ZİKİR SANA CANDIR
Aslında dışarıda bir şey yok mu?
Bazıları uyanınca kimsenin olmadığını anlayacaksın diyorlar, bu görüş doğru mudur?
Dışarımızda yer alan yıldızlardan içinde bulunduğumuz dünyamıza kadar her bir şeyin, dimağımızın ve şuurumuzun oluşturduğu hayallerdir şeklindeki varsayımlardan yola çıkarak, tüm görünenler halüsinasyon gibi olup gerçeği yansıtmıyor mu?
Her şey beyinle ilgili veya nöron aktivitesi ile mi oluşuyor?
Genetik bir manevi akıntı var mıdır?
Normal kınama ile zulmü kınama aynı mı?
Bizdeki her şey Esmâ-i hüsnâ’ın dokuması ile oluşup bize yansıyorsa ve biz kötülük de edebiliyorsak, o zaman -hâşâ- temiz olmayan Esmâ-i hüsnâ mı? Allah’ın seyri kendinden kendine ise, o zaman kesret âlemindeki kargaşaların hakikati nedir?
Yaptığı zikirlerin sonuçsuz kaldığını düşünen kişiye bir umutsuzluk çöküyor ve her şeyi terk etmek istiyor, kişinin yaptığı zikirler sonuçsuz kalır mı?
Bu bedenle ilgili bir işaret veya iz ölüm ötesinde olacak mı, yoksa bu beden tümüyle kaybolup yeni bir beden mi verilecek?
Düşünce dünyamızda oluşan bu sorular üzerinde biraz tefekkür edelim…
Her şey şuurumuzda oluşan halüsinasyon yani var sanma gibi düşünülebilir. Ama bu var sanı çok daha değişiktir. Zira bizdeki var sanı hayal ürünümüzken, her şeyin var sanısı bizzat fiiller âlemindeki yaratım tecellisiyle varlık alıyor. Hayallerdeki sanılarımız sanı olarak kalırken, fiiller âleminin zuhuru olan kesret âlemindeki varlıklar bilfiil can taşırlar. Ama halüsinasyon derken, gerçek olaya yaklaşmak için bu tabir kullanılır.
Her ne kadar halüsinasyon gibi olsa da, bu halüsinasyon hali, fiiller âleminin oluşturduğu kesret âlemine göre var olan bir halüsinasyon değildir. Çünkü sen ebeden var olacaksın ve içinde var olduğun dünyanın hükmüne tabi olacaksın. Dünyanı cennet etmek veya cehennem etmek; ikisi de senin elindedir. Varsın biri halüsinasyon desin. Sen varsın, gerçeksin, ebeden yaşayacaksın ve sanal benliğin de hiçbir zaman yok olmayacaktır.
Görünen tüm varlıklar afakımızda yer alıp bizzat her varlık olduğu yerde vardır. Kılıf ve kılık değiştirse de bu varoluş hep olacaktır. Biz uyanınca bizim açımızdan hiçbir şey değişmeyecektir. Kişi tüm enerjisiyle ve sanal benliğin verdiği varlık gerçeği ile sonsuza kadar yaşayacaktır. Sen yoksun, o yok her şey hayal gibi, söylenen sahte sözlere aldırış etmeden, çalışmalarımızdan asla feragat etmemeliyiz.
Her şeyi beyinle ilgili ya da nöron aktivitesi olarak düşünürsek büyük hata ederiz. Zira gören ve hisseden ruhumuzdur. Ruh kalbi, beyni ve diğer organları kullanarak adeta tüm organlarla bütünleşerek dünya ile irtibatta olur. Onun için de ruhlarınız bedenleriniz, bedenleriniz ruhlarınızdır denmiştir.
Ruh; tüm organlarla bütünleşik olduğundan, materyalist bakışlar tüm olguların bedenin organlarında olduğunu zannederek tüm tedavileri ve değerlendirmeleri ilgili organ üzerine uygularlar. Oysaki insan sağlığı üzerinde yapılan tüm fiziki uygulamalar, ancak yüzde ellinin altında etki yaparken, ruhi dokuma her zaman önde olmaktadır. Bedeni ayakta tutan ruhtur. Ruh çıkınca, artık beden bir ceset olmuştur. İnsani tüm duyguları hatta ismini dahi alıp götürmüştür.
