YAŞAMINDA DERİNLEŞ
Selam ismi şerifi hepimiz de tecelli etsin. Tecelli etsin de huzurla dünyayı yaşayalım. Tecelli etsin de kabirde yalnız kalmayalım. Tecelli etsin de kıyamette darda kalmayalım. Tecelli etsin de sıratı çabuk geçelim. Tecelli etsin de cennette girerken selam veren meleklerle buluşalım. Tecelli etsin ki hasretimiz son bulsun. Tecelli etsin ki özümüz cemalullaha ayna olsun. Tecelli etsin ki Hak yoldaşımız nur ışığımız olsun.
Bizim başımızın belası olan iki kavram olan ifrat ve tefrite düşmeden hakikatimize doğru seyri sülük edelim. Benim sahip olduğum an şu andır deyip hiçbir anımıza boş vermeyelim. Birçok bilgiyi kendimizde bulmak için, içinde bulunduğumuz anı ganimet bilelim. Rab’miyiz bilmem, kul’muyuz bilmem diyenlere bakmadan seyir edelim özümüzdeki manaları. Öylece rabbimiz hak üzere bize lazım olan her şeyi bize sunacaktır.
Allah kendi gizli hazinesini seyir için zat, sıfat, esma ve ef’al olmak üzere dört makam oluşturup öylece seyir halini oluşturmuştur. Her makam için varlıklar var ederek seyir halini devam ettirmiştir. Seyir alanından kendisine nazar alanı oluşturmak için de, yarattıklarından ayrı ayrı kabiliyette varlıklar oluşturulmuştur. Zat, sıfat, esma ve ef’al makamlarından kendini seyir hali için, kendine seçtiği özel varlıkların dışında, tam kapasite bilinçle çok özel bir şekilde insanı var etmiştir. Var ettiği insana ruhundan üfleyip kendisine ayna eylemiştir.
Böylece insan, tüm makamları kendisinde cem edip kendi hakikatini bulan ve seyir eden, içinde yaşadığı asli vatanı olan fiiller âleminde istediği değişimi yapabilme kabiliyetine kavuşmuştur. Fiiller âleminde istediği değişimi elde etmeyip kendisini zevk olarak cem makamında zanneden de kendisini avutur olmuştur. Seyretmeyen ise, fiiller boyutunun sınırlı eylemleri arasında gelgitler yaşayarak hayatını tüketerek bitirmiştir.
Sıfat, esma ve ef’al boyutunda kendini seyir için de cinler var edilmiştir. Cinlerden kendini bu makamlarda bulan ve seyir edenler, içinde yaşadıkları asli vatanları olan fiiller âleminde istedikleri değişimi yapabilme kabiliyetine kavuşurlar. Seyretmeyen ise, tıpkı insanlar gibi fiiller boyutunun sınırlı eylemleri arasında gelgitler yaşayarak ve kendini bir şey sanarak hayatlarını tüketirler.
Esma boyutunun sırf seyri ise meleklerde mevcut olup, her ne kadar kendilerine göre fiiller âleminde mevcut olsalar da, esma âlemi onların zaten zorunlu yaşam alanlarıdır. Onun için de mes’uliyetleri yoktur.
Ef’al boyutu ise, kendini tanıyan veya tanımayan tüm mahlûkat için geçerli olan ana alandır. İster zat makamının seyir hakkına ulaşabilen insanlar olsun, ister sıfat âleminin seyir hakkına kavuşabilen cinler olsun, ister esma âleminin müdavimi varlıkları olan melekler olsun veya insan ve cinlerden olup ta enfüsi seyre dalamayanlar olsun ki, insan ve cinlerin büyük büyük çoğunluğu enfüsi seyre dalamayanlardır veya tüm hayvanlar, bitkiler ve maddi olarak bilinen tüm âlemler olsun, evet tüm var edilenler fiiller âlemiyle zuhur ederler. Yani fiiller âlemi tüm varlıkların anavatanıdır.
İnsan ve cin genelde üst boyut yaşamlarına dalmadan ef’al boyutunun zevk veya sıkıntılarıyla ömür tüketir. Eğer insan ve cin en az esma boyutunda kendisini bulamazlarsa, fiiller âleminin dalgaları arasında gelgitler yaşıyorsa, diğer varlıklar gibi kaderine mahkûm olur. Yani esma terkibinin onda oluşturacağı oluşumlara mahkûm kalır. Oysaki insan, en üst seyir makamı olan zat boyutunda kendisini bulabilir. Cin ise, kendisi için yol verilen en üst makam olan sıfat boyutunda kendisini seyir edebilir.
Ayet derki her şeyin melekûtu Allahın elindedir. Zaten imanın ikinci şartı meleklere imandır. Melekûtu anlamak her şeyin anahtarıdır. Ama gözle gördüğün melek değil, gördüğündür. Farkı fark etmek işin başı ve temel esası sayılır. Melek melekenin resimlenmiş halidir. Her şeyi yani hayvanı, cinni, insanı ve madde olarak var olan her varlığı zuhur ettirir. Tümünün yaratımı Allahın kudret elindedir.
İnsan ve cinden melekleşen melekeler ya kişiye huri ve gılman şeklinde ebede kadar zevk verecek resimler olacaklardır veya aşağılayıcı zebaniler şeklini alacaklar ve ebede kadar azap verecek bir resme bürüneceklerdir.
Tercih bizde olup, Besmele elimize verilmiş en büyük hazinedir. Rahmandan rızık alıp Rahim ile geleceğimizi inşa etmek elimizde. İstersen inşa et geç, istersen de dilencilik yaparak geçin. Elimizi çabuk tutalım, et kemik beden bizden alınmadan ruh âlemimizin inşasını tamamlayalım.
