MAKAMLAR VE HZ. MUSA AS İLE HZ. HIZIR AS

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Öncellikle şunu belirtelim ki, Hz. Musa aleyhi s selam Allah’ın hem resul hem de nebisidir. Allah’ın yarattıkları içinde üçüncü sırada olarak en büyüklerimizdedir. Sanki asker arkadaşımız Musa diye hitap etmemiz en büyük saygısızlıktır. Hem Hz. Hızır’ın aleyhi s selamın sahip olduğu tüm ilimleri camidir. Kur’andaki kıssa ise örneklemedir. Bize görünen olayların arka yüzünün çoğu defa ön yüzüyle aynı olmadığını idrak ettirmek içindir.

İşte bu olayı Hz. Musa aleyhi s selam ve Hz Hızır aleyhi s selam üzerinden somutlaştırarak bize sunmuştur. Yoksa hâşâ Hz. Musa aleyhi s selamın, Hz. Hızır aleyhi s selam kadar ilim ehli olmadığı olayı değildir.

Rasulullah olan kişileri anarken az toparlanalım hem saygı ve hayâ edelim. Ayak ayaküstüne atıp Allah’ın resul ve nebileri hakkında ileri geri konuşursak, zerre edebimizin olmadığının kanıtı olur. Bu da bizi, ilmin hakikatine inmekten mahrum eder. Hâlbuki hayâ ve edep imanın yarısıdır. Bunu böylece anımsattıktan sonra konuyu açmaya devam edelim.

Bilelim ki her bir makam, Allah’ın ilmindeki bir noktayı temsil eder. Tüm makamlar gibi hızır makamı da bir makamı temsil eder. Hz. Hızır aleyhi s selam isimli şahıs, geçmişte bizzat yaşayan bir kişidir. Allah tarafından var edilen Hızır makamına kadar çıkmıştır. Hızır makamının asli sahibidir. Hızır adını da, kendisi bizzat hızır makamı için yaratıldığı için, ismini o makamdan alarak ve isimlendiği ad, Hz. Hızır aleyhi s selam olmuştur.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz de mahmud makamı için yaratılmış ve makam-ı mahmuda kadar yükselmiştir. Bu makamdaki yaratılış kuvvesine de nuri Muhammedi denir. Mahmud ismi dahi ona ayrıca bir isim olmuştur.

(Konuya yaklaşmak için bir varsayım yapalım). Örneğin diyelim ki; Eğer hiç Hz. Hızır aleyhi s selam yaratılmasaydı gene de hızır makamı olacaktı. Veya Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz hiç yaratılmasaydı, gene de makam-ı mahmud olacaktı. Ama o makama kadar yükselecek olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz yaratılacaktı ve o makamdan âlemleri seyir edecekti. Hz. Hızır aleyhi s selam yaratılacaktı ve dua makamı olan hızır-iyet makamına ulaşacaktı.

Şimdi biz dua edip hızırla buluşalım derken o makamla irtibata geçeriz ki, o makamla irtibata geçince o makamın asıl ereni Hz. Hızır aleyhi s selam ile de görüşebiliriz. Tıpkı makam-ı mahmudun seyrine dalanın efendimizi rüyasında Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi görmesi gibi.

Hızır makamı öyle bir makamdır ki, o makama eren kişinin et kemik bedeni adeta saydamlaşır. Hızır makamın hakiki sahibi Hz. Hızır aleyhi s selam olup onun ölümü İsrafil’in birinci sura üfleyişine bırakılmıştır. O bedenini saydamlaştırmış, zaman ve mekânı aşkın halde semada özgür yaşama geçiş yapmıştır.

Dua için derin yönelişe eren de hızır-iyet makamıyla ve dolayısıyla Hızır aleyhi s selam ile iletişime geçer. Çünkü duanın gerçekleşme noktasına hızır denir. Mazlum birisinin duası kabul olur. Yani mazlumun zihni öyle bir derin kuyuya girer ki Hızır makamıyla iletişime geçer. Öylece ona icabet doğar. Mazlum kişinin Müslüman veya kâfir olması fark etmez. Çünkü zaten her bir makam her birimizin derununda kayıtlı olup bir vesile irtibat sağlanılır. İşte derunumuzda ki makamlar ile Allah’a iman etmiş bir halde iletişim kuranın fethine, fethi nurani derler. Derunundaki makamlarla bir vesile ile irtibat kuran imansızların fethine de fethi zulmani demişlerdir. Olay kişinin hakikatine uzanan yolda, yoldaki makamlarla kontak kurması esasına dayanır.

Aslında her bir makam, bir şahsi manevi misalidir. İnsanı kâmil diye bilinen müsemmanın dahi bir şahsi manevi olması olayı gibi Hızır makamı da bir şahsı manevidir. Yani aslında bir tüzel kişiliktir. İşte mazlum olan kişi, içsel çaresizlikten dolayı o kadar özüne iner ki, belki de çoğu defa farkında dahi olmadan, hızır-iyet makamı ile buluşur ve duası makbul olur. Çünkü o manayı yakalamış ve o makamla iletişime girmiştir.

Fırtınalı denizde giden gemide mahsur kalıp tutacağı hiçbir dalı olmayan kişi özünden yönelir. Zulüm gören mazlum da tıpkı denizde mahsur kalan kişi gibi tutacağı dal kalmamıştır ve gayrı ihtiyarı özüne inmiş hızır-iyet makamı ile buluşmuş ve duası hedefine odaklanmıştır. Tutacağı dalı kalmayan gayrı ihtiyarı hızır-iyet makamı ile buluşur ve duası kabul olur. Aslında kişiden istenen ideal hal olağan hallerde de o kalbi huşuyu yakalamaktır. Aradaki perdeyi kaldırıp saf ve katıksız bir hal ile bürünerek hakka yönelmektir. Ayet denizde olup batmak üzere olan gemiden örnek verir. Oradaki yönelimi hayatımıza yaymamızı ister. İşte rabbimiz, hızırımızın ve huzurumuzun şifresine ulaşmamızı istemektedir.