Ruhlar bir birine ayna haldedirler. Örneğin tahiyattan sonra okunan salâvatlar ile ruhumuz, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin ruhuna bakar olur. Öylece aynalama yapıp, bizde oluşan insanların ve cinlerin sadrımız yani bilinç dünyamız üzerine yönlendirdikleri zihinsel fikir oklarının oluşturdukları kirlenmelerini temizleyerek arınmamızı sağlar.
HU işaret zamiri ile işaret edilen mutlak zatın senden temaşası kadar sen diğer varlıkları temaşa edersin. Sen dünyada HU işaret zamiri ile işaret edilen mutlak zat adına değil, kendi adına temaşa edersen, kıyamet günü kitlenir ve hiçbir bakış yapamazsın. Buna da, cehennem hayatı denilmiştir. İşte biz Allah’a iman ederek yaptığımızı onun adına seyir edip onun adıyla işleyerek kitlenmekten kurtulmuş oluruz. Bunu da ancak Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize salâvat okuyarak aktive ederiz. Bunun için de ayette bize salâvat okunması emredilerek farz kılınmıştır.
Normal kınama ile zulmü kınama aynı değildir elbet. Ama zulmü kınama yaparken bile, ben olsaydım yapmazdım düşüncesi olmamalıdır. İşte bu düşünceler bizi sınava tabi tutulmak üzere programlar. Onun için olabildiğince yargılamalardan uzaklaşarak Allah’ın yarattıkları üzerinde değerlendirme yapmak zorundayız. “ŞAKİ”den ibret alıp şekavete düşmemek için ders çıkarmalıyız. Yoksa durup dururken kendi başımızı derde sokmuş oluruz. İşte bu bilince ermek için de zikirlerden eman vermeden günlük çalışmalarımızı tamamlamaya gayret etmeliyiz. Yoksa bilgisini bildiğimiz halde, yaşam alanında uygulama yapamadan yaşayıp gideriz.
Bizim enfusi oluşumumuzdan afakımızda yer alan her bir varlık üzerine ışıldayan tüm yansımalar; Esmâ-i hüsnâ ile tanımlanan Allah’ın özelliklerinin, varlığımız olarak mahal bulan ferşimiz üzerinde yaptığı dokuma sonucu oluşur. Biz kötülük de yapabiliyorsak, içsel fonksiyonlarımızın aktivitesi kadar yapıyoruz. Varlığımızın hamurunu oluşturan içerik elbette tahirdir. Ama tertemiz olan hamurumuzun içeriğini, et kemik bedenin hevesleri ile yoğrulmuş bir şekilde dizayn edersek, yani rububiyet alanımızı heva ve heveslerimize göre terbiye yaparsak, o zaman bizden açığa çıkan durum, azaba götürücü bir şekilde pozisyon alacaktır.
Kişinin fıtratının düşünsel alanını genetik kalıntı belirlemez. Nesilden nesile aktarılan genetik akıntı diye bir şey yoktur. Herkes İslam fıtratı ile dünyaya gelir. Buna en büyük delil ise, ilk insanın ilk iki çocukları olan Kabil ve Habil olayıdır. Zira Kabil’in hiçbir geçmişi olmamasına rağmen, babası dahi peygamber olmasına rağmen, kardeşini öldürebildi.
Her bir insan, insani varoluşta var olan ve Hz. Âdem’den nakledilen tüm özellikleri hami ve cami olarak dünyaya gelir. Yaşamında İslam fıtratını kendine program yapan ise kurtulur. Kişi sahip olduğu İslam fıtratının öz programını ve süre giden yaşamını, bozuk ve yanlış yönelişlerle Allah’ın razı olmadığı bir programla düzenlerse, kaybeder. Ayeti kerimede Allah şöyle buyurur; “O hâlde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et…” (Rum, 30/30) İslam fıtratını bozmak ise, kişinin en yakın çevresi ile başlar. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz; “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” Buyurmuştur. (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)
Ayet ve hadisten anlaşıldığı gibi kesinlikle bilelim ki; genetik akıntı diye nesilden nesile akıp gelen bir fikriyat söz konusu olamaz. Her kişi fıtrat üzere dünyaya gelir. Annesi, babası ve çevresi kişinin bilinç dünyasının şekillenmesinde örnek olurlar. Genetik kalıntı bizzat çocukla mecz olarak, ruhunu kirleterek, dünyaya kirli ve günahkâr gelmesine neden olmaz. Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenip çekmez. Genetik kalıntı, sadece et kemik bedenin şekillenmesinde etkili olur.