Melekût âlemi (melek değil!) her ortamın bünyesine göre ayrı ayrı şekillenir. Uygun yerlerde değişik atomlar şeklinde şekillenir. Uygun hücre olarak canlıya yaşam olur. Uygun yerlerde bakteri şeklinde gözükür. Uygun yerlerde çeşit çeşit bitki şeklini alır. Uygun ortamların rengine göre değişik hayvanlar suretiyle gözükür. Bazen melekleşip bireyleşir, bazen cin şeklini alır, bazen de insan. Bazen yıldız bazen de gezegen. Bazen su, bazen de toprak. Şekillenen babamız Âdem’i ne de çabuk unuttuk. Hele hele Hz. Adem’den yansıyan nurla şekillenen Havva annemizi hiç düşünmeyiz.
Her şeyin orijini melekûttur. İnsan ve cin dışındaki her bir varlık, sabit bir karışımla oluşup karışımlarının sonuçlarını zorunlu olarak yaşarlar. Esma boyutu açılımı derler buna. Yerden göğe her varlık belli mana terkipleriyle can bulmuş ve can bulduğu manalar istikametinde yaşamak zorundadır. Her birim sahip olduğu yapıyla direk melekuti kuvveyle ayrı ayrı yaratılmıştır. Asla nesneden nesneye dönüşüm olmamıştır. İnsan ve cin ise aynen melekuti yapıyla oluşmalarına karşın, oluşum mayalarındaki terkipsel oranlarını azaltıp çoğaltma kuvvesine haizdirler. Bu da Allah’ın hükmü olarak onlarda zuhur etmiştir. Bundan dolayı da mes’ul tutulmuşlardır.
Bazı kişiler demişlerdir ki; biz kaderi yazboz tahtasına çevirdik. Bu olayları tam anlamak için, Rab ve Rabbul erbab kavramlarını iyice anlamalıyız. Bu iki kavram değişik anlamlarda isimlendirilmişlerdir. Bazısı Rab kelimesini eğitici olarak anlar. Bazısı fıtratların oluştuğu boyut der. Bazısı başka başka anlarlar verir.
Rab şu demek, Her bir birimi yani insan, cin, melek, hayvan, yıldız, yer, gök vs. tümü esmalarla isimlendirip işaret ettiğimiz manaların bir arada blok oluşturmasıyla oluşturulmuştur. Bu bloğa Rab denir. Terbiye kıvam demektir. Yani her birim o manalarla kıvamda kalır. Hani eti terbiye edersiniz de kıvamda kalır acısı tuzu baharatıyla.
Birde rabbul erbab vardır, Rabbul âlemin de denir buna. Örneğin bir robot planlarsınız ve program yüklersiniz. Program onun rabbi olur. Siz onun rabbul erbabı olursunuz. İşte bizi terbiye eden yüce zat bizim rabbul erbabımızdır. Bizim varlığımız esma terkiplerinin çok cüzi oranlarla bir araya cem olmaları sonucu oluşmuştur.
Biz insan olarak, bu yüzdeliklere mahkûm değiliz. Rabbul erbapta tüm esmalarla işaret ettiğimiz manalar yüzde yüz bulunur. Yaptığımız çalışmalarla sahip olduğumuz oranları değiştirebiliriz. Ama biz ise, et kemik bedenin heveslerine kapılıp değişim gücümüzü kullanmayıp veya sınırlı kullanıp ve çoğu defa cehennemde kalırız. Sonra da stres ve sıkıntıdan kurtulmayız. Nedenini ararız da bir türlü dermanımızı bulamayız. Sonra depresyon ilaçlarına başlar bedenimizi tahrip edip geçici uyuşturma ilaçlarla kendimizi sakinleştiririz.
Oysaki o sıkıntılar bizim uyanmamız ve kendimize gelmemiz için Allah tarafından verilen bir ikaz idi. Tıpkı vücudunda rahatsızlık olan yer ağrır da bizden tedavi bekler. Bizde ağrı kesici ile o ağrıyı keseriz de o organdaki rahatsızlığı tedavi etme yoluna gitmeyiz. Öylece organın tahribatını arttırırız da arttırırız. En son da tedavi edilemez duruma getiririz.
İşte bize zat âleminden ruh üfürüldüğü yani yüklendiği için değişim yapabiliyoruz. Örneğin; Merhamet etmeyene merhamet edilmez prensibi vardır. Bize merhametin rabbul erbab’dan yansıması için, merhamet kapımızın açık olması gerekir. Biz, bize verilen sıfat özellikleriyle irade sıfatını açığa çıkarır ve merhamet edersek, bireysel kişilik rableri oluşturan asıl güç yani rabbul erbab bize rahmet edecektir. Çünkü bizimde rabbimiz rabbul erbab diye işaret edilen Allahın esmaları ile işaret edilen mana kapsamıdır. Yaptığımız amel kadar yani esma boyutu ile yaptığımız iletişim kadar mana açılımı ve yaşamını hissederiz.
İşte sıfat özelliğini kullanma yetkisi diğer varlıklar da yok, cinde ise kısıtlı var. Kudrette öyle, semi de öyle. Kutsi hadiste onunla duyarım der, onunla görürüm der. Basar sıfatı, sıfatlar bizden açığa çıkınca, artık devrede kadere mahkûm bir varlık değil, kader üstünde bir kaderin tecelligahı olur insan. İşte bu özellik bizi halife eder.
Zat âleminden seyir edendir halife. Herkes hilafeti hakkıyla yapmıyor maalesef. Evet, düşüncesine hükmedemeyen kaderine mahkûm kalır. Muaccel kaderine mahkûm olan halifeliğini yaşayamaz.
Peki, nasıl olacak bu iş? Nasıl sıfat âleminde kendimizi bulacağız? Kaderine melek gibi mahkûm olan halife değil ki, yani hüviyeti birkaç esma terkibiyle oluşup bunu değiştirme kuvvesine haiz olmayan hilafete eremez ki. Hani birine melek gibi deriz ya, şöyle demek isteriz, melek gibi insan, melek gibi yani daha esma terkiplerinde bir değişim olmamış, fıtratı gereği ameller ortaya koyar. Yeni fıtratlar oluşturma kuvvesi daha oluşmamış. Aynı bebek gibi, acıkınca yer, kimseye karışmaz, bir yeri ağırdı mı ağlar, tıpkı bebek gibi. Zaten bebeklere melek gibi denmiştir. Sıfat âleminde meleklik geride kalır. Artık Allah adına tasarruf eder.
