YAŞAMINDA DERİNLEŞ
İlim sırf biliştir, ilim salt okunuştur, ilim Allah’ın ilmiyle ilimlenip olup som oluştur. İlim salt ve katıksız olmakla beraber kesin ve nettir. Bilim ise, ilimden insanın aklıyla tespit ettiği kadarıdır. Bilim ile ilim kesiştiği anda ilmel yakin olur. Eğer ki bilim, ilim ile aynı noktaya gelirse, bilim amacına ulaşmıştır, yoksa yarı yolda kalmıştır. İlim kesinlikle değişmez olduğu halde, bilim asırlardır ki, çıkan her yeni teorinin ertesinde başka bir teori ile unutulmuştur. Hatta hatta çıkan yeni teoriye sahip çıkanlar, önceki teoriyi ortaya koyanlara gülmüşlerdir. Ama ilmin sonsuzluğu karşında hayrete dalanlar, içinde katan çırptıkça daha derinliklerine dalmışlardır.
Ama her ne hikmetse, bilimin sayfalarında ve teorileri arasında gidip gelen kitap ehli, mutlak ilme karşı ekseriyetle kör ve sağır kesilmişlerdir. İnada binmiş ve ilmin hakikatine gözünün ucuyla bakıp uzak durmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Hatta hatta ilme sahip çıkanları gerici diye yaftalamışlardır. Bu da nefislerinde barındırdıkları kibirlerinden dolayı olmuştur.
Oysaki sadece bilimi kabul edip ilimden uzak olmaya çalışanlar, beş duyu ile seyredebildikleri arasında mahpus olarak yaşama terk edildiklerini fark etmekten uzaklaşmışlardır. İlim, sonsuz ve sınırsızın bize akıttıkları olduğu için, akıl her zaman tümünü kavrayamaz. Onun için ilim imana hitap eder, iman ise akla teklif edilir ve ilmin mahsulü olan yaşam ile özdeşleşir. Bilim ise direk akla hitap eder. Bilimin mahsulü eğer ilim ile kesişmezse felsefe ile özdeşleşir. Felsefede kalan bilim ise, gerçek yaşamda karşılığı olamaz. Teorilerde ve ders kitaplarında okunmasıyla kalır. Okuyan öğrenci ise, dersi geçmek için okur, ezberler ve dersini geçer. Daha sonra ise unutur. Çünkü yaşam alanında karşılığını bulamamıştır. Ama ilim ise, yaşamın bizzat kendisi olduğu için, ilme kanat çırpan, onu hayat tarzı edinir ve öylece içselleştirir.
İlim değişmezdir ve neyse odur. Allah’ın mutlak olarak seyri ile insanları da bu seyre davet eder. Bilim ise, değişkendir ve sürekli doğruyu arar. Aklı kullanıp Allah’ın seyrinin içeriğini çözmeye çalışır. Hele hele imansız olarak olaya bakıldığında, Allah’ın ilminden seyir ettiğine de kendince isimler takıp Allah’a aidiyetini bile inkâr edebilir. Oysaki tümünün kaynağı, Allah’ın ilminin seyrinden başkası değildi. Bilim hata edebilir ama ilim asla. Çünkü ilim direk peygamber vasıtayla birinci elden ulaşmıştı. Bilimde ise, akli çalkantılar sonucu olanı değerlendirmeler mevzubahisti. Bilimi geride bırakıp ilmi kendimizde hissettiğimiz anda, Ayn-ül-yakîn hali oluşur. Hissiyatta derinleşip hak ile buluştuğumuzda ise, Hakk-ul-yakîn hali gerçekleşir.
İlimden ışıltılar sezip bilim olarak insanlığa sunmak ayrıdır, ilimle yaşam bulmak ise, apayrıdır. Mutlak ilmi yaşam tarzı edindiğimiz oran, bizi insanlığımıza taşır. Yoksa bedenen insan olduğumuz halde, ruhen insanlık yolunda adaylığımız süre gider. Adaylık kalkmadan asalet oluşmaz. Allah adıyla müsemma olanı bilmek için, yani olayı çözüp rabbimize doğru emin adımlarla yürümek için, öncelikle bilim ile ilim farkını fark etmemiz gerekir. Bunun farkını inşallah hep beraber yazılan satırlarda gözümüzü gezdirip, her satırın karşılığını sadrımızda bularak öğrenelim.
