtuyla sükûn ehli olalım. Böylece konuşmak gümüşse de sükût altındır gerçeğine şahit olalım. Öylece Kur’an kıratının yolunun bize açıldığını müşahede edelim. Bu müşahede ile enfustaki ve afaktaki güzelliklere dokunalım.
Kur’an okurken çıkardığımız seslerle alakalı bir konuya değinip bu konuyu da bitirelim. Kur‘anın ayetlerinin telaffuzu esnasında ağzımızdan çıkardığımız seslere dikkat etmeliyiz. Harflerin telaffuzunu birbirine karıştırmadan okumalıyız. Arapçadaki her sesi sembolizme eden harfler Latin alfabesinde yoktur. Örneğin “Sad/ص ” harfi Latin alfabesinde yoktur. Peltek olan “SA/ ث” harfi de Latin alfabesinde yoktur. Bunlar gibi arab alfabesinde olup Latin alfabede olmayan on bir harf mevcuttur.
Örneğin “Sad/ص ” ile başlayan sallu ile Latince de olan “S” harfi ile sellu arasında derin farklar mevcuttur. “Sad/ص ” ile okunurken rahmet manasına gelirken, Latin alfabedeki “SE” harfi ile okununca, kılıcını al üzerine yürü gibi anlamlara gelir. Bunun gibi arab alfabesindeki birçok ses, Latincedeki alfabede çıkmadığı için, birçok kelimenin tersi yönünde anlamla karşı karşıya kalırız. Elbette çatlatarak gırtlatarak okumak kişiden kişiye zor gelebilir, ama harfler arasındaki manaları bozmayacak şekilde harflerin sıfatlarını vermek boynumuzun borcudur.