İşte dua makamı hakla buluşma noktasıdır. O nokta hızır-iyet makamı olup, huzurumuzun şifresi ve duamızın kabul olduğu alandır. Hızır aleyhi s selam o denizdeki geminin alabora olma anında kişinin duyacağı huşuyu hisseden bir nokta bilinciyle yaratıldığı için, Hızır denizde olur denmiştir. Yani o gemideki gibi yönelen o makamla irtibatta olduğu hakikati bize söylenmek istenmiştir. Her şeye dışsal baktığımız için, Hızır’a da dışsal bakarız. Piyasada bir hızır arayıp dururuz. Oysaki bir özümüzdeki o nokta ile irtibata geçersek, her şey gibi hızırın da bizde ve bizimle olduğuna şahitlik ederiz.

Bizde bir makam olup dürülü olan dua makamı gibi, zahiri ve batını tüm makamlar da her birimizde dürülmüştür. Bunun farkına varıp kendisinde dürülü makamların hakkını verip gerekli fiili, kuvveden çekip zuhur edenler ise türlü türlü şekillenerek dünya üzerinde hüküm sürmüşlerdir. Ancak kendisindeki makamların farkına varanlar yeryüzünde tasarrufta buluna bilirler. En ufak bir meslek dahi bir makamın icabıdır. Bizler bu makamlara türlü türlü isimler takmışız. Kişi kendi makamında deruna indikçe, o makamdan ileri gelen mesleğini daha kapsamlı bir şekilde şekillendirmeye başlar.

Her bir makamın işlevini bir nebi icra ederek insanlara talimde bulunmuştur. Bunun için deriz ki her peygamberin bir mesleği vardır. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ticaretin en güzel örneğini sergilerken, Hz. Davut aleyhi s selam demircilikte deha idi.  Hz. Süleyman aleyhi s selam da teknolojinin en ileri halini yaşadı. İşte manevi makamlar Allah’ın ilminde deruna dalanlara nasip olduğu gibi, dünyevi zuhur eden her bir makamın içeriği de, Allah’ın ilmine dayanıp insana tevdi edilmiştir. Esas olan, kişinin kuvveden fiile çıkardığı her makam ve mevkiin Allah’ın ilminden olduğunun farkına varıp, nefsine mal etmeden ve kibirlenip şımarmadan hakkını vermektir.

İşte ne zaman ki eğitimde bunun farkına varıp çocuklar bu yönde gerekli talim ve terbiye ile büyütüldüğünde, yeryüzünde Allah’ın insanda gerçekleştirmek istediği hasletler kuvveden fiile çıkacaktır. Bunun için de denmiştir ki öğrendiğini Allah için öğren, yani derunundaki makamlarla buluşmak üzere derinleş, zaten rızkın seni bulur. Ama ne yazık ki yapılan eylemin karşılığı olan maddiyata gözler dönmüş olup o makamlarda derinleşmekten mahrum bir insanlık yetişmektedir. Ondan dolayı da insanlık kalitesi, oluşan onca teknolojiye rağmen, kalite git gide gerilemektedir. Çünkü sebep üzerine değil de sonuç üzerine bir performans sergilenmekte olup gözler kazanan kazanca odaklanmaktadır.

Dünya ve ahret mutluluğu için zahiri ve batını makamları cem etmek gerekir. Öylece maddi ve manevi hükümranlık oluşur. Bunu cem etmeyenler huzuru sağlayamazlar. Yeryüzünde hâkimiyet kuran insanlara bakınız. Sadece maddi refah peşinde olanların maneviyatları kaybolmuştur. Sadece manevi gücün peşinde olanların ise, maddi hâkimiyetleri son bulmuş maddi gücü ağır basanlara köle olmuşlardır. İşte maddi makamları temsilen Hz. İskender aleyhi s selam yeryüzünde yaşam bulmasına karşın manevi yönelim alanını temsilen de, Hz. Hızır aleyhi s selam o makamı doldurmuştur. İkisi beraber olması ile de, insanlık huzur dolmuştur.

Bakın batıya İskenderleri olduğu halde hızırları olmadığı için mutlu değillerdir. Bakın orta doğuya hızırını bulanlar dahi İskenderleri olmadığı için huzurları yoktur. Afak ve enfus, yani İskender ve Hızır, yani dış dünyamız ve iç dünyamız dengeli olduğunda huzuru bulmuş oluruz.

Hızırın değişmedikçe iskenderin değişmez. İskender ile hızırı buluştur ki, içsel sükûnun oluşsun. Hızır içsel dünyamızı tasarım eden melekûtu yapımızı temsil eder. Kul sıkışmayınca Hızır gelmez deniyor, yani kul tüm imkânlarını seferber ettiğinde, Allah rabbul erbab olarak kulunun yanındadır. Eskiden de öyleydi, kıyamete kadarda öyle olacaktır.

Sürekli hızırla olalım, yani sürekli Allah’a karşı olan acizliğimizi itiraf edelim, ama elimizdeki tüm imkânları kullanmaktan da geri durmayalım. Hiçbir şey yapma el aç iste, bu değil Allaha sığınmak. Tüm elindeki imkânı kullanacaksın, sonra dua ile hızır-iyet makamıyla irtibata geçeceksin.

Allah’ın hiçbir nebi ve rasulu günah işlememiştir. Bunun en büyük delili Hz. Musa aleyhi s selam ve Hz. Hızır aleyhi s selam ayetlerinde saklıdır. Birine günah görünen diğerine sevap gözükür ve bu tamamıyla sübjektiftir.

Sesin çıkışına aldanıp gönlün yansımalarına kulak tıkayan nerden bilsin hızırın fısıltısını. Hem boya-pusa, makama-mevkie, zenginliğe-fakirliğe, erkekliğe-kadınlığa, büyüklüğe-küçüklüğe bakarak birine kapımızı kapatırsak, çok şeyden mahrum olabiliriz. Hele durum insan olunca, her insanı hızır bil düsturunca, gönlünü kırdığımız insanın özünde canlı olan ve bizde de aynısından mevcut olan esma kuvvelerimizi keseriz. Çünkü lâhut-i sürprizin bize nereden hitap edeceğini hiç tahmin edemeyiz. O yüzden eskiler demişler ki; her gördüğünü Hızır bil. Bazen hukuksuz diye gördüğün şey dahi, hukuku inşa etmek içindir. Onun için de Kur’anda ki Hz. Musa aleyhi s selam ve Hz. Hızır aleyhi s selam kıssasını unutmamak gerekir.