İlim Allah sıfatıdır ve Allah’ın her bir sıfatı gibi sonsuz ve sınırsızdır. Tüm varlıklar, varlığını ondan yansıyan ilimden alır. Ondan yansıyan her ilmi yapıyı inceleme ve değerlendirme iradesi bağışlanan insan, varlıkları ayakta tutan ilmi yapıtı öğrenmek için, kendisine bağışlanan akıl vasıtasıyla ilmi yapıyı adım adım inceler. İşte aklın bu inceleyip ilme ulaşma adımlarına bilim denir. İşte biz, varlığımızın ve tüm varlığın Allah’ın ilmiyle ilminde ilmi suret olarak var olduğuna iman ettiğimizde, yaptığımız her bilimsel çalışma da ilmi seyre dalacağız. Yoksa ilimdeki deruni yapıdan seyirsiz ve kopuk kopuk değerlendirmelerde bulunacağız. Bu da bizi hakikatten uzaklaştırdıkça uzaklaştıracaktır.
Seyir ilerledikçe kendi yapımızın dahi ilmi suret olduğunun seyrine dalmaya başlarız. Seyir tamamlanınca ise, kendimize gelir ve deriz ki; hayret! Her şey gibi ben de, onun ilmiyle ilminde ilmi suret alarak var olmuşum. Benim ilmi yapıların oluşturduğu varlıklardan tek farkım, bu ilmi sonsuzluğu verilen hüküm dâhilinde istediğim yöne yönlendirme kapasitemdir. Yönlendirme kapasitemle yönlendirdiğim ilim de onundur. Öylece yaratan o oluyordur. Bu teveccühle hakikatine doğru gözünü çevirir ve mutlak hüküm sahibi önünde rükuya eğilirsin.
Yani Allah diyen dahi, onun ilminde oluşturduğu varlık olarak kendisinden ve kendisiyle zuhur ettiği hem de kendisiyle kaim kıldığı ilmi surettir. Böylece tüm varlığı seyir ederek Allah der ve bakar ki diyen kendi olur. Bu tümüyle zati seyirle alakalıdır. Ama burada şunu da göz ardı etmeyelim, her ne kadar öz de böyle olsa da, tüm seyirler, sanal benlik içinde var olan insan tarafındandır. Çünkü bir kesret âlemi oluşturulmuş ve bu kesret âleminin içinde her birimiz bağımsız bireyler olarak yer almışız. Yoksa sadece açığa çıkan gizli hazine olurdu, seyri Allah tarafından gerçekleşirdi, ama onun adıyla seyir eden olmazdı.
İşte her ne kadar zati alanda seyir eden kendi ise de, fiiller âleminde bunu senle yapıyordur. Sende yön belirleyici irade yani istek gücü olduğu için de sonucunu yaşıyorsundur. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz irade etmiş ve saldırgan olan küffar üzerine Bedir ve Huneyn gibi birkaç savaşta yerden bir avuç çakıllı toprak alarak düşmana doğru savurmuştur. Bu toz ve çakıllar birçok savaşçıya isabet ederek onları saf dışı bırakmıştır. İşte bunun iç yüzü, Enfal süresi 17. ayette “Onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, inananları güzel bir imtihana tabi tutmak için yapmıştı. Doğrusu O işitir ve bilir.” şeklinde geçmiştir.
İşte burada geçen olayda, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz, lahuti makamına tevessül edip o ruha bürünerek ve oradan yere tenezzül ederek düşman üzerine toprağı attığındandır. Yani orada atan her ne kadar Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz olsa da, arka planda devreye hakkın kudret eli girmiş ve olanlar olmuştur. Tıpkı bunun gibi Çanakkale Savaşı’nda da Seyit Onbaşı’nın kaldırmış olduğu iki yüz yetmiş altı kilogram olan top mermisini düşmana itina ile gönderme olayıydı. İşte burada da aynı kuvve devredeydi. Yani Allah’ın yaratım alanı her an devrededir. Yeter ki istifade etmesini bilelim.