Biz besmele okurken bunu hissetmeye çalışırız. Zaten Besmeleyi okumamızın sebebi de bu düşünceye ermek için egzersiz yapmaktır. Sporcu antrenman yapar, yani egzersiz yapar da öylece maça çıkar. Aslında sistem aynı sistem, zikirler de egzersiz görevi görür. Aslında beyin, egzersiz makinesidir. Hem zikir özden ruha yansıyan ilgili manayı güçlendirir.
Ama hak dediğimizde olay az değişir. Yerde ve gökte her şey hak olarak yer alır. İnsanda cinde melekte felekte dağda taşta hayvanda hakkın dışında bir şey yok. Ama hoşumuza gidene hak deriz, diğerine de haksız gibi lakırdılarla geçiririz.
Bir kıssa anlatayım olayın anlaşılması için, Hz. Ömer ra zamanında bir gün Medine’ye ganimet gelir. Hz Ömer milleti toplar ve der ki; bunu Allah’ın adaletiyle mi dağıtayım, yoksa Ömer’in adaletiyle mi? Herkes Allah’ın der… Hz. Ömer’de insanların çalışma kabiliyetlerine göre az çalışana az verir, çok çalışana çok verir. Fırtına kopar hayır, örf âdete göre yani bildiğin tarzda dağıt derler. O da katılanlara eşit dağıtır.
Hak dediğimizde, insan ve cin dışındaki her varlık, ne için var edilmişlerse onu yaparlar. Hak zuhuru her varlıkta göz önündedir. Cin ve insanlar ise, yaptığı kadarının karşılığını alır. Yani yaptığı onun hakkıdır. Yaptığı iş ve açılıma göre ondan hakkın tecellisi oluşur. Ondan zuhur eden ise, onun bizzat hakkı olur. Yani Rabbul erbab tarafından kişinin rızkı, rabbi olarak kendisinden kendisine tecelli eder. Kişi de rabbinin kulu olarak hakkına rıza gösterir ise mutlu olur. Ben daha fazla hak ettim de hakkım yendi deyip kanaatsiz davranırsa, mutsuz olur. O yüzden kişi rabbinin kuludur denmiştir. Yani biz, bizden tecelli eden kadar marifete sahibiz. Rububiyet alanımızı genişlettiğimiz kadar da erdiğimiz nimetin alanı genişler.
Rabbul erbaba ulaşmanın en kısa yolu zikir yapmaktır. Zikir en büyük ameldir. Tüm yollar zikre çıkıyor. Kur’anda Allah zikir için en büyüktür der. Onun için de sahabeler gece gündüz zikir yaparlarmış.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden yaklaşık yüz yıl sonra yaşamış olan Hasan’ı Basri der ki, biz sahabeleri görseydik deli derdik, onlar bizi görseydi bunlar iman etmemişler derlerdi. Yirmi üç yıllık risalet ve nübüvvet devirlerinde toplam savaşları iki ay, geriye kalan yirmi iki yıl on ay ne yapılmış.
Siyer anlat dediğinde, hemen savaşlar anlatılıyor. Ya hu savaşlar nefsi müdafaa, kâfir saldırıyor, kendini korumayacak mısın? Bedir Medine’de, Uhud Medine’de, Hendek Medine’de, ta oraya kadar gidip yok etmek istemişler, kendilerini korumayacak mı? Hala öyle aslında kendini koruma dışında yapılan savaşlar insanlığa ihanettir.
Mekke kendi toprakları elbette koruyacak, zorla çıkarılmışlardı. Güçlü olduğunda kendi toprağına gitme hakkı yok mu? Mekke Fethi öyle, hemen sonra olan Huneyn savaşı. Tüm çevre toplanıp Müslümanları Mekke Fethinin akabinde yok etmek ister. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ve arkadaşları kendilerini korumayacaklar mı? İslam gönül fethidir. Bu fethin dışarıya güzellikleri yansıtmasıdır. Bunu görenler zaten içiyle İslam’ı içselleştirir.
İşte bu göz ardı ediliyor. İslam denince İslam düşmanları göze kılıç ve silah gösterirler? Yirmi üç yıl Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin zamanı, otuz yıl dört halife devri toplam ölen kişi sayısı iki bin civarı. Evet, üç kıtada İslam kök saldı ve toplam ölen kişi sayısı iki bin civarı. Hem iman ehlinden hem de karşı taraftan toplam o kadar. Sonra ne oldu? Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yolu olan saf ve katıksız yol terk edildi. Sayısız insan öldürüldü. Hala ölüyor…
İlginç ve komik nedenlerle ölenler öldürüyor ve malları üzerinde sefa sürülüyor. Ne zaman ki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bilincine ve yaşam tarzına dönersek, o zaman sorun biter.
Sahabeler hep zikirle geçirirlerdi her anlarını. Ticaretleri onları zikirden uzaklaştırmadı. Hele günümüzde zikirden uzak tutmak için her şey düşünülmüş. Gençlere spor ve uzantıları, kadınlara evin bitmeyen işleri, diziler ve zaman bitiyor. O kadar cümbüşü var ki hayatın, tümü tuzak çok maalesef. Tüm vaktimizi heder edip bitiriyor.
Zikirler çok çok az okunuyor ve kişiliği oluşturan ve ruhu yükselten beyin aracımız yerinde sayıyor. Zikirlerle bizde yüklü olan esma manalarını çıkarmak esas amaçtır. Evet, esas amaç hakikatimize tohum gibi ekilen esma manalarını beyin aracımızı kullanıp yeşertmektir. Tohumları yeşertmezsek çürürler.
