GİZLİ HAZİNE VE ALLAH’IN SEYRİ

ZİKİR SANA CANDIR

Allah insandan insanla mı seyir ediyor?

Gerçekten Allah insandan seyir mi yapıyor?

Allah insandan seyir yapıyorsa ve insanın kendi iradesi yoksa o zaman insanın suçu ne?

Nedir bu seyir?

ZİKİR SANA CANDIR kitabımızı; bu sorular üzerinde biraz tefekkür ederek bitirip, daha sonra günlük planlanıp okunulmasını önereceğimiz zikirlere geçelim. Çünkü tüm çalışmaların esas gayesi, Allah’ın seyrine erip hakikatimize doğru yol almamızdır. Onun için de hakikatimizin nereye dayandığını keşfedip öylece yapacağımız çalışmalarla doğru yola koyulursak, artık hedefimizden sapmayacak derece emin adımlarla yürümüş oluruz. Bu konunun iyice anlaşılması temenisiyle sizleri yazılan satırlarla başbaşa bırakıyorum.

Bu işin hakikatını anlayıp, öylece İslam’ın vermek istediği gerçek mesajı anlamak zorundayız. Bunun üzerinde az tefekkür ettiğimizde, olayın aslı bize adım adım gözükecektir. Gizli hazine ile alakalı olan kutsi hadise de bakalım; “Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak için mahlûkatı yarattım.” İşin değişmez hakikati şudur ki; Allah nurundan bir nokta nur ile Nur-i Muhammedi’yi var etti. Nur-i Muhammedi’den bildiğimiz ve bilemediğimiz tüm varlıkları tanınmak için var etti. Yani her bir varlık kendi yaratılış hüviyetine göre Allah’ı tesbih eder yani yaratılış gücüne göre onun azametini seyreder.

Burada bilmemiz gereken bir nokta vardır ki, o da şudur; “KUR’AN” direk Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın indinden, yani “NURUN ÂLÂ NUR”un yansıdığı vechin sahibi olan mutlak zatın, insanın hüviyetine vahiy ile nüzûl edilmesidir. “KUTSİ HADİS” Allah’ın kendi nurundan olan, yani NURUN ÂLÂ NURundan bir tutam nur olan, yani Nur-i Muhammedi’den insanlığa, Nur-i Muhammedi’nin lisanıyla olan seslenişidir. “HADİSLER” ise, Hz. Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizin insanlığa kendi lisanıyla yaptığı hitaplarıdır. İşte bu hakikatler ile vaziyete baktığımız zaman dinlediğimiz söylemlerin yönü değişiyor. Zaten mutlak vücut sahibi ve âlemlerin de yegâne maliki Allah olduğu için, her hal şartta insana gelişmesi için gerekli olan ilmi bizzat Allah sunar.

Allah bazen bir insanla diğer insanlara seslenir, bazen bir taşla, bazen melekle, bazen felekle, bazen de tümünün kaynağı olarak var ettiği ve o ilk yaratımını yaptığı ve övdüğü bir katre nurla seslenişini yapar. Mülk onundur ve istediği şekilde yaratılış ve şekillendirmesini hem de vahyini oluşturur. Her bir hitap ve sesleniş; dayandığı yaratılış merciyi dâhilinde, kişi için hangi makam mevzu bahis ise, o makamın hitabıyla hitap etmiştir. İşte vahiy olarak gelen her bir hitap, insanın kendisi için gerekli olan mahalde kendi yaşam formunu seyretmesi için, kullanılan makam hitabıdır. Dolayısıyla makamlardan bize doğru gelen seslenişin, hangi makamdan geldiğini bilmeden anlam verip hüküm çıkarmak, çok büyük hatadır.

O zaman şu kutsi hadisteki “Ben gizli bir hazine idim. Tanınmak için mahlûkatı yarattım.” İşte buradaki özne, zımni olarak Allah’tır. Ama konuşulan makam, onun nurunun tecellisinin olduğu makamdır. Zaten insan ve tüm yaratılanlar, Allah’ın zatından değil, onun nurundan alınan bir tutam nurdan; Allah’ın kuvvet ve kudreti dâhilinde ve hükmüne tabi bir şekilde, istenilen hususu sergilemek için kıvam verilerek var edilmişlerdir. Sonra alınan kıvam üzerinde, Allah esmaları ile kendi boyasının dokumalarını yapmıştır. Öylece mahlûkat, kendisine verilen benlikle hazine olan “nurun âla nur”un büyüklüğünü seyrederek, “nurun âla nur”un sahibi olan Allah’ın vechi önünde secdeye kapanır. İşte tüm maksat, insanın bunu idrak etmesidir.