İşte Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz orada tümüyle bilincini örtüp kadr anını yaşam alanına koyarak düşmana saldırmıştır. Bu kurbiyet halini birçok savaşta birçok kişi ortaya çıkarmıştır. Peygamberimizin kurbiyet haline tabi ki kimse ulaşamaz. Aslında bu halde de sen, burada sanal da olsa adeta bir bağımsız bireysin. Attığında atan sen değildi Allah’tı olayına şahit olan da, insan bilinci idi. Yoksa ben attım veya sen attın hissiyatı bile ortaya çıkmazdı.
Allah insandaki kişilik şuurunu yaratmaya hükmetmiş ve yaratmıştır. Onun için de her başladığımız işte besmele okur ve deriz ki sıfatları Rahman ve Rahim olup mutlak adı Allah olanın bende oluşturduğu gücü ve kuvvetiyle şu anki eylemi gerçekleştiriyorum. Yani yaptığımız işi Allah’ın kuvvetiyle kendi hanemize yazılacak şekilde işleriz. Bazısının zannettiği gibi benlik ortadan kaybolup Allah zuhur edip kendi yapmıyordur. Çünkü fiiller âleminde yaşıyoruz ve kesret âlemi ile bire bir muhatabız. Yaptığımız eylemin sonucu da iyi veya kötü olarak bizi bulacaktır. Onun için hiçbir fiilimizi zorunlu olarak işlediğimizi söylemez, tümünü istek ve arzumuzun açığa çıkması sonucu Allah’ın yaratmasıyla oluştuğunu söyleriz.
Bu kısa izahtan sonra bilelim ki ilim Allah sıfatı olup esma-ül hünsadandır. Bilim ise, ilmin değişik basamakları olup ilme doğru hakikati kavrama çabalarıdır. İşlenen günahlar ve riayet edilmeyen Allah’ın emirleri ilimle ilimlenmeğe engeldir. Ama bilimsel çalışmalara engel değildir. Bilim araç ve gereçlerle olduğu için, toparlanıp çalışmasına devam eder. Ama ilmi esintiler kalbi ilhamlar olduğu için, ilmin senden zuhuru için katıksız bir teslimiyetin oluşması esastır. Bunun içinde şüphesiz bir inançla amaca ulaşma isteyişi esastır. Hem tereddütsüz bir hissedişle kabul etme esastır. Öylece istenen sonuç kişi için yaklaştıkça yaklaşır. Ama tereddüt var ise, sonuca ulaşmak ağırlaşır. Onun için de denmiştir ki, iman şüphe barındıramaz. Şüphe varsa iman değildir. Ama imanın zayıflığı veya güçlülüğü oluşabilir. Bu da kişinin ameline yansır.
Ama her ilimle ilimlenen için de Allah’a iman etti diyemeyiz. Zira o som hali yaşayanlara ilim akarken, bunu kendilerinden veya başka bütünsel varlıklardan var olduğunu zannedip ondan bilebilir. Bu saf ve katıksız yöneliş onu idrak yönünden yükseltir de yükseltir. Bunlara Kur’an da, kitap ehli olarak işaret edilmiştir. İşte bunlardan Allah’a imana kavuşup gerekli itikadı düsturları yerine getirenler, yaptıkları ameller boşa gitmeyecektir. Ama istediği kadar içsel sezgiye teslim olup icatlar yapsın, Allah’ın Rahman ismi gereği dünyada rızkına kavuşur ama ölüm ötesinde mahrumlardan olur. İşte her dünyada iyilik edip icatlar yapanlara cennetlik diyemeyiz.
Cennete giriş için temel esas, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin bildirdiği gibi Allah’a iman etmektir. Allah’a imanı olduğu gibi anlatan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Ondan önceki peygamberlerin anlatımların orijinalleri bize ulaşamamıştır. Dolayısıyla şu an yeryüzünde olan tüm gayrı anlatım ve tefekkürler bozuk inanç olup kişiyi istenilen hedefe ve dolayısıyla cennetlere ulaştıramaz.