Tıpkı toprağın altındaki tohum gibi, kâh iyilik yaparak yeşerteceğiz, kâh insanları kötülükten koruyarak, kâh zikirle, kâh tefekkürle hayatımıza aktaracağız. Aslında tüm ameller bir bütündür ki asıl amaç, esmalarla işaret edilen manaları yeşertip, sıfat âlemiyle irtibata geçmek ve kaderin efendisi olmaktır. Yoksa hayatın kölesi olarak ölüp gideriz de yazık ederiz. Allah’ın bize ihtiyacı yoktur, bizim her birimizin onun sıfat ve hatta zat âleminden seyre ihtiyacımız vardır.
Şöyle bir soru akla gelebilir, diyelim bir esma var aynı esmayı iki arkadaş aynı sayıda okuyor, her birinde bu esmanın yansıması aynı mı olur? Hayır, aynı olmaz.
Çünkü her insanın genetik yapısı, anne karnındayken ceninin aldığı astrolojik etkiler, anne karnındayken annenin aldığı gıdalar, anne karnındayken annenin üzüntü ve sevinçleri hem bebek doğarken doğduğu yerin etkisi, hem de nurani veya zulmani olarak yer altından akıp gitmekte olan ley hattına yakınlığı, annenin aldığı ilaçlar ve sayamadığımız bir sürü etken insan beyini üzerinde etki olumlu veya olumsuz etki bırakır. Bu da ruh dünyasıyla iletişime geçmesinde sakatlıklar oluşturur. Dolayısıyla aynı zikir farklı oranlarda etki eder. Helal ve haram lokma etkisi de kişiliğin oluşmasında çok yüksektir. Çünkü haram olan her lokma da insanların ahı vardır. O ah kişinin gelişmesini engeller.
Bizim kazancımız helal da olsa, bize gelene kadar, o gıdayı bize ulaştıran insanların o yiyeceklere yükledikleri ruh ışınımları. Hele sıvı içecekler… Önüne gelen yiyecek üzerinde Kureyş süresi, İhlâs süresi ve Fatiha süresi okuyup yemeğe başlarsak, o yiyeceğe yüklenen tüm negatifler ve olumsuz düşünceler büyük oranda yok olur.
Bayan ve erkek arasında da uçurum fark vardır. Aynı zikir ve ibadetle erkeğin kırk gün ulaştığı manayı bayan bir gün ulaşabilir. Rahimiyet tecellisi burada bunu kadına yaptırır. Ama kadın çok duygusal olduğu içi bu açılımı çok hızlı kaybedebilir. Duygularına hâkim olan kadın velayette gözünü açar.
Kadın günaha sürüklendiğinde tüm günah erkeğin boynundadır. Kadın sadece imanı varsa kurtulur ve kadının erkeğin baskısıyla işlediği günahlar, erkeğin hanesine yazılır ve kalbi kapkara olur. Bu da ona cehennem zulumatı olarak geri döner. Örneğin; oruçlu iken hanımına yaklaşan erkek altmış gün oruç tutar, kadın sadece bir gün tutar.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin kadınlar dinde eksiktir demiş olması ise, din konusunda eksikliği erkek tamamlamak zorundadır hakikatidir. Çünkü kadın duygusaldır ki erkek aklıyla onun duygusunu kontrol altına alıp onu tamamlaması içindir.
Din Allah’ın sistem ve düzenidir ki, bu sistem ve düzenin her noktası da dindir. Hem kadının gücü azdır, erkek tamamlamak zorundadır. Kadın duygusaldır dolayısıyla hemen pes eder. Erkek tamamlamak zorundadır.
Aslında tüm yük erkeklerdedir. Kadın evlenmediği müddetçe de, sorumluluk sırayla; babada, dedede, yoksa abide, yoksa kardeşte, yoksa amcada, yoksa amcaoğlunda, kimsesi yoksa muhtarda, kaymakamda, valide, başkanda. Yani Allah’ın dini yani sistem ve düzeni kadını baya geniş olarak olayı ele alır. Yani kadın korunacak o kadar, bunun lamı cimi yok, bu kadına verilen bir değerdir.
Sistemi bir bütün olarak ele almak gerekir. Kadın direk Allah nurunun âdemden tecellisi ile var edilmiştir. O yüzden korunmaya muhtaçtır. Bir erkek bir bayanı döverse, o bayan kalbinin sessizliğinde onu affetmezse, affedilmez. Dinin eksik olması, yaptığı amelin karşılığını alamaz manasına değildir. Aksine erkeğin kırk gününü kadın bir günde alır. Bu eksiklik onun korunmasıyla ilişkilidir.
Meleki olan her verinin bir vakti olur. Kişinin özü tam kıvama gelmeden sonsuz huzur ve mutluluk veren güzellikler kalbe akmaz. Şeytani olan veriler ise, vakitsizdir hem serap gibidir. Ama şeytani vesveseler kalbimiz zikrullahtan yoksun olduğu anda kalbi sarar. Melekûttan habersiz olan kişiler onları rahmani veya güzel şeyler sanır. Melekeye kapalı olan şeytana zaten açık olur. İnsan kalbi boşluk kabul etmez. Ya melekûta açık olur veya şeytaniyete…
Zikirsiz olan kesinlikle bilsin ki şeytana çanaktır. Dualarla şeytani frekansı kapanan ilk etapta ilhamdan yoksun kaldığını zanneder. Dua ve zikirler ile şeytan kalbi terk eder. Bu terk ediş ile kalp ilk etapta kendisini boşlukta hisseder. Hatta bazen öyle sıkıntı basar ki dünyadan tüm umutlarının tükendiğini zanneder. Ve artık elini uzatacak dalın kalmadığını sanır. Sonra birden ufukta melekût gözüküverir.
Her şeye rağmen zikirde ve duada devam edene fecri sadık yaklaşır. Ve sonsuz hem sınırsız muhabbet başlar. Fecrin gelmesiyle üzerine güneş doğar. Şekilsiz ve tarafsız olarak ilmi nefsiyle bütünleştirenler, meleklerle suretsiz buluşurlar. Melekutiden yansıyan öz kuvven evet, sen işte ona güven.