Fatır suresi 18. Ayete bakalım; “Yükü ağır olan onun taşınması için çağırsa en yakını bile olsa ağırlığından bir şey yüklenemez. Sen ancak görmediği halde Rablerinden korkanları ve namazı dosdoğru kılanları uyarırsın. Kim temizlenirse o sadece kendisi için temizlenir. Dönüş Allah’adır.” Ayeti dikkatli incelediğimizde, hiçbir insan diğer bir insana herhangi bir günahını yükleyemez, velev ki en yakını olsun. Yani genetik kalıntılar ile bebeğin fıtratının bozuk bir şekilde dünyaya gelmesi söz konusu değildir. Ama bebek; dünyaya geldikten sonra anne ve babasından başlamak üzere, onun en yakınları ve bebekle ilgilenenler, bebeğin sadrına yükledikleri düşünsel fikir okları ile, yeni doğan bebeğin düşünsel yaşamını etkiler. Sonra bu etkileme peyderpey genişleyerek devam eder. Zira çocuk büyüdükçe çevresi ve muhatap olduğu kitle de genişleyecektir. Öylece şekillenmesi devam edecektir. Bunun en büyük delili ise, Nas suresidir.
Rabbimiz Nas Suresinde mealen şöyle buyuruyor; “De ki: Cinlerden olsun insanlardan olsun, insanların kalplerine vesvese sokan sinsi şeytanın şerrinden insanların Rabbine, insanların malikine, insanların ilahına sığınırım!” Demek ki daha bebek doğar doğmaz gelen insi ve cinni vesveselere maruz kalır. En yakın vesveseler ise, öncelikle anneden sonra da babadan gelir. Hangi fikir İslam dışına kaymışsa, o fikir şeytanidir. İşte anne baba başta olmak üzere çevresi de yeni doğan çocuğa aşırı sevgiyle bakmaya başlarlar. Bu aşırı sevgi, anne babanın düşüncelerinde olan meleki fikirleri yüklediği gibi, şeytani fikirleri de o çocuğun kalbine yönlendirir. Tertemiz fıtrat daha o zaman değişmeye başlar.
Aynı olay sütanneleri için de geçerlidir. O yüzden sütanne seçersek, itikadı ve ahlakı temiz olan kişileri seçerek, bebeğimizin ilk yıllarını saf tutmaya gayret edelim. Örneğin çocuk sütünü içtiği kadına da benzer. Çünkü ilk iki yaşında sütannenin sütünü emmeye başladığında, o anda aşırı bir bağ kurulur. Süt annede İslam dışı yönelimler varsa, otomatik olarak çocuğa da yüklenir. İşte onun için, bilelim ki, her çocuk temiz doğar ama çevre, çocuğu adım adım kirletir. Ama günahlar takriben on beş yaşına kadar yazılmaz. Çünkü daha iradesi gelişmemiştir. Buluğ olmasıyla yönlendirici irade oluşmaya başlar. Genetik kalıntı diye bize yutturulan materyalist Müslümanlığın, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin hadisiyle gerçek olmadığını gördük ve dilimiz döndüğünce de izahını yaptık.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin neslinden gelen seyyidlik ve şeriflik durumunu da az düşünelim. Burada da genetik kalıntı akmaz. Ama şunu unutmayalım ki, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin ilk bakış attığı Hz. Fatima (ra) ile nübüvvet nazarı, onun neslinin geleceği ruhaniyete işlemiştir. İşte o bakış, Hz. Fatima (ra) annemize işlemiş ve o nazar yeni doğan bebeklerine anneden sirayet etmiştir. Aynı sirayeti Hz. Hasan (ra) ile Hz. Hüseyin (ra) da bebeklerine yapmış ve bu bakış, silsile ile devam edip günümüze kadar gelmiştir.