İmanla bakan bilim adamı din âlimidir, çünkü din Allah’ın sistem ve düzenidir. İmanlı, Allah’ın sistem ve düzeninden kendisine yansıyanı haykırır. Değerlendirende kıvılcım tutuşur, ret eden ise mahrum kalır. Onun için öze yolculuk bir yaşam şehridir, bilimden ırak ve zandan fransız sadece ilim ve tarafsız olarak gerçekleşir. İlimden ışıltılar hiç eskimez, ama bilimden çok şey eskir. Fark rabbul âlemin ile birimin rabbi gibidir. Kitabımızın birinci cildinde ve bu cildin içerisinde bu konu tüm detayları ile sizlere sunuluyordur.
İlme erip onu şartlar oluşmadan erken dillendiren feda olmuştur. Doğuda veya batıda birçok mütefekkir, keşifleri yüzünden cahil olan nakilci bilmişler tarafından katledildiler. Ama kendini feda eden o âlimler olmasaydı, ilme çok yaklaşan bilim, bugün bu noktada olamazdı. İşte bu yolda öncü olup öldürülenler, imanları olması durumunda, ilmin şehididirler ki, şehadetleri şehitliğin en üst mertebesidir. Tümüne selam olsun ve Allah rahmetiyle, imanla göçenleri kuşatsın. Ama Allah’a imanı olmayanın ölüm ötesinde bir nasibi yoktur. Nasiplenmek için iman değişmez esastır. İmana göre de ameller değer alır.
Bil ki bilgi alanın ilim olunca, mürşidini buldun demektir, ama ilmin bilimden ibaret olunca, daha bulmadın demektir. Biz aklımızla ilimden edindiğimiz bir katre yansımaya bilim dedik. Onun içindir ki, ilmi edinilen bilimsel kırıntılar ile sınırlamak muhaldir. Allah ilmi derken aklımıza sadece fizik, kimya, Coğrafya gibi ilimler gelmesin. Elbette bunların da künhü Allah’ın emriyledir ve Allah’ın ilmindendir. Ama onlardan tespit edilen her teori için kesin ve nettir denemez. Çünkü bunlar aklın ilimden tespit ettiği kadarıdır. Tüm ilimlerden akıl yolu ile edinilen izlenimler, zaman zaman değişime uğramaya devam etmektedir. Çünkü akıl, elde ettiği kapsayıcı araçları geliştirmekte ve verdiği tanım ve kapsam da, edindiği araçlara paralel olarak değişim göstermektedir.
İlim ise, kesin ve netliğini sonsuza dek koruyacaktır. Allah buna işaretle Ahzab süresi 62. ayetinde der ki; “Daha önce gelip geçenler hakkında da Allah’ın kanunu böyledir. Allah’ın kanununda asla değişme bulamazsın.” İşte Allah’ın mutlak kanunları kesin ilim olup asla değişime uğramazlar. Ama gene de Allah mutlak irade ve inşa sahibi olarak kanun ve nizamında dilediğini irade edip dilediği unsuru inşa edebilir. Kimse ona hesap falan da soramaz. Ama Kur’an son kitap ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz son nebi ve rasul olduğu için, artık dinini kemale erdirmiş ve insanı ilgilendiren hiçbir kanununda değişim yapmayacaktır.
Unutmayalım ki, bilim ilimle buluşursa onu alalım, ama buluşmazsa ilim esastır ve bilim fasit olur. Bu güne dek birçok teori güme gitti. İlim tebliğ-i resuldür ki gerisi aklın ilimden tespit ettiği kadarıdır. Bilim insanı, ilgilendiği alanda yoğunlaşıp insanlığa ilimden yeni yeni pencereler açmaya vesile olmalıdır. İlim insanı ise, Allah’ın ilminde kaybolup insanlara mücevherler saçmalıdır. İki alanda da emek sarf edenler olmalı ve toplumun heyecanı her zaman diri tutulmalıdır.