Sen okuyucu ile bazı sırları paylaşayım aziz kardeşim; Rahman haşyet kaynağıdır hem ceberuttur. Lahuti ilim ise ledün ilimdir ki direk Allah’tan perdesiz gelir. Allah yaptığından mesul değildir. Ledün ilim konuştuğu için ve lahuditen emir geldiği için, Hz. Hızır aleyhi s selam çocuğu öldürdü. Kâfirin Müslüman’a saldırmasında iman ehli lahutiye bürünerek karşılık verir. Zaten onun için savaşta ölen şehittir. Biz kurban kestiğimizde lahuti âleme bürünerek keseriz. Onun için takvanız Allaha ulaşır der, et ve kan ulaşmaz diye âyet inmiştir. Namaza başlarken de Allah’u ekber dediğimizde lahuti dil konuşur ki çoğu defa bunun farkında olmayız. Zaten onun için namaz niyetinden önce besmele okunmaz. Tövbe süresi de direk lahutiden hitap olduğu için başında besmele okunmaz.

Gözünü fenaya dikenin karşısına Allah, bir Hızır çıkarır. Çoğu defa hızırımızı beğenmez ve şöyle deriz; Allah2ım senin çıkardığın değil benim seçtiğim olacak. Hani kafamız da bir hokkalı mürşit hayal etmişiz ya, o zaman git kendine bul der Allah! Ara belki bulursun bir kardan adam?

Ham nerden bilsin pişmenin basamaklarını, itekleme yapar yürürken çoğu zaman kapatır kapısını. Bazen de kul dayanmaz açar pencereyi hızırını unutmuş gibi hem unutur Kur’andaki kıssayı anlamaz musanın asasını. İşte kişi gelişirken geliştirici onu dener örf âdeti olanı deler. Kişi geliştikçe teslim olur nefsini yener, teslimiyeti göze alamayan kabuğunda söner.

İşte bu makam dua makamıdır. Özüne titizlikle yönelen, o makamla buluşur. Yoksa hızır, atına binen biri değildir. Hz. Musa aleyhi s selam ile Hz. Hızır aleyhi s selam ile dost oldu sonra sorguladı, ne mi oldu dersin? Musa! Hızır!’dan mahrum kaldı bunu bilesin. Hikmetini öğrenince sukut-i hayale uğrarsın.

Hızırdan bakan bir dostun varsa sakın sorgulama, tamam de gülümse ona, onu irdeleme. Zor bulunur Hızır misali dostlar, kaybetme! İçinden tüm sorguyu at ama ona hissettirme. Hakka murid olamadık maalesef ve beklentiler içinde çaresiz dona kaldık. Çünkü imandaki Huşuya bulaşmadan yola koyulduk. Oysaki önce iman ile hakka teslimiyet istenmişti. Sorgulayacaksın ama hikmeti, imanın içeriğine şeksiz şüphesiz teslim olacaksın. İşte budur sana marifet yolunu açan.

Perdeyi kaldır aradan ortaya çıksın yaradan sözü şunun için denmiştir; biz gözümüzü hayvansal bir bedende açtığımız için, bu beden zevklerini kendi zevkimiz zanneder, bu bedenin acısını da kendi acımız zannederiz. Bu bedenle yoğrulmuş halde tüm olayları değerlendiririz. Hatta Hz. Musa aleyhi s selam ile Hz. Hızır aleyhi s selam olayına dahi öylece bakarız. Bu olay somutlaştırılarak bize bildirilmiştir. Olayın aslı ise bambaşka mecralarda seni sen olarak dolaşmaya çağrıdır. Hisset ve kavra öylece yaşa.

Yaradan ortaya çıkması için, yani bizden hu adıyla işaret edilen mutlak zatın seyir yapması ve Allah ismiyle işaret edilen mutlak zatın bize nazar eden veçhine yakınlaşmamız için sunulan örneklerdir. Bu yakınlık mekânsal değildir, manasal ve bilinçsel bir yaklaşımdır. İşte tüm kavramlara bedensel dürtülerle bakarız da bir türlü jeton düşmez. Gençler jetonu bilmez. Jeton düşünce konuşma başlardı eskiden. Şimdikiler dokunur ve dünyayı ayağına getirir. Ama bir türlü manaya kapı aralayamaz. Laf çok ama eren yok. Tüm tasavvuf erbaplarının sözleri bir tık ötede, ama kalben yansıması bir türlü gerçekleşmiyor. Gel de içinden çık. Dönme dolap gibi döner dururuz. Herkesin cebinde, aç telefonu en sır olaylara kadar sor öğren, ama murid olamadık daha maalesef.

Şahid olup şehid olan insanlar nübüvvet ve sıddıkiyet makamından sonra en yüce makamdadırlar. Fenafillâh makamını görende o makama dair ne sözü kalır ne de kelamı. Şehitler ölmez der yüce kitabımız ki teslimiz ona, der ki onlar rableri katında rızıklandırılırlar kana kana. Rasulullaha komşular tasa yok üzülme ey ana. Onların şefaati bize de nasip ola, hem olsunlar bize de ayna. Okursak onlara dua bize döner kat be kat. Hem onlara okuduğumuz Fatiha ve İhlâs bize döner, oku ve bağışla onlara pür dikkat. Onlar diridirler saygılı ol et ruhlarına münacat. Şefaat dile, Allah’ın izniyle Hızır gibi ulaşırlar fil hakikat.

Hayat seni taşıyorsa Hayy’a, bu taşıma ile huzur olur kocaman bir kaya. Huzur kaya gibi büyüyünce vurulur kayaya bir asa. Asayı tutan bir musa olmalı ki fışkırsın o kayadan on iki derya. Öylece susuzluk giderilsin de insanlar olsun ihya.