Yani seyyid ve şerif olan kişiler, nefsine uyup günaha bulaşsa da, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden silsile ile devam edip gelen nübüvvet nazarı devam etmektedir. Hz. Hasan’ın (ra) çocuklarına ve torunlarına Şerif, Hz. Hüseyin’in (ra) nesline de Seyyid denilmiştir. Bunun sebebi de Hz. Hasan (ra) altı ay halifelik yaptığından onun nesline büyüğümüz anlamında seyit denilmiştir. Hz. Hüseyin (ra) ise hilafet yapmamıştır. Onun için de çocuklarına şeref sahibi anlamında şerif denilmiştir.
Günümüzde halk arasındaki kullanımda şerif veya seyyid farkı ortadan kalkmış ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin tüm nesline seyyid denilmektedir. Peygamberimizin neslinden olana hürmet ettiğimizde, onlarda var olan nübüvvet mührünün sahibi olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin nazarı bize de sirayet edecek, öylece kalbimize güzellikler yansıyacaktır. Akıl bunu kabul etmeyebilir. Ama işin hakikati üzerine inat yapılmadan derin tefekkür edildiğinde, olayın hakikati kalbe ledünni bir ilim olarak akacaktır. Yani Seyyid olmak da genetik bir durum değil tümüyle doğum sonrası oluşan nübüvvet nazarıyla tecelli oluştur.
Şu iki nâkile kulak verip konumuza devam edelim; Hz. Enes’den nakledilen bir rivayete göre, Hz. Peygamber’e (sav), “Al-i Muhammed kimlerdir?” diye soruldu, o da: “Her takva sahibi olan kimsedir.” buyurdu ve ilave olarak da “Allah’ın velileri ancak takva sahibi olan kimselerdir.” (Enfal, 8/34) ayetini okudu. (Taberanî, el-Evsat, 3/338/ h. no: 3332)
Doğru rivayetlerin yanında, yanlış bilgilerin de bulunduğu “Nehcü’l-Belağa” isimli eserde, Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen şöyle bir söz vardır: “Muhammed (sav)’in gerçek dostu, isterse soyu ona ulaşmasın, Allah’a en fazla itaat edenidir. Muhammed (sav)’in düşmanı da isterse soyu ona ulaşsın, Allah’a isyan edendir.” İşte bizler, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin soyundan gelenleri sever, sayar ve hürmetle anarız.
Anne babanın nazarı onlar için de mevzubahistir. Çünkü Hz. Ali (ra) ve Hz. Fatma (ra) Çocuklarına nübüvvetin verdiği feraset bakışıyla baktılar. Ve bu bakış müteselsilen günümüze kadar devam etti. Kıyamete kadar da devam edecektir. İşte o nübüvveti bakış, seyyid ve şeriflerde hâlâ vardır. Farkında olmasalar da vardır. O yüzden onlara hürmet edildiğinde, doğal olarak onlar da rahmet nazarıyla bakacaklarından, bizim lehimize olacaktır. İşte seyyid ve şeriflere hürmet bunun için önemlidir. Çünkü nübüvveti bakış, anne ve babadan sirayetle, onların bakışında devam edip gelmektedir. Ayrıca seyyid ve şerif olanlar, eğer İslami bir hayat tarzı yaşamıyorsa gene de nübüvveti nazar hürmetine onlara rahmet kanatlarımızı sermeliyiz. Onları üzmemeli ve hürmet etmeliyiz. Zira onlara kalben derin bakışla bakıldığında nübüvvet bakışını onların bakışları arasından sezersin. Kendileri bunun farkında olmasalar da hakikat böyledir.