Her hal ve şartta yaratan sadece Allah’tır. Çünkü tüm nur onundur ve nurun oluşturduğu tüm mahlûkatta onundur. Yani senin ve benim her şeyimiz onundur. Bizde sadece istek belirleme vardır.  Özne mutlak olarak Allah’tır. Her bir varlıkla nurunu kıvamlandırarak yaratımını oluşturmaktadır. Bu olay, B ب harfinin içeriğinin işaret kapsamı ile sunulmuştur. Bazısı da tüm bu nurun mahiyetini hissederek, ben B ب nin altındaki noktayım demişlerdir. Bu öylesine bir laf lakırdısı değil, yaşam ve hissiyatların dillendirilişidir. Yani kişide, kişiyi kendisiyle var eylediği nur, anlık olarak konunun öznesi konumundadır. Bu nur da Allah’ın nurundan olduğu için, her hal ve şartta yaratan Allah’tır. İşte tüm olay buraya dayanıyor. Çünkü hadisi kutsiye baktığımızda, “BEN GİZLİ BİR HAZİNE İDİM. TANINMAK İÇİN MAHLÛKATI YARATTIM.” Hadisinde; “İDİM” şeklinde, geçmiş zaman kipiyle geçerek yaratılışla tanınabilir olmuştur, denilmektedir. Dolayısıyla bu hadisi kudside, özne Allah olamaz. Çünkü geçmiş zaman kipi kullanılmıştır ki, Allah zaman ve mekândan münezzehtir. Bazısı bu hadisi kutsideki “İDİM”i” İDİ”olarak tabir ediyorlar. Oysaki hadiste açıkça “İDİM” diyor. Yaratılışı merak edenler için burası çok önemli bir husustur. Bunun çözülmesi ile de tam olarak olay anlaşılacaktır. Çünkü zat, mutlak gayptır, asla bürünmez ve zat olarak da hakikati üzerinde asla tefekkür bile yapılamaz.

Tam da burada bir rivayette Hz. Cabir’in (ra) rivayet ettiği şu hadisi hatırlayalım. Çünkü bize tüm yol işaretlerini bu hadis sunmaktadır.

– Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz, diye sordum. Şöyle buyurdu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş ne de cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin, ne de insan vardı.”

“Allah mahlûkları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”

“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”

“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”

“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (bk. Aclunî, I/265-266).

İşte görünür olan özne, peygamberimizin nuru yani Muhammedi nurun ta kendisidir. Ama nurun sahibi Allah olduğu için, yaratıcı Allah’tır. Nasıl ki insan iş yapıyorsa, işin aslı olarak yaratan Allah ise, işte burada da durum aynıdır. Gizli hazine bu bir tutam nurdur. Bunun dışında bir şey olamaz. Gizli hazinenin gizlisi olan özne ise, bizzat Allahtır. Zaten bu bir tutam nur da Allah’ın nurundandır. Tüm kutsi hadislere bakın, özne aynı öznedir ve bu nur da, Allah’ın nurundan geldiği için, elbette yaratan ve yarattığının sahibi sadece Allah’tır. İşte bu bir tutam nuru çözemeyen, her şeyin kendi kendine olduğunu söyler. Evet, işte orda ب sırrı ve اللٰه isminin üstündeki ufak elif gibi tasarruf elbette Allahtır. Bu konuyu YAŞAMINDA DERİNLEŞ 1 kitabımızda genişçe işlemiştik.

İşte buradaki yaratım, Rububiyet alanı ile oluyor. Gizli hazine, o bir tutam nurdur ve sonra olanlar var ediliyor. Tabi Allah’ın oluşturmasıyla oluyor. İşte kutsi hadislerin kelimesi peygamberimizin, Lafzı ise Allahın, mertebesi ise Nur-i Muhammedi’nin betimlendirilmesi suretiyle görselleştirilmesidir. Her sözün bir mertebesi olur. Hadisi Şerifler dahi, Allah vahyiyle/ilhamıyla peygamberimizin söylemleridir. Hadisi şeriflerin mertebesi, Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin mübarek lisanıdır. Özü itibariyle ise, Allah’ın vahyidir. Çünkü o, hevasından konuşmaz.

Evet, burada bir betimleme vardır. Gizli hazine konuşturuluyor. Betimleme veya tasvir, kelimelerle resim çizme sanatıdır. Betimlemede amaç, anlatılan varlık ya da nesneyi okuyucunun hayalinde canlandırabilmesini sağlamaktır. Betimleme yapılırken anlatılan varlık ya da nesnenin tüm özellikleri ayrıntılı bir biçimde okuyucuya aktarılır. Gizli hazine, o bir tutam nurdur. Eğer gizli hazine Allah olursa, o zaman hulûl olur.  Bu da muhaldir. Esmâ-i hüsnâ ile tanıtılan ise, mutlak nurun özellikleridir. Allah’ın mutlak zatı denildiğinde, zaten tüm sıfat ve isimler düşer. HU der mutlak zata işaret ederek ve sessiz sözsüz kalıp gider. Aslında Allah demiş ki; hazine kendinsin, BEN hazineden ve bu gibi kavramlardan münezzehim.