İnsan-ı kâmil yani insanın kemal derecesi, kişinin Allah ismi aynasında kendini seyir ettiği kadardır. Mutlak seyrin yüzde yüz müşahedesine Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize miraç gecesi nasip oldu. O yüzden Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz en büyük insan ve ululazm olan nübüvvet sahibi resullerin en büyüğüdür. İkinci sırada Hz. İbrahim aleyhi s selam üçüncü sırada Hz. Musa aleyhi s selam dördüncü sırada Hz. İsa aleyhi s selam beşinci sırada ise Hz. Nuh aleyhi s selam yer alır. Bu sıralama tamamıyla kişiliklerinin sahip oldukları müşahedenin safiyetiyle alakalıdır. Her biri kendisi için ayrılan makama ulaşıp dünyada bekaya hicret ettiler.

Daha önceki ümmetler en fazla kendi zamanında tabi oldukları peygamberlere ayna olabiliyorlardı. O yüzden en kıymetli ümmet bu son ümmettir. Çünkü bu son ümmet, tam olarak kendini aynada seyir eden Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize ayna olacak kabiliyettedir.

Yegâne ilah yani tek tanrı olarak Allah’ı bilen ve öylece yönelen mahrum bırakılmamıştır. Zaten iman edenlerin geneli bunu böyle bilip detayları hakkında bilgi sahibi değildir. Yegâne yönelim alanının sahibi sadece Allah olup ondan gayrı yaratılmış varlıkların yöneldiği bir vecih yoktur. Bunun en büyük delili Nas süresidir. Nas süresinde geçen üç kavrama odaklanarak okursak bambaşka ilimlere kavuşuruz. Böyle bakış açımız hakikate doğru genişler. Dar kalıplardan sıyrılırız. Rububiyet, Melikiyyet ve Ulûhiyet. Bu üç kavram ile Allah’ın varlıkları üzerindeki hâkimiyetinin tüm yönleri anlatılır. Her biri, bir makam itibarıyla bizim ile Allah arasındaki bağlantının ayrı bir yönünü icra eder.

Ulûhiyet dokunuşundan uzanan makama zaehir derler. Rububiyet dokunuşundan oluşan makama da muin derler. Zaehir olması itibarıyla yegâne ulûhiyet sahibi sadece Allah’tır. Bu kavramın içeriği dolayısıyla tüm âlemlerde var olan her bir birim, kendi benliğini oluşturan varlığının farkında olup sanal benlik sahibi olarak mutlak benlik sahibi olan Allah’a boyun eğmiş haldedir. Muin ise, rububiyet kavramları ile de tüm âlemlerdeki terbiye edici olarak sadece Allah’ı görür. Melikiyyet kavramı ile de tek sahip olarak Allah’ı bilip başka bir hüküm sahibini olamayacağının hakikatini hissetmektir. Yani mutlak tasarruf edenin Allah olduğunu, Nas süresinin ilk üç ayeti bildirir.

Bizler Nas süresini okuyunca, tüm yönleriyle Allah’ı düşünür ve ona sığınırız. Allah’ı biricik ilah yani yegâne tanrı olarak bilen ve hiçbir şeyi ona ortak koşmayan kişi, rabbini kendi idrak ve ilmi nispetinde görüp Hz. Musa aleyhi s selamın muhabbet ettiği ve Allah’ı tüm haşmetiyle ona izah ettiği halde bu anlatımdan bir şey anlamayan ve kendi hissedişi ve yönelimiyle ona yakarış yapan çoban misali, Allah onu kendisi için seçip gözetler. Yeter ki samimi bir yönelişle yönelişimiz sırf ve samimi olarak sadece ona olsun. Sahibimizin bizi güçlü bir şekilde sevip saydığının farkını görüp hissederiz.

Hz. Musa’nın hitabı zaten tenzih ağırlıklı idi. Çünkü o devrin güçlü insanları, halka kendilerini ilah yani tanrı olarak ilan ettirir ve diğer insanları kendilerine taptırırdı. İşte Hz. Musa aleyhi s selam bu görüşü yok edip tenzihiyet makamı ile insanları uyardı. Yani insanlara Allah’ın ulûhiyetini anlatıp o yönüyle gerçeklerden şaşmamaları gerektiğini tebliğ eyledi. Çünkü Allah’ın ulûhiyetini kavrayamayan kişiler, Allah’ı zatı ile varlıklarla birleşmiş veya varlıkların içine işlemiş veya onun zatının bir yansıması olarak görüp gerçek itikattan saplardır. Oysaki varlığımızın tüm künhü dahi onun nuru yanı sıra hiçbir hüviyete sahip olmamıştır. Bu ebeden de öyle kalmaya devam edecektir.

Makamlar konusunu işlediğimiz için, önemine binaen ulûhiyet ve rububiyet makamlarının değişmez gerçeğini bir kez daha özetle dile getirelim. İnsanlar dâhil tüm yaratılanlar, her ne kadar rububiyet makamı itibarıyla tüm varlıklarını Allah’tan alıyorlarsa da, yani mutlak zatının yansıyan nurundan yoğunluğu düşürülüp bize esma ve sıfatlarıyla isimlendirerek sunduğu mana içerikleri ile var edilip onunla kaim bir şekilde yaşam bulmuşsak ta, ulûhiyet makamı itibarıyla Allah, zatıyla tüm nurundan ve nurunun seyriyle oluşturduğu tüm yarattıklarından tümüyle münezzehtir. Çünkü nur onu oluşturmayıp aksine nur, tabiri caizse ondan saçılmaktadır. O yansıyan nuruna nazar etmezse, hiçte yansıyan nur kalmayacaktır. İşte Allah, zatı olarak tüm yaratılmışlardan münezzeh olup, rububiyet makamı itibarıyla da onun mutlak nuru tüm yaratılmışlardan münezzeh olduğu halde, yani onun nurunu hiçbir yaratılmışla kayıt altına alınamayacağı halde, tüm var olanlar da kendisiyle kaim olduğu gerçeğidir.

İnsanlar Allah’a şirksiz bir şekilde yönelip ibadeti bir tapınma olarak görüp o şekilde dahi kulluklarını icra ederlerse, kendilerini tümüyle azaptan kurtulacaklardır. Zaten ben ve Allah ikilemi ulûhiyet icabı olan bir halettir ki, bu sonsuza dek devam edecek olup asla son bulmayacaktır. Bizim için bunun en büyük örneği Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Kabı kavseyne kadar Allah’a yaklaşmışken, asla ve asla onunla bütünleşme söz konusu olmamıştır. Zaten bütünleşme olsaydı, yaratımın bir esperisi de kalmazdı.