Bu izahatlardan sonra bilelim ki, insanın manevi yönde İslam fıtratıyla bezenmiş olarak dünyaya gelmesi genetik kalıntı değil, sonradan bize yüklenen haletlerdir. Çünkü genetik kalıntı olsaydı her çocuk temiz fıtrata uygun doğamazdı. Bu durum herkeste aynı olduğu gibi, seyyidlerde dahi aynıdır. İmani kuvvenin ve kişinin birimsel olarak düşünsel alanında genetik aktarım yoktur. Genetik aktarım sadece fiziksel olarak kişinin zahirinde yani bedensel olarak tecellisi oluşur. İnsan yetişme şartlarına ve içinde bulunduğu ortama tabi olarak olarak gelişir. Genlerine göre zihinsel bir fonksiyon asla aktarılmaz. Örneğin Ebu Leheb ve diğer kardeşleri, Hz. Yusuf as ve kardeşleri gibi. Hz. Nuh as ın oğlu ve Habil ile Kabil aynı genetiğe sahip ama biri katil öteki melek huylu bir hayatiyet. Görüldüğü gibi biri nuraniyette zirve yaparken diğeri narda kalabiliyor. Genetik olarak bir şeyin akmayacağının kanıtı olarak bu örnekler önümüzdedir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin kendisini taşlayan kâfir olan kişiler için, çocuklarının soyundan mümin insanlar doğar diye Cebrail’i durdurması, kişi bazlı oluşan Allah’ın değişmez fıtratını bize göstermiştir. Hz. Cebrail aleyhisselam, o kâfirleri yok edeyim mi deyince, hayır onların soyundan müminler doğar diyor. Demek ki genetik olarak değil, tümüyle afaktan bebeğe ve insanlara oluşan bir etkileşimle, insanlığın manevi şekli kıvam alır. Ebû Hüreyre’nin (ra) naklettiğine göre, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi yahut Hıristiyan veya Mecûsî yapar…” (B4775 Buhârî, Tefsîr, (Rûm) 2; M6755 Müslim, Kader, 22
Genetik kalıntı şeklinde kulaktan dolma şehir efsaneleri, hakikati yansıtmamaktır. Velhasıl her kişi İslam fıtratı ile doğar, daha sonra da şekillenir. Sadece biz değil yaratılan her bir varlık, öz cevherinin oluşumunu, bir katre nurun dörtte birini oluşturan ferşin üzerine, her birimin yapısına göre Esmâ-i hüsnâ ile işaret edilen ilahi kuvvelerin, bileşke şeklinde oluşturdukları dokuma ile mevcudiyetleri oluşmaktadır. Her bir varlık, kendine göre bizzat temizdir ve var oluş planında en mükemmel şekilde işlevini yürütmektedir. Ama biri diğerine göre azap vesilesi olabilir. İblis bile, Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin kendine özgü bir şekilde ferşin üzerine var oluş planı çerçevesinde varlık fıtratının dokuması sonucu var edilmiştir. Bu var ediliş olayı, tüm yaratılanlar için aynıdır. Değişen ise, ferşin üzerine yapılan dokumanın kıvamı ve kuvvelerin baskı şiddetidir. Öylece birbirinden farklı sayısız mahlûkat oluşmaktadır. Örneğin; domuz da Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin dokumasıdır inekte… İslam’da inek eti helal edilmiş ama domuz eti haram edilmiştir. Çünkü inek eti beden ve ruhaniyetimize zarar vermezken, domuz eti bize zarar verir. İçsel ayarlarımızı bozup melekuti katmana inmemize engel olur. İşte bizzat hiçbir şey kötü olmayıp, kötülük göresel olarak tezahür eder.
Allah’ın seyri kendinden kendinedir denildiğinde, bu seyri kendi bakışımız gibi algılamayalım. Bu tabir olayı izah için söylenmiştir. İşte bu seyrin ne olduğunu anlamadığımızdan, fiiller âlemindeki çatışmaların içinde insanın aklına bin bir türlü düşünceler gelip gidiyor. Kapışmak temiz olanı ayırmak ve karanlıktaki aydınlığı keşfetmek içindir. Asıl olan aydınlıktır. Işığın az olduğu yer ise karanlık olur. Işığın tümüyle bittiği yer ise zülumat yani kapkaranlık olarak tabir edilir.