Nübüvvet risaleti ile tebliğ edenlerin yani peygamberlerin dışında kalan hiç kimsenin çekim alanına esir olmayın. Bunun içinde sorgulama melekenizi öldürmeyin. Sorgulama melekesini öldüren, güdücünün emrinde android robot olur. Artık meleki kuvveler körelir ve insani tekâmülünü tamamlayamaz olur. O artık öldürmüştür kendisini ve kabirde olandan farkı kalmamıştır. Zira ölünün dirilmesi için bir İsa lazım gelir. Bu zamanda da İsalar çok çok az bulunur.
Dünya öyle bir han ki, kapısı olmuş iki. Her insan illâ giriyor tabii. Sen iman ile ayrıl ki melekler sana selam versin de yüzün gülsün. Melek girmiyorsa evine, huzur girmez. Evindeki yani gönlündeki resimleri çıkar ki evine melek girsin. Gıybet ve dedikodu çok yönlü bir kalbi hastalıktır. İçinde resim olan eve melek girmez hadisiyle bu gıybet olayı aslında iç içe bir olaydır.
Kalbimiz evimizdir hem dünyamızdır. Kalbimizde insanların dedikodusu varsa yani kalbimiz kendi kendine mırıldıyorsa insanların hal hareket ve davranışlarını… Meleki boyut dediğimiz Allah’a ait olan esma kuvvesi boyutunun hissiyatı kalbimizden uzaklaşır. Kalbimiz insanlarla haşir neşir olursa derunun sezintisi bize akmaz. Bu şaşmaz gerçektir ki bize gıybet yapmayın ve zanda bulunmayın diye ayetle ikaz yapılmıştır.
Birde bunun ikinci basamağı vardır. Kalbimizde yoğunlaşan insanların gıybeti yani insanların hal durum ve vaziyetleri, eğer daha da kalbimizi kaplamaya başlarsa, bu defa da uygun arkadaşı bulduğumuzda, içimizde oluşan o içsel depremi karşımızdaki kişiye aktarmaya başlarız ve kendimizi bir nebze rahatlatırız. İşte buna gıybetin büyük günahı denir. Kendi kendimize yaptığımız içsel terennümler ise gıybetin küçük günahı idi. Küçük günahın affına kılınan namazlar kefaret iken, büyük günaha dönüşünce ölmüş kardeşinin etini yemek olarak ayet işaret eder.
Niye ölmüş kardeşin eti denmiş? Çünkü her an yeni şan da hayat akıp gitmektedir. Önceki şan aslında geçmiş ve ölmüştür. Din kardeşimizi düşündüğümüzde ise, hafızamıza kazınan onun eski eylemleridir ve geçmişte kalmıştır. Yani aslında o eylemi o anda yapmış ve yeni anda bambaşka yaşama geçmiştir. Hatta belki tövbe etmiş ve bize göre çirkin olan o davranışı buruşuk mendil gibi çöpe atmıştır.
Asıl işi yapan o hoş olmayan davranışı çöpe atmışken, biz gidip çöpü karıştırmaya çalışırız. Zaten hepimize malumdur ki, çöpü ancak kelp’ler karıştırır ve bulduğu kemikleri yemeğe çalışır. Evet, kardeşlerim gıybet bu…
Bir insan yaptığı eylemlerle çevreye veya millete zarar veriyorsa, sırf sakındırmak için ve insanları onun şerrinden muhafaza etmek için, insanlara insani bir görev olarak o kötü huyu bildiririz ve o kadar… Sırf sakındırmak için yani yargılamaksızın.
Örneğin, bir kişi aldığı borcu ödemez ise, mahalleye yeni taşınan kişiye bildiririz. Bu gıybet olmaz… İşte kalbimize, çöpe atılan şeyi koymazsak, zaten gıybette etmeyiz.
Hayvanlar ise, sahip oldukları meleki kuvvelerini tam ve net kullanırlar ve insanlara ilham kaynağı olurlar.
Sorgulama ve tartışmayı bir birine karıştırıyoruz. Az sorgulayan ile hemen tartışma melekemiz devreye girer ve kavga etmeye yelteniriz.
Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi müsemmasıyla kendi manalarını zat, sıfat, esma ve ef’al makamları ile ayrı ayrı seyir eder. Tüm melekuti varlığı var edip istediği seyri istediği makamda oluşturur. Biz dahi bu seyrin içinde yer almışız. İşte buna makro planda seyir denir. Bir de, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, insan ismi müsemmasıyla istediği melekuti seyri oluşturup istediği etkileşimi yapar. Bunu da Allah ismi ile kendisini bize tanıtıp, kendisine kul ve halife ederek oluşturur. Gene de kendi hükmü ve iradesi dâhilinde.
Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet, Allah ismi müsemmasıyla reel benliğini seyir için sıfat, esma ve ef’ali a’madan bilinirliğe çıkarır. Aynı işlevi sanal benlik ile insan ismi müsemması ile de melekleri insana boyun eğdirerek yaptırır. İşte, reel benlikteki makro ise, sanal benlikteki mikrodur.
Sekiz büyük melek, Allah gizli hazinedeki mana kuvvelerini seyir âlemine sokarken, yani varlıklarını esma âleminden ef’al âlemine geçirirken en önce sekiz ana kuvve var eder. Dört tanesi tüm kuvveleri ayakta tutar. Dört tanesi de bu kuvveleri ef’ala aktarır ve geri alır. Hem de ef’ala aktarırken aradaki irtibatı sağlar. İşte hamele-i Arş denen dört büyük melek, tüm manaları esma âleminden ef’al âlemine indirmek üzere bir tabiri caizse bir tavan oluşturur.
Diğer dört tanesi de, İsrafil ef’al âlemi için bir geçiş yolu kuvvesi olur. Yani tüm kuvveler onun surundan ef’ala iner yani nüzul eder ve ef’alden tekrar Allah’ın dilemesi halinde esmaya çıkış yapar yani uruç eder.
Cebrail ef’al âleminde yer alan kuvvelere gerekli ilmî aktarır. Resul ve nebilerde yani peygamberlerde vahiy olarak, velilerde ilham olarak, imansız olup uğraş verenlerde ise, istidraç olarak akar.