İlah ve ulûhiyet yönelim işlevi iken, Allah’ı ilah olarak görmek elbette derinliklere dalmaya engeldir. İlah ve ulûhiyetin esas anlamı bireyin yaptığı yönelimdir. Yani bireyin sanal benlik sahibi olarak reel benlik sahibi olan Allah’a yaptığı yönelime verilen isimdir.  Onun için, Allah’ı ilah olarak görmekten sıyrılıp yegâne yönelim mahalli olarak Allah’ı görenler ise, a’ma ya adım atmıştır. Bunlar kendine seçtikleridir. Bunların sayıları çok çok azdır. Hasbelkader böyle biriyle bir arada bulunmak en büyük nimettir. Onların yanında huzur ve sükûn bulursun. Onları kıran ise mutluluğu ebeden kaçırır. Ve onu derin hüzün kaplar.

Zat makamı, sıfat makamı, esma makamı ve fiiller makamları ile ulûhiyet ve rububiyet alanlarını bir birinden iyice ayırıp içeriklerini öğrenip bunların aralarındaki kırmızıçizgileri iyice fark etmemiz gerekir. Yoksa patinaj yapılır ve hatta tedavi edilmez yaralar oluşur.

İşte makamlar tam anlaşıldı mı, hakikate doğru yürümek çok zevkli olur. Dünya ve ahret saadetini kapına getirir. Tasavvuf ilmiyle uğraşanların en büyük eksiği, makamları birbirine karıştırıp birinde diğerinin hükmüyle karar vermeleridir. Bu defa sorular ve sorunlar başlar. Unutmayalım dostum, bekabillaha erende kendi bile erir. O makamlar sukut yeridir. Eren o makama varış yolunu anlatır. Zevkini ise varana bırakır. Kendi anlatıp hava atmaz. Utanır ve büzüşür. Adeta çekim alanı olur ve etrafında olan her şeyi içinde eritir ve a’ma ya ayna eder. Sözümüz senet olsun. Makamımız cennet olsun.

Dünyevi makamlar ile uhrevi makamlar birbirine benzerler. Her makamı biri işgal eder. Makamın adını kişiye vermeye başlarız. Örneğin vali olan kişiye artık ona ismiyle hitap etmeye utanır ve ona sayın valim deriz. Uhrevi makamlar için de aynı şeyi kullanır insan. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize ya Muhammed değil, ya rasulellah diye hitap ederiz. Dünyevi veya uhrevi hangi makamda olursak olalım asla kalbimizde olanın zıttı bir şeyi dilimize dökmeyelim. Aman kimseye gülmeyelim. Ya güldüğümüz o an ulvi bir makamı seyir ediyorsa tüm nurumuzu kaybederiz.

Kişideki makam onun insanlığının önüne geçerse, makam son bulunca yapıştırılan değerlerde son bulur. Kalan hayatı köşe bucakta kaybolur gider.

Çok uçuk şeyler konuşmak veya yazmak birçok insanı çalışmaktan geri bırakır. Her makamın sözü ayrıdır. Bir makamın sözü diğer makam ve boyutta geçersizdir. Zat makamı öyle bir makamdır ki orası sırf Allah’a ait olup mahlûkatı hakkında düşünülemeyendir. Olayın hakikatini bilmeden kalkıp o makam itibarıyla sunulan gerçeği ef’al boyutunda sayıklarsan, hem kendini sapkın edersin, hem de olaydan habersiz olup hevesi uğruna bir şeyler yapmak isteyeni sapıtırsın. Kendi günahını sırtlandığın gibi saptırdığın insanlardan da, onların günahının mislini sırtlanırsın. Bu da kişi için felaket olur.

Konunun anlaşılması için çok önemli bir hususa değinmek istiyorum. Biz insan olarak bize verilen ilim, irade ve kudret ile istediğimiz şekilde öz alt yapımızı oluşturabiliriz. Oluşturduğumuz tüm yapının temel cevheri ise Allah’tan gelir. Onun için de Allah yaptı deriz. Kişinin tercihleri ve yaşamı ise, kişinin kendi tercihidir.

Onun işleyiş sistemi ise, şöyle işler. Allah tekvin sıfatıyla insanın kullanım alanına yedi subuti sıfatı vermiştir. İnsan tam irade sahibi olarak ilim, irade ve kudret sıfatları başta olmak üzere kişi kendi öz cevherini istediği şekilde şekillendirir. Şekillendirmesine göre de tercihleri değişir. Tercih yönü nasıl olursa olsun, tüm kuvveler Allah’a ait olduğu için de Allah yaptı deriz.

Sen yapısal terkibini sana göre müspet veya menfi dediğimiz fiiller ile değiştiriyorsun. Böylece içsel öz dokunuşun değişiyor. Dolayısıyla senden çıkan istekte değişiyor.

Allah istedi demek, yani sendeki Allah esma terkibi bunu gerektirdi demektir. Çünkü sen rububiyeti itibarıyla, Allah’ın esma-ül hüsna dediğimiz mana terkipleri ile var olmuşsun. Tüm varlığın bu kuvveler itibarıyla onunla kaimdir. Başka bir varoluş hikâyen olamaz. Yani rububiyeti itibarıyla senin öz cevherin ne yönde fiil senden sudur etmek isterse, o fiiller senden zuhur edecektir.

Dolayısıyla zorla yaptıran değil sen ilim, irade ve kudret ile esma oranlarını değiştiriyorsun ve senden açığa çıkışta değişiyor. Ama yapan ve veren Allah’tır deriz. Çünkü kullandığın tüm kuvveler onundur. Sende irade yok ve tüm yaptıran Allah’tır düşüncesi ise batıl olup, öyle olsaydı dünyaya gelişimiz saçma olurdu. Baştan yazdıklarımız tetkik edilse kapı açılır.