Nefsimiz de öyledir. Tüm Esmâ-i hüsnâ’ların dokumalarının oluşturduğu boya bizde mevcuttur. Kişi kendisini aydınlığa götürecek Esmâ-i hüsnâ’ların dokumalarını karartırsa, karanlıkta kalarak cani olur. Çünkü ferşi olması gereken gibi dokuma almamış ve kaybedenlerden olmuştur. Düşünsene Hadi’nin dokuması kapalı, Nur’un dokuması kapalı, Mü’min’in dokuması kapalı, Kuddus’un dokuması kapalı, Hâkim’in dokuması kapalı, insan adeta canavar olup çıkar. Her tarafla çatışır durur. İşte bu çatışma kesret âlemindeki oluşlardır. Bu çatışmaların Allah’ın zati ile ilgisi yoktur. Onun için de kişinin, Allah’ın istediği şekilde kendisini ıslahı şarttır. Yoksa çatışan ve kaybeden gene de insanın kendisi olacaktır. Allah böyle şeylerden etkilenecek de değildir. Allah için sadece yarattıkları vardır. Yarattığı insanı çok sevdiği için de heder olmasını istemez.
Yaptığımız zikirlerin sonuçsuz kalması düşüncesi tümüyle şeytani bir vehimdir. Şeytan öylece bir umutsuzluk inmesi için, kişiyi vesveselere boğmak ister. Öylece kişinin her şeyi terk etmesini ve karamsar olmasını hedefler. Kişinin yaptığı zikirler asla sonuçsuz kalmaz. Yapılan tüm zikirler için garanti veriyorum ki, aksatılmadan devamı halinde kesinlikle sonuçsuz kalmaz ve inşallah insanın içini kesinlikle pırıl pırıl eder. Çünkü bu bir soyut oluş olduğu için, gözle görülecek bir şey yok ki üzerinden örnek gösterelim. Dolayısıyla bu bir imani mesele olup kişi ancak inanıp yola koyulur ve hedefe varır. Sen yoluna takıntısız devam et. Aldırma vesveseye. Tüm kapıların açıldığını göreceksin.
Bu dünyanın mamülü olan et kemik bedenle ilgili tüm izler, yani et kemik bedenle haşir neşir olan, dünyanın besiniyle beslenen ve et kemik bedenle kaim olup, et kemik bedenin ölümüyle kıyamete kadar bizim bineğimiz olacak olan ve kendisine ZEN diye de işaret edilen ikinci bedenimiz olan ruhumuz, kıyamet günü yok olacaktır. Kıyamete kadar berzah âleminde üzerinde tutunarak yaşamımızı sürdüreceğimiz ruh bedenimiz bu et kemik bedenin mahsülüdür. Dolayısıyla ruh bedenimiz de et kemik olan ve şu an kullandığımız bedenimizin mahsülü dünya hammaddesinden öz cevherini edinerek yaratılmıştır. İşte bu ikinci bedenimiz de kıyamet günü yok olacak ve bilincimiz yoluna sıfırdan yaratılan bir bedenle devam edecektir.
Ayete göre nasıl ki, dünya bedeni sıfırdan var oldu ise, kıyamet günü yaratılan bedenimiz de, o ortama göre sıfırdan var olacaktır. Ve benliğimiz o bedenin içinde yer alacaktır. Dünyadan sıyrılmış yeni bedene, ana rahmindeki ruh üfürmesi olayının benzeri, bilincimize yeni bir beden giydirilecektir. Kıyamete göre bir beden olacaktır. Düşünsenize Güneş bir mil yakın. Alevler içinde kalan dünya… Cehennem her tarafı kuşatmış ve dağlar havada uçuşuyor olacaktır. Şiddetli sarsıntılar olacak ve tüm yeryüzü cehenneme gömülmeye hazırlanacaktır. İşte ortama göre bir beden olmazsa ve şimdiki et kemik beden ile orada olursak, yok oluruz. At bu et kemik bedeni iki bin derece yanan fırına, ısıya dayanamaz ve erir biter. Ya kıyamet sıcaklığı, işte çok daha dehşet olacaktır. Oranın bedeni ayrı olacaktır. Cennete giden de ise, o beden de ölecek, kendisine nur beden verilecektir. Cehenneme gidene de nari ortam ile uyumlu bir beden verilecektir. Öylece zamansızlığa merhaba denilecektir.