Mikail ef’al âleminde oluşan terkiplerin yaşaması için gerekli yaşam takviyesini ulaştırır.
Azrail ise, ef’al âleminde oluşan esma terkiplerinin kendi aralarında dönüşümünü yapar. Yani sonuç olarak rabbul erbab ile birim rabbi arasında iletişim bu sekiz ana kuvve ile gerçekleşir.
Kişi sataşınca biriyle, meleki kuvveleri örtülür ve şeytana meydan kalır. Al birini vur ötesine. Ne ala memleket. Marifet, kişinin Hz. Âdeme secde eden melekleri bizzat tanımasına denir. Hakikat, kişi kendisinde oluşan meleki aurayı yoğunlaştırıp Hz. Âdeme secde eden melekleri fark etmesidir.
İmanlı insan, Allah’a hesap vereceğine inanır ve her anını değerlendirir. Tüm insanlara iyilik eder ve Allah’tan emanet görür. Kimsenin hakkına ve ırzına el uzatmaz. Her an gözetlendiğinin farkındadır. Bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmüş gibi olduğunu bilir, şaka ile de olsa veya yalancı silahı dahi bir insana silah yöneltmenin meleklerin lanetinin üzerine olacağının farkındadır. Yani özündeki meleki kuvvelerin kapandığının idrakindedir. Elindeki nimeti değerlendirir ve hesabını Allah’a vereceğini bilerek harcar. Disiplinli yaşar. Birisine borç verirse Allah’tan korkar faize mahal vermeden verir.
En büyük cihadı Nefsiyle mücadele olarak bilip tüm yaşantısı cehd ile yani çalışmakla geçer. Elbette yapılan saldırılarda da nefsini müdafaa etmesini bilir. Komşusunu kendi nefsine tercih eder. Yolda yürürken önüne bakıp kimseyi dikizlemez. Yalan konuşmaz. Anne babasının tüm ihtiyaçlarını giderip onlara öf dahi demez ve onları huzurevine atmaz. Zinaya yaklaşılmaz ve soyu temiz bir toplum inşa edilir. Bakma sen sözde Müslümanlara, İslamiyet Kur’andır. Kur’ana göre amel etmeyene bakıp bunlar Allah dinini uygular ve din budur deme.
İnsandan açığa çıkan kötü eylemler cinni/şeytani/naridir ve musavvir esmasıyla şekil alır. İyi eylemler meleki/nuranidir onlarda musavvir esmasıyla şekillenir. İnsan beyni mikro âlem olduğundan her eylemin karşılığını objelere dönüştürür.
Allah makro evrende cin, melek, hayvan ve diğer yaratılanlarda esma kuvvelerini istediği varlık ile var edip seyir eder. Her oluşumun makrosu Allah için yaratım alanında olduğu gibi, mikrosu da Allah’ın halifesi olan insan için mevcuttur. İnsan da sahip olduğu melekelerini kuvveden fiile çıkarırsa değer alır. Yoksa a’masında yani düşüncesinde kalıp kendisini için hiçbir değer ifade etmez. Bir tablonun planının ressamın zihninde kalıp tabloya dökülmediğinde, ressam için bir anlam ifade etmediği gibi.
İlmi yaşamadan ilimden ezberlediğini konuşmak kişiyi kibrinde boğar. Boğulan nerde bilsin hava olan yeri. Öyle olur ki, kalbine şeytan doğar. Şeytan doğuranda kalmaz ki melek yeri.
Et ve kemik yığınının içine melekûtun sesi olan rahim esmasının tecellisini yerleştirirsek adam oluruz. Kendimizi et ve kemik yığını zannedip melekûttan uzak zannedersek, rahim esmasının tecellisi kapanır ve içine şeytaniyet dolar. Et kemik heveslerine kapılıp hakikate kapımızı kapatırız. Rahim esmasıdır cennete kapı gösteren. Odur senden Allah’ın kudretini izhar eden, hem izhar olanı sana sunan.
En çok dikkat etmemiz gerekenlerden biri de akli melekelerimize dikkat etme olayıdır. Çünkü akli melekelerimiz uyutulursa koyun gibi oluruz. Rabb, Nebi ve kitap birbirleriyle bağlantılı üç kelimedir. O yüzden de kabirde bu üç kavramın mahiyeti bizden sorgulanacaktır. Yaşayışı dillenecek ve melek olarak gözükecektir.
Dua yönelmektir. Namaz anlamına gelen salâtın bir manası da duadır. Bir manası da zikirdir. Bir manası da rahmettir. Üç manada da yöneliş vardır. O yüzden namaz dahi yönelerek kılınır. Zahiri Kâbe’ye ama esas vechullahadır yöneliş. Bundan gaflette olanın namazı, onu kemale erdirmez. Semaya varmadan melekler, buruşuk bir elbise gibi kişinin yüzüne vurur. Ama senin ihtiyacın olan nuru vermiştir. Lakin derunundaki huşudan mahrum kalmışsındır.
Bedenimizin ölümüne bizzat şahit olacağız. Kabirde yalnız konulan bedenimizi seyir edeceğiz. Tüm yaşantımız gözümüzün önünden geçecek. Taksiratımız nekir olarak şekillenip bize melek şeklinde gözükecek. Doğru yaşantımız ise münker isimli melek olarak bize sunulacak. Şekilleri amelimizin misli olarak gözükecek. Her insana şekli farklı olacak. Sorgu sonrası derin hayat başlayacak. İsrafil’in suru bizi kendimize getirecek. Sonra kıyamet saati başlayacak. Üryan yani çıplak bir diriliş vuku bulacak. Rable yüz yüze kalınacak. Her şey ortada olacak. Sonra cehennem sırat cennet safhası gelecek. Cehennemde kalanın vay haline…
Sırattan geçip cennete ulaşanın ise, üzerine selam verilecek. Bunlar evet bunlar ve hatta daha fazlası önümüzdedir. Tüm bu merhalelerde şu anki gibi bilincimiz apaçık yaşıyor olacaktır.