Her kişi ihtisaslaştığı ilmi yolculuğu yolunda edindiği güzellikleri, insanlıkla karşılık düşünmeden paylaşırsa, dünya ziynetleşir. Kendi dünyası ise, bizzat ziynet olur. Zaten sırf Allah için ilim yolunda emek sarf eden kişi, dünyevi geçimlik için gerekli azık kendisini bulacaktır. Buna öğrendiğini Allah için öğren diye bize bildirilmiştir. Her kişi kendi yolunda yaptığı ihtisası insanlığa hizmet yolunda şahsi çıkar olmaksızın kullanırsa, dünya güzellik ile dolacaktır. Ama maddi menfaati uğruna adım atarsa, ilimden edindiği, dünyada onu mutlu etmediği gibi, sonsuz hayatta da kurtuluşuna vesile olmayacaktır.
Örneğin, siyasetçi insanlıkla harmanlaşmalı ve insanlığı en iyi şekilde karşılıksız yönetmelidir. Tıpkı Hz. Ömer ra gibi. Tarihçi geçmişi tetkik edip insanlığa eskiden örnekler sunmalıdır ki, eskideki hatalara bir daha düşülmesin. Bunun gibi her dalın sahipleri, öğrendikleri ile bütünleşip insanlık için güzelliğe açılan pencereler olmalıdır. Zira odaya pencere açıldıkça, aydınlığı daha da artacaktır. Güneşin ışığından da bir şey eksilmeyecektir.
Bilim, ilme ulaşmak için adım adım tetkik edilmelidir. Bilimden bolca bulguyu ezber yapana değil, sadece ilimle buluşan kişilere ilmi unvan verilmelidir. Hem kesinlikle bilelim ki ezberciler âlim değil mukallitçidirler. Bilim, aklın elindeki teorilerle yap-boz tekniğini kullanarak ilimden sezgiler sezmektir. Hissetmediğin ilim, senin için bilimden öteye geçmemiştir.
İlim ve irfan yolundaki yolculuk için ufak bir öneriyi de burada dillendirelim; her fert kendi becerisine göre eğitim alırsa müthiş bir sıçrama olur. Bunun için ilkokul herkese eşit olarak verilmelidir. Burada güzel bir edep yani eğitim ile çocuğun ruh âlemi kuşatılmalıdır. Tüm ilim ve edebin iş için değil hakikatini tanımak için olduğu idrak ettirilmelidir. Böylece sebil bir yaşam tarzı örnekler ve görsellerle onun bilinçaltına yerleştirilmelidir. Zaten sebil bir yaşam tarzı ve ilim yolculuğu edinenin maddi dünyası da ivedilikle onu takip edeceği idraki onun yaşam alanına derk edilmelidir. Çünkü en temel eğitim ilkokulda öğrenciye verilir. Daha sonraki yaşamı onun üzerine bina edilir. İlkokulda ikinci sırada ise, okuma yazma gibi temel öğretim dersleri verilmelidir. Fertlerin kabiliyetleri ortaokulda tespit edilip bu tespite göre mesleğe yönelik liseye atanmalıdır. Lisede mesleğine hazırlanmalı ve liseden sonra fert işine atanmalıdır. Üniversite ise, sadece kendi meslek grubunda ihtisas için okunmalıdır. Yani üniversite meslek edinmek için değil ihtisaslaşma olmalıdır. Böylece işsizliğin önüne de geçilmiş olacaktır. Yoksa her yıl işsizler ordusuna, üniversiteden yeni mezun olanlar katılıp işsizlik oranı da gittikçe çoğalacaktır.
Muhammedi olan insan, bizden önce yaşayan ilim ve mana ehli kişileri eksik ve hatalı görmek yerine, asrımızda oluşan sorunları ve ulaşılan bilim ve teknoloji düzeyini göz önüne alarak, onların bıraktığı yerden ileriye götürendir. İlim rahmandan yansıyan som ve saf ışıltı olduğu için, bilimsel çalışma yapıp olayla ilgili ilimle donanan ve ulaştığı ilmi insanlara ulaştıran, sadaka-i cariyeye yani kesintisiz sadakaya imza atarlar. Onun için de ilimden ışıltılar sezip bilim olarak insanlığa sunmak ayrıdır. İlimle ilimlenip hemhal olmak ise, apayrıdır.