Hutbe de okunulur her Cuma, Allah’ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz, Allah’ın saptırdığını kimse hidayete kavuşturamaz. Yani diyoruz ki, Ben de hidayeti getirici olan esma öz cevherimi hidayet yönünde düzenlersem, Allah benden hidayetini zuhur eder. Artık kimse saptıramaz. Çünkü bakış açım öyle olur. Ben öz cevherim sapıtan şeklinde düzenlersem, yani nimete eren kişilerin aksi şekilde düzenlersem, Allah benden sapıklığı zuhur eder. Artık kimse bana hidayet veremez. Çünkü iç âlemimdeki bakış açım öyle olur.

İşte kişinin yaptığı ameller nedeniyle öz cevherinde yaptığı değişim sonucu işlenen fiili gerektirici içsel tasarımını oluşturduğu yapıya Allah’ın kalbe yaptığı mühür olarak anlatılmıştır. Yani Allah’ın mührünü kimse dışarıdan vurmaz, sen kendi öz yapını öylece düzenlersin. Öylece artık kimse senin üzerinde değişim yapamaz olur. Yani rabbin izin vermedikçe, kimse artık sana şefaat edemez olur. Çünkü kapını dışarıya kapatmış ve kimsenin içine dokunmasına izin vermiyorsundur.

Benlik/nefis/şuur/öz yani ben işte veya kendimiz velhasıl biz isteyeceğiz ve kavuşacağız. Kavuştukça seyir edeceğiz. Tüm kuvveler Allah’ın olduğu için de veren Allah’tır diyeceğiz. Çünkü onun yanı sıra başka birinin mülkü yoktur.

Dolayısıyla bilelim ki elbette Allah’ın dediği olur. Ama Allah derken acaba nasıl Allah deriz. Allah bu boyutta yaşayan bizler için, yani et kemik ve yüzde seksen civarı sudan yaratılan beyne sahip bu gördüğümüz somut beden için der ki; insana sadece çalışması vardır.

İyilik üzere konumlandırılıp varılan her nokta bir makam olduğu gibi kötülük üzerine konumlanan her nokta da bir makamdır. İşte bu noktada bilinmesi gereken ana temalardan birisi de şudur ki, Allah’a imansız bir vecihle yapılan her amel nefse mal edilir. Bu mal edişle gitgide nefsin firavunluğu güçlenir. Firavun bir şahıs ismi değil lakap veya makam adıdır. O makamda oturan kişi firavun olarak isimlendirilirdi. Ebulehebin şahıs ismi olmayıp lakap ve kötülük üzere isimlenen bir makam olduğu gibi.

İman ile yapılan eylem kesinlikle başarıya ulaşır. Şehit olmak için düşüncenin şahit olması gerekir. Daha kelime-i şahadete şahit olmamış, nerde kaldı ki o ulu makamlara şahadet. Hal’a erenler sessiz ve sözsüz bir vecihle konuşur o makamları senle. Ermeyenler ise, edindiği birkaç bilgi kırıntısıyla sanki o makamları yaşıyor gibi hava atarlar. Hava atan hava alır dostum.

Tasavvufun zirvelerini yaşayanlardan bilgi kırıntılarını (ilim demiyorum) alıp ve sonradan görmeler gibi ahkâm kesmek kişiyi bir hedefe ulaştıramaz. Bu hal’dır aziz kardeşim mal değil. Mal sananlar mal olurlar. Alınıp satılırlar. Tıpkı tarihin kirli raflarında yerini alan köleler gibi. İradelerini bir kenara bırakmış olup özüne giden yoldan mahrum olmuşlardır. Çünkü nam, şan, şöhret için yaşam alanı edinip o bilinçle hemhal olmak, arınma yolunda bir şey oluşturamaz. Aksine madde dünyası üzerinde daha çok katmerleştirir.

Hisseden kişide ne kendi kalır ne de zevk duyacak biri. Sırf ve katıksız seyir kalır. O kadar basit mi sanırsın o makamlarda yaşamayı. Bazen bir sözün söylendiği kişi ve makamda değişiklik gösterebilir. Örneğin; Bir doktor hastalığın adını ve sebebini hastaya ayrı anlatır, alan çalışması yapığı hocasına ise tıbbi ıstılahla apayrı anlatır. Hitap karşındakine göre olur. Onun bilgi seviyesinden bakışla tasvir yapılır. Yoksa fayda yerine zarar oluşur.

Muhammedi olmak tüm makamları cemetmektir. Daha başka gelişim düzeyi arayan deccala tabi olmuştur.  Yedi makamı geçen bire geri dönmelidir. Her insana ondan görünmelidir. Aslında döndüğü ilk makam değildir. Sekiz cennet kapısını açarak dönmüştür.

Kulun Rabbine olan nazı, Küçücük bir bebeğin annesine olan nazı gibidir, barışmasıdır niyazı. Bebek annesine mecbur olduğu halde annesine naz yapıp süt tutmaz bazen. Bunu Anneler çok iyi bilir. Bebeğin nazını da çeker. Bebeğin süt tutması ise bebeğin niyazıdır. Mecburdur yemeğe bebek. Yoksa aç kalır. Ama gene de naz eder. İşte budur naz makamı.

Sırrı ilahi kuluna tebessüm etti. Gel yanaş ve yakınlaş dedi. Allah hayretle kulunu izledi. Kul nefsine veda etti. Hazırım emrine ey sırrı ilahi dedi. Söz verdi Rabbine şahit oldu. Desturu kabul edildi. Niyaza dâhil oldu.

Üzülme artık ey sinelerden hissedilen ah. Unutmadı unutturmadı eyledi seni şah. Naz makamından kabul etti seni Allah. Artık akıl gibi yaz ve konuş bul salah.

Tüm hayvanlar mübarektir fenafillâh makamını yaşarlar. Ne için yaratıldılar ise, yaratılış amaçlarını noksansız olarak yerine getirirler. Örneğin, köpek çoban için en iyi muhafızdır. Ev için en iyi bekçidir. Av için en iyi silahtır.  Biz daha bir sürü uğraş vererek fenaya ermeğe çalışırız. Burada bir yanlış anlama olmasın diye şunu belirtelim; hayvanın fenafillâh olması bir kaç isimledir. İnsan ise tüm isimlere tarladır. Tüm isimler yeşerdiğinde fenafillâha ulaşır. Burası sıfır noktasıdır. Esas iş burada başlar ve Bekabillaha doğru seyri başlar.