Olayı anlamayanlar Allah’ı, varlığa uzaktan kumanda eden bir siyasi başkan gibi düşünürler. Melekleri de onun bakanları. Peygamberi de onun emrini bize ulaştıran aracı gibi bilirler. Diğerlerini de vatandaş. Kendilerini de muhalefet partisi gibi. Komik değil mi? İnan aynen böyle.
Melekelerimiz suretleşerek melekleşir. Ya bize iyi dost olarak zevklendirirler sonsuza dek. Ya da bize kötü dost olarak azaplandırırlar sonsuza dek. Melekelerimiz melek olarak surat alır. Ya cennete dek eşlik eder veya cehenneme giden yolda yoldaşımız olurlar. Aslında dünyada da öyle…
Tam bir fıtrat üzere işleyen otomatik bir sistem işliyordur. Bu sistemde hiçbir birime zulüm söz konusu değildir. Her birim yani insan, cin, melek, hayvan vs. Hak ettiğimiz sorunsuz bir biçimde bize yansıyacaktır.
Allah’ın varlıklarla iletişimi meleklerle olur ayeti kerimesini iyi idrak etmek gerekir. Zira imanın ikinci temeli meleklere imandır.
Tüm yaratılmışlarla kavgayı terk edersek, Allah ile aramızda elçi olan melekleri hissederek Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize salâvat vermiş olacağız. Çünkü Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin rahmeti yağmur gibi herkese yağardı. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin huzurunda muhammedi nuru hissettiğimizde ise, hep beraber ümmet olma bilincine merhaba diyebileceğiz.
Tüm ümmet olarak tefrikalara son verip bir duvarın tuğlaları gibi birbirimizi tamamlarsak, tekrar didişmenin haram olduğu ihramlı hal gibi bir durumu tüm yaşamımıza hâkim kılacağız. Bu güçten aldığımız enerji ile kavgalardan uzak durarak Allah halifesi olma yolunda büyük adımı atmış oluruz.
Allah’ın nurundan bir huzme saçıldı. Yer, sema, melek, cin ve insan kendine geldi. Bİ-huzmeyi kapatırsa varlıktan kalmaz bir nam.
Yer ve gök arasında ne varsa Allah’ın kuludur. Melek, cin, insan ve hayvan dördü de rabbine teslim birer ferttirler. Haydi, ey aziz kardeşim; kendine gelecekte güzel arkadaşlıklar kur. Rububiyet alanını genişlet ve hakikatte kulaç aç. Kulaç açtıkça seni mutlu eden arkadaşlar da seni bulacaktır.
Her insan tek başına dünyaya gelmiş, zamanın büyük çoğunluğunda tek başına yaşıyor ve tek başına dünyadan göçecektir. Tek başına ahrete göçen insan, orada tek başına dünyada yaptığı eylemleri kendine arkadaş olarak görecektir. Biz burada yaptığımız eylemlerin oluşturduğu melekelerin süratlenmiş halini, orada melek olarak karşımızda gördüğümüzde sukut-i hayale uğrayacağız.
Cebrail Allah’ın izniyle zaman zaman Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin kalbini açıp yıkardı. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz de bizim gibi insandı. Zaman zaman kalbinde oluşan beşerî duyguları Cebrail Allah’a en yakın sekiz melekten biri olarak manevi ameliyatla gönlüne girmiş gereksiz duygusal ilmi siler yerine ulvi ilmi kaydederdi. İlk yıkaması sütannesinin himayesindeyken yaptı. Hira mağarasında ve miraca çıkmaya giderken de kalbini yıkadı.
Bizim ilk günden ölümümüze kadar kalbimizde sayısız çerçöp bilgi birikir. Ne yıkayanı var ne de doğru dürüst bir tövbemiz.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin sünnetini gereksiz görenlerin Kur’anın ne olduğundan zerre kadar ilimleri olmadığı gibi imanları da geçersizdir. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize küfredeni küfrüyle baş başa bırakıyor veçhimi Allah’a çeviriyorum. O nebi ki, Allah ve melekleri O’na salât ve selam ediyor. Ben nasıl etmeyeyim. Sen de salât ve selam eyle.
Boğulma korkusuyla diz kapak adalarını aşamayan denizde yüzemez. Yüzme akıl ile değil meleke iledir. Kendisini iman ve irfan ile Allahın haşyetine salamayan, kendisini akıl batağından çıkaramaz. İrfan ile bakabilsek, derunun nasıl açılıp saçıldığını hayretle seyrederiz.
Erkeğin kadına zulüm etme bilincinin asıl nedeni şudur; öz bilinçaltımızda yer alan, karşımızdakine gücümüz yettiği kadar onu sömürmek, aldığımız bitince ise tekmeyi koymak üzere bizde yer alan şeytani meleke yer alır. İşte bu şeytani meleke kişiyi rabbul âleminden mahrum eder.
İlk yaratılış itibarıyla Allah’ın izniyle kendi nurundan zuhur ettiği kadına, erkeğin gücü yettiği için, eğer hakikatini inkâr eden bir erkek ise ve kadını sahipsiz bulmuş ve yaptığı zulmün karşısında dimdik duran bir gücün olduğunu görmüyor ise, öz bilinçaltındaki zararlı melekeyi gücü yettiği kadar kadına uygular. Kolu kanadı kırık kadın ise, tüm zulümlere boyun eğer ve der ki, yuvam dağılmasın. Öylece zulümlere sabreder. Zulüm eden kişiyi Allah dağıtır. Bu dünyada ele muhtaç ettiği gibi ahrette ise, kendisinden mahrum eder.
Hakikatinden uzaklaştırıcı tüm zulmani fikirler, haris isimli melekenin şeytaniyet melekesiyle bir arada cem olmasıyla oluşur. Et kemik bedenin heves ve ihtirasları uğruna harisliği terk etmeyen kişi şeytaniyete merhaba der. Kendisini et kemik beden zanneden nefsin bitmez ve tükenmek bitmeyen istek ve arzuları, haris isimli meleke ile şekil alarak, insanda dışsallık sevdası uğrunda bitmeyen bir hırs olarak zuhur eder ve insanı şeytanlaştırır.