Tüm ilmi yazılar ve yazılanlar sadece ilhamdır. Bilinç serbest bırakılınca gelir. Bilinç sahiplenildiğinde ise, tüm ilham kesilir. Bu tüm ilimler için aynıdır. Hatta bazen çok önemli hususlar rüyada ilham edilir. Çünkü rüyada bilinç nispeten çok daha serbesttir. Bilimin zirvesinin ilimle kesiştiğini görenler, la/hayır tanrıya/ilahe İllellah/sadece Allah diyerek tam teslim olmuşlardır. Öylece içsel ve dışsal tüm ilahlardan geçip yegâne ulûhiyet sahibi olarak Allah’ı görürler. Öylece yegâne ilahın Allah olduğunu idrak edenin kaleminden yazılan her satır düşünce, ilmin ciddiyetini ortaya koyar. Çünkü ilim insandan okunan Kur’andır ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden yansıyan yaşam şehridir. Bunun yegâne kitabı ise Kur’an-ı kerimdir. Diğer tüm yazıtlar ise, Kur’anı kerimi tanıtım içindir.
Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisine iman edip hemhal olanlar ilimden payesini alır, gerisi mahrum kalır. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin öğretisinin dışındaki her şey bilimdir. İlimle kesiştirip ona göre yaşayan bilim ehline ise, ehli kitap denmiştir. Felsefede yoğunlaşıp hakikat ehline dil uzatan akılcı bilimciler ise, manaya uzanan ilmî anlayamazlar. İnkârların da kavrulup giderler. Olayın ilimle buluşma olduğunun farkında olmasalar bile, bilim ile ilim yolunda yükselip bilim ilimle buluşursa, kişi zirve yapar ve yeni yeni icatlar üretmeye başlar. İlimden yoksun kalan bilim ise, yaşam alanından ayrı düşmüştür. Çünkü varlığımızın öz cevher hüviyeti ilimden ayrı olamaz. İlim yanı sıra da mevcudiyeti yoktur.
Güneş batıdan doğacaktır olayından şunu da anlayabiliriz; akla karanlık olup iman ile teslim olduğumuz ilmin hakikatlerine, bilimsel tespitler akıl ile fark ettirecek şekilde somut olarak ortaya koyduğunda, inanılacak bir şey kalmayacaktır. Artık apaçık tüm hakikatler ortada olacaktır. Çünkü iman görülmeyene olur. Görünen için ise, iman söz konusu olamaz. İşte güneşin batıdan doğması demek, ilmin gerçeklerinin aklın tespit etmesine denir. Bu olay manevi olarak güneş batıdan doğacaktır şekilde de sembolizme edilmiştir. Muhammedi nur insanlığı bilimsel olarak kuşattığı gün; evet işte o gün, tövbe kapısı kapanacaktır. Çünkü o gün güneş batıdan doğacaktır. Ama şunu da unutmayalım ki, kıyamete yakın güneşin zahiren de batıdan doğması olayı gerçekleşebilir. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Allah’ın ilmine sınır olamaz. Neyi nasıl yapacağını en iyi kendi bilir. Bize kalan ise, vahiy olarak inene şüphe etmeksizin iman etmemizdir.
Din ilmin ta kendisidir. Bilimi dinden ayırmak ise, büyük hatadır. Çünkü dindeki her hakikat gerçeğin ta kendisidir. Zamanla bilim o hakikate ulaşırsa ne ala, yoksa imanla devam etmek zorundayız. İlim değişmez ve asıldır hem Allah sıfatı olup her esmaya sirayet etmiştir. Bilim ise akıl ve fenne göre değişir. Fiile sirayet eden ilim kadarı doğrudur. İlme sirayet etmeyen ise, akıl geliştikçe tozlu raflara terk edilmeye mahkûm olur. Allah’tan mahrum olan eğitimcinin bilimde ilerleyişi ise, bir kuru döngüden öte değildir.