Fiil makamı itibarıyla kişinin kullanım alanındaki gücü tükenince, Allah olaya esma makamıyla müdahale eder ve perçeminden yakalar yok eder. Ebrehe’yi perçeminden tutup yok ettiği gibi. Zat makamından gelen hitaplar için Kur’an, sırf Allah der. Sıfat ve esma makamlarından gelen hitaplar için de, biz der. Ef’al makamından gelen hitaplara ise ben sen o der. Bunları karıştırma birbirine ki Kur’anı anlamanın yolu sana açılsın. Kur’anın her ayeti başka makamdan hitaptır. Ayetlerin geliş makamlarını bilmeden Kur’ana kafasına göre yorum yapan sapıtır. Onun için eskiler ilimsiz meal okumayın derlerdi. Zaten ilimsiz meal okuyanlar ilimde terfi yapmak yerine tenzil oldular.

Cem makamı da varmış işte duyduk, öyle bir makam işte. Nasıl bir makamdır diye sorarken şunu gördük işte, bu sır verilir belki bir gün işte. Umutla göz diktik işte. Kapı açılırsa naz eden bebek gibi sevineceğiz işte. Yoksa boynumuzu büküp cemale seyre dalıp bekleyeceğiz işte. Bunun ilimle değil hakkel bir görmek olduğunu anladık işte. Bu anlama dahi yetti işte. Sukut oluştu ve isteği rafa kaldırdı işte, çünkü bildik ki istek bile uzaklık anlamını ruha nakşediyor işte. Bu nakıştan uzaklaşanlar ancak bileniyor işte.

Daha bir uykudan vazgeçemedik, o ulvi makamlar nerede biz nerede. Sadece hayalini kurarız. Her sözün de makamı ayrıdır. Birine körü körüne bağlılık sevgisi, gözleri kör eder de kişinin bilincini bloke eder. Elbette birbirimizi seveceğiz ama bir birine bloke veya kodlanmaksızın. Tek kodlandığımız kişi Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olsun.

Sadece Allah diyebilmek en büyük zevktir. Diyebilmenin başı fena makamıdır, daha öncesi lakırdılardır, daha sonrası ise beka âlemidir. Şahadet öyle büyük makamdır ki fenaya erenlere bakışı ve yolculuğu nasip olur.

İçinde ateşi yakan Malik’ten geç ki Rıdvan’a eresin. Böylece gül bahçe makamın olsun. Makamın adam gösterdiği şahsiyetin mekânı değil, adamın adamlığıyla makam ettiği mekândır senin mekânın. Geçici makam sahiplerine yağcılık yapacağına, Asıl makam sahibi ile ünsiyet kur. İşte o zaman istediğin kudret eli seni bulur.

Unutma ki makamı ancak Allah verir. O da onun indinde olup kesinlikle bize kapalıdır. Çünkü hiç kimse Allah’ın izni olmadan şefaat edecek değildir. Bize sadece yolunda çalışma var olup gayrı mülahazalar olamaz.

Şimdi de Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra yeryüzünde devam eden manevi makamlardan bir nebze bahsedelim. Öylece bu konuyu da inşallah noktalayalım. Hem bilelim ki bu makamlar her kişi için açık olup kimse ile de sınırlı değildir. Her çalışan insan bu makamlara kadar yükselebilir. Tıpkı üniversite sınavında birinciliğin bir kişiyle kayıtlı olmayıp en çok doğru cevabı veren kişilerin birincilik koltuğunda otura bilmeleridir. Bunu bazen bir kişi değil, on kişi dahi elde edebilir. Çünkü birincilik bir makam olup en çok soruyu yanıtlayanların elde edeceği bir konağın adıdır. Bunu da böylece sunduktan sonra konuya dönelim.

Öncellikle bilelim ki Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yeryüzüne teşrifiyle, rasullük makamı asıl sahibi ile buluşmuşken ve nebilik ise son bulmuştur. Nübüvvet makamına Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile mühür basılmıştır. Rasullük makamı makamların en üstünü olup, o makamın olup asli sahibi de odur. Diğer üç yüz on iki rasul dahi ondan nurlarını almışlardır. Toplam üç yüz on üç rasul tane rasul insanlık ile buluşmuş olup, aslında tek ruhturlar. Aynı koruda aynı müziği çalan birçok sanatçı gibi yekvücut olup aynı gerçeği haykırdılar. Sahip oldukları makam itibarıyla arlarında hiçbir fark yoktur. Risaletin evveli onun nuruyla var olup, sonrası da onun sedasıyla sonlanmıştır. Rasul Allah’ın doğrudan doğruya elçisidir. Kendi mübarek cesetlerinden ruhi muallâları ayrıldığı zaman rasulluk ve nebilik son bulup velayet makamı ile o ulvi nur dünyada insanlar arasında kıymete kadar baki kaldı.

Rasulluk makamı en ulvi makamdır. Her rasulluk makamı sahibi olan kişi hem nebilik hem de velilik makamlarının da sahibi oldu. Velayet makamı Rasulullah efendimizden önce yoktu. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden önce insanlığı uyarmak icap ettiğinde, nebilik makamından bir kişi Allah tarafından görevlendirilir ve insanları uyarırdı. Allah’ın değişmez dini insanlar tarafından bozulduğunda veya Allah daha önce koymuş olduğu bir hükmünü değiştirdiğinde, yeni bir rasul görevlendirir ve insanlara gerekli esaslar yeniden sunulurdu. İşte tüm sunum Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ile son buldu. Artık onun nurlu yolunu insanlara anlatacak ve aktaracak zevatlar ile insanlar kuvvet buldu. İşte bu yola da velayet yolu dendi.

İnsanlık devam ettikçe vilayet makamı da devam eder gider. Bu velayet makamının en zirvesinde bir ğavs makamı bulunur. Ğavs demek her türlü şeyde teveccüh edilen makam demektir. O makamdan bakışta, tüm canlılara sadece merhamet yansıması vardır. Çünkü insanlığa açık tutulan bu makam vasıtasıyla, Allah’ın yardımından ve rasulullahın şefaatından medet umulur. Ğavs kelimesinin geliş yeri ise, Arapçada ğavvas diye kullanılan su dalgıcı kavramından devşirerek gelmiştir. Hakikati ise, muhammedi ilim denizine dalıp insanlığa muhammedi cevherleri sunan, hakikati muhammediye ye ayna olup insanı kâmilin makamına yükselen nadide insanlardır.