Balık yakalanırken kandırılarak yakalanır. Bu kandırma melekesi balığın beyni tarafından tüm etine işler. Bu et yendiğinde kişiye geçen suretleşmiş meleke, kişinin bilinçaltına kandırma melekesi olarak yerleşir. Yani kişinin benlik aynasında kandırma ve güvensizlik kuvvesi yerleşir.
Bunun için balığın yenmesi maneviyat ehlince mazur görülmüştür. İnce sırlar kişiye akmaz olur. Ama fıkhın icabı olarak kesinlikle helaldir. Bu ince sırlara ermeye çalışan için geçerlidir. Ama kendi kendine balık sana gelirse sorun yok. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yediği balıketi, kendi kendine seferden dönen sahabeye gelen balıketidir. Balıketinin yenmesi kesinlikle helaldir. Mana yönüne bakan ince bir detaydan bahsettik.
Avlanmış hayvanlarda öyledir. Örneğin tuzak kurar ve keklik yakalar. Tuzak kekliğin etine yansır ve o etten yiyen insanlara tuzak kurma melekesi yerleşir. Bu tüm av hayvanları için geçerlidir. Avlanma yöntemi ete yansır ve o eti yiyen kişinin ruhaniyetine o yöntem yansır. Yoksa olay geride yavru bırakma meselesi değildir.
Şu hususta var; balıketiyle veya avcılık sonucu yakalanan hayvanın etiyle bilince yerleşecek kuvveleri yenecek kişi bakımından mazur olamaz. Yani bilincine ve kendi ruhi dokunuşuna sahip çıkanda sorun yoktur. Bu sahip çıkma olayı çok güç bir durumdur. Onun için mana yolunda yürüyenlerin olabilince avcılıktan imtina etmeleri, basiretlerinin açılması için önem arz eder.
Şekillendirmek bizim elimizdedir. Çünkü tüm esmalar gibi Musavvir esması da bize tevdi edilmiştir. Melek melekeden gelir. Yoğunlaşan melekeler melek olarak suret alır. Biz beynimizle yaptığımız zikirle melek şekline soktuğumuz melekelerimizi, tümel manada oluşan meleklerle ünsiyet peyda ettiririz. Bu ünsiyet ile beynimiz vasıtasıyla bize suret olarak gözükür.
Cennetteki hizmetkâr melekleri de biz dünyadaki melekleşen melekelerimizle oluşturuyoruz. Cehennemdeki azap meleklerini de öyle. Sen halifesin ey insan. Makro da oluşan her oluşumu, mikro olarak sen oluşturuyorsun. Fırsat elinde ve fırsatı son noktaya kadar kullan. Bil ki kullanmadığın her anın için ölümden sonra üzüleceksin. Çalış ve sevinçle uyan.
Birçok Allah ehli yemek yediği zamanı dahi israf görmüş ve onda dahi ilmi çalışmaktan mahrum kalmamışlardır. Ve hatta lavaboda daha az vakit geçirmek için az yiyen zevatlarda aynı şekilde tarihe adlarını yazdırmışlardır. Çünkü ilmin künhüne inen fark etmiştir ki bu dünya hayatı bir defaya mahsus verilmiş olup bir daha asla verilmeyen eşiz hazineye ulaşım aracıdır. O yüzden ne yapsan kârdır deyip öylece nazar etmiş ve bizlere örnek olmuşlardır.
Biraz düşünelim, birinin gözü önünde bir şey yersek ve ona ikrâm etmezsek, rüyada bizi ısıran yılanlar görürüz veya köpeklerin saldırısına uğrarız. Kabir azabı da bunun gibi bir şey, tabi daha daha somutlaşmış halidir.
Yani beyin gücümüzle melekleştirdiğimiz melekeler ölüm sonrası bir bir somutlaşarak bize gözükecektir. Düşünsenize, ruh berzah âleminde kıyamete kadar aslen hayali, bize göre asıl ve işin acı yanı, bizim amellerimizle oluşturduğumuz yaratıkların tacizine uğramak. Yardım edecek kimsede yok tıpkı rüyada olduğu gibi, çok korkunç hem o kadar da acı bir tablodur.
Az daha düşünelim; kişi bir yıl çalışıp ve yirmi gün izin alıp tatile çıkacak diye alıyor internet önüne günlerce araştırma yapıyor. Hatta işi bilen kişilere de danışıyor ve nihayet bir otele karar veriyor. Sonsuz yaşayacağı ölmeden sonrası konaklaması için ise kimseye danışmıyor. Biz neyiz, nerden geldik hem geliş amacımız ne? Ölümden hemen sonra bizi ne gibi geçitler bekler? Hazırlığımız ne? Gibi soruların cevapları hep kulağımızda küpe olsun.
Asansörde aynaya bakarak uygunsuz hareketler yaparken yandaki yazıda aynada güvenlik kamerası vardır yazısını gördüğünde kişi nasıl silkiniyorsa, insanı her nefes takip eden kiramın kâtibin meleklerine iman edende öyle silkinip düzenli bir hayat yaşamaya yeltenir.
Anlatılan tüm zahiri kavramların yanında şunlarda düşünülebilir. Adem yokluk demektir. Yokluğunu hisseden ve bencillikten geçen kişiye Adem denir. Bencillikten geçende tüm ilahi kuvveler tezahür eder. İlahi kuvvelere meleke denir. Melekeler insana suretleşerek melek şeklinde gözükür. Ademe eren, meleklerin kendisine secdesine şahit olur. Adem insani şuurla yaratılan ilk kişi olduğu gibi, her insanda dahi saklı olan cevherin adıdır. O cevhere ulaşan kişi Allah’ın halifesi olur. Melekler ona secde eder.
Ne zaman ki bedensel dürtülere yenik düşer, o zaman ikilemde kalır, yani şeytanı dinler ve dünyaya düşer. Tüm kuvvelerini de kaybeder.