Her asırda ğavs makamının asli sahibi vardır. Rasulu Ekrem efendimizin varisidir. Rasulu Ekrem tarafından izni ilahi ile seçilir. Ğavs makamına yükselen kişilerin bulundukları mekânlar nazari ilahiye ye müteveccihtirler. Allah’ın nazarının müteveccih olduğu bu mekânları bilenler vardır. Ğavs makamında olan kişilerin yeri ve mekânı insanların geneline malum değildir. Bu makamın bir tarafında seyir âlemi melekûttan dünya âlemine ve mülk âlemine bakış eden abdulmelik isminde makam bulunur. Allah’ın mülkünden melekûttan tüm yaratılan yedi tabaka yeri seyir içine alır. Diğer tarafında ise, abdurrab denilen seyir âlemi melekûttan yedi kat semavata bakış eden makam bulunur. Bu iki makam ğavs makamından sonraki iki makamdırlar. Buraya kadar yükselen kişiler de çok nadide insanlardır.

Abdurrab adında bakışı âlemi mülke olan abdulmelik abdurrab’dan daha efdaldır. Birde Abdullah makamı vardır. Bu makam, ğavsın önünde bulunur. Bu makam bazen hilafeti maneviye şeklinde tecelli eder, bazen de hilafeti vücudiye yani cesedi olarak yer alır. Yani Abdullah makamında olan kişiler, bazen manevidir, bazen de zamanında bir sultan veya kimsenin gözüne çarpmayan basit gibi görünen şekilde insanlarla iç içe olarak yaşayan mübarek bir zatlardır. Bilelim ki tüm bu makamlar her kul için açık olup nasip ve kısmet dâhilinde ulaşılır.

Ğavsa makamına bağlı kuzeyde abdulmerid, güneyde abdulkadir, doğuda abdulhay, batıda abdulalim denilen dört makam bulunur. Bu makamlara evtad derler. Halk arasında dörtler diye bilinirler ki aslında dört makamdır. Bazen bu dört makamda sadece dört kişi değil daha çok kişi de olabiliyordur. Ama mana yapıları her makam kendi içinde aynı olup hakka teveccühleri çok yoğun olmuştur. Bu makamlarda olanlar Kâbe’de daima ruhen bulunurlar. Bazen de Kâbe’de bedenen toplanırlar.

Dörtlerin makamından sonra kırklar makamı vardır. Kırklar makamı üst manevi makamdır. Birde yediler makamı ve üçler makamı vardır. Bunlar ümmidirler. Tüm ilimleri vehbi olup âlemlerde parıldayan manevi ziynet gibidirler.

Hakkın onlara nazarı rahmaniyetten olup onlar âlemlere abdurrahman nazarı ile nazar ederler. Sürekli niyaz ederler. Hiç kimse ile alakadar olmazlar. Yaratılmışlara onlar, sadece rahmet ile yönelirler. Rahmetle yönelen ümmi bir kul sana rastlarsa, ona karşı edep ile içinde ol ve kendin için ganimet bil, zira kullar var kuldan içeri.

Üç yüzler makamı vardır ki genelde bu makama ulaşanlar üç yüz on üç kişi civarı olup edindikleri mekânlar, nüfusları yoğun olan şehir merkezleridir. Üç binler makamı vardır. Bu makamdakiler genelde kendi hallerinde olup belli bir mekâna tabi olmadan, halka hizmet esaslı olarak niyaz ve tattadırlar.

Bunların bazıları insanları aydınlatma ile meşguldürler. Bazıları kendi derunlarına çekilmiş olup Allah’a kulluk halinde huşu içindedirler. İtaat ve ubudiyetlerinin mükâfatı olarak bu makamlardaki insanların tümü veli makamındadırlar.

Birde Allah’ın kullarından meczup ve mecnunlar vardır. Bunlar kendilerini ilahi aşka kaptırıp daimi cezbe içindedirler. Koyuldukları mana yolundaki ilimsizlikten veya sahipsizlikten dolayı bu mana yolunda dengeyi kaybetmişlerdir.

Hem hakikatin derin mücevherleri karşısında tahammül edemediklerinden hakikat yolundan şaşırmışlardır. Bunlar derin bir hataya düşmüşlerdir. Ama bunların akıl melekeleri kaybolduğundan, Allah’ın katında affedilmişlerdir. Bunlarla yemek yenilmez, hem elbiseleri giyilmez, hem de sohbetlerine gidilmez.

Çünkü bunların akılları başlarında olmadığı için şeriat-ı garra-yı muhammediye ye ters bir kelamda bulunabilirler. Senin aklın başında olduğu için, sen o konuşmadan mesul olurken, onlar akılları uçup gittiği için mesul değillerdir.

Sen de onlara takılıp günaha dalabilirsin. Aklını ve imanını koru. Aklını ve imanını götürecek maddi veya manevi bir etkene kendini maruz bırakma.

Bil ki, tüm bu makamlar sen de var olup ulaşabildiğin son nokta ile sonsuz hayatını yaşayacaksın.

Makamlara kısaca değindikten sonra, bu konu ile bu kitabı burada noktalıyoruz.

Unutma ki, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz ilmin şehriydi. Hz Ali ra ise ilim şehrinin kapısıydı.

Bizde deriz ki, Hz. Ebubekir ra ilim şehrinin suru, Hz. Ömer ra ilim şehrinin tabanı, Hz Osman ra ilim şehrinin tavanı, Hz Hasan ra ile Hz. Hüseyin ra ise ilim şehrinde açılan gonca güller idi.

Onlara ve onların temiz nesline uzanan eller sonsuza dek lanetlendi. Onları ve onların neslini seven ise, imanını kaleler içine alıp korunaklı yaptı. Tümüne selam olsun.

Onlara layık bir ümmet olma arzu ile…

Aziz kardeşim; sabırla sendeki saklı olan hazineyi sana sunan elindeki bu eseri okuduğun için seni tebrik ediyor, yeni bir eserde buluşmak üzere seni rahmeti rahmana emanet ediyorum.

Yorum yapın