Kâinatın rubûbiyet alanı yani “Rabb-i has”sı, Nur-i Muhammedi’dir. Çünkü algılayabildiğimiz ve algılayamadığımız her şey bu alan içinde olup bitiyor.! Ötesi zaten mutlak gayba giriyor ki bu da yanlız mutlak zatın ilmindedir. Olayın bize bakan tarafı ise, önce kendi alanımızdaki hazineyi keşfedip ( enfüstekini) sonrada bu keşiften sonra afaktaki seyri oluşturup gizli hazineyi seyredip bilmektir. İşte Nur-i Muhammedi olarak isimlendirilen bu bir tutam nur da Allah’ın nurundandır.

Olay şu; aslında Allah insandan seyir etmiyor, Allah insanı ve insanın seyrini yaratıyor. Allah insanı ve insanın seyrini yaratandır. Evet, evet insanı ve insanın seyrini yaratan Allah’tır. İşte insan ve insanın seyrini yaratan Allah, nasıl olur da insandan seyir eder? Hem neyi seyir eder? Allah için böyle bir seyir düşünmek bile, kişiyi hakikatten uzaklaştırır.

Burada şu hadisi kutsiyi de hatırlayalım; Hz. Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor:  “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri şöyle ferman buyurdu:” “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü’min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” (Buhârî, Rikak 38.)

İşte biriyle bilinecek, işte o biri aslında her bir yaratılandır. Her bir yaratılan, kendi rububiyet alanı kadar Allah ilmini seyir eder. İnsan ise, Nur-i Muhammedi’deki tüm bakışı kapsayacak şekilde bir nazara sahiptir, çünkü kendisine tüm isimler talim edilmiştir. İşte seyir eden insandır. Allah’ın bilinmek isteğini ise, mahlûkat ortaya çıkarıyor ve insan bu bilinmeyi zirveye taşıyor. Allah ise, tüm mahlûkatı ve mahlûkatın seyrini var etmiştir. İşte insan, olayı seyir ederken, Allah “KENDİ BENLİĞİNİ” korumasını emretmiştir. Çünkü insan, seyrini “BEN”liği ile yapmaktadır. Eğer ki sen insanı, bir takım telkinler ile hipnoz ederek BENLİĞİNİ yok edersen, bu gizli hazineyi kim seyir edecek? İşte burada Allah’ın emanetine ihanet etmiş olur. Zira Allah’ın insandaki emaneti, “BEN”liği nin ta kendisidir. İnsan “BEN”liğini ortadan kaldırdığında, meczuplaşır. Ve o hale gelmek için yaptığı tüm işlevler de, Allah’ın yasakladığı haletlerdir.

Bunu dünyanın dört bir yanındaki insanların sivri zekâlıları bilir. İnsanlara bir takım kelimeler telkin ederek onun benliğini örtecek şekilde kendisini hipnoz ederler. Öylece kişi, birçok olağan üstü halete bürünebilir. Meczupluktaki haller de bunlardandır. Bu olağan üstü hasletler, kendisinin büyüklüğünün alameti değildir. Çünkü insanın içsel dünyasında NARİ ve NURİ olmak üzere iki katman mevcuttur. Benliğini ortadan kaldırıp, bu katmanlara indiğinde, artık bedenin ağırlığı onda yoktur. Öylece ruhu hafifler ve bedenini ardından sürükler. İşte tüm bunlar benliği ortadan kaldırmakla olan haletlerdir. Ama İslam’da benliğin korunması emredilmiştir. Bunun için de bizim için en büyük örnek Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Hiçbir zaman benliğini ortadan kaldıracak bu yollara tevessül etmedi. Ayrıca yasakladı.

Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizin miraca gidiş olayına bakın; Allah dileseydi, onu vasıtasız götürürdü. Ama benliğini koruyarak onu yükseltti. Ona araçlar gönderdi. Mekke’den Kudüs’e BURAK İLE GELDİ. Semaları refrefle gezdi. Allah’ın huzuruna ise, KABI KAVSEYNE kadar miraçla yaklaştı. Onu seyretti. Evet, evet olaya bakın, O’nu seyretti. Kabı kavseynde onu seyir etti. Yani BENLİĞİNİ silme yoktur. Benliğini kaldırma da yoktur. Seyreden ise Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir. İşte bu halde oluşan olağan üstü haller PEYGAMBERLERDE MUCİZE, VELİLERDE İSE KERAMETTİR.

Ama benliğini bir takım hipnoz seansları ile bloke edip bir takım olağan üstü haletlere bürünmede ise, iman etmek gerekmez. Budistlere bakın, Kabalaya bakın, bir takım çalışmalarla benliklerini zihnen bloke ederler. Birçok olağan üstü haletler zuhur ederler. İşte bunlara da İSTİDRAÇ denilir. Bu hallerin ariflerin indinde hiçbir değeri yoktur.

Kabı kavseyn olayı; Necm Suresi’nde şu şekilde işlenmiştir; “[İnmekte olan necme (yıldıza, Kur’an’ın inen miktarına) yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da! Hevadan (arzusuna göre) söylemiyor. O (Kur’an) sadece vahyolunan bir vahiydir. Ona, kuvvetleri çok güçlü olan öğretti. Bir kuvvet sahibi; hemen duruklandı (doğruldu). O en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve sarktı. Aradaki mesafe iki yay boyu oldu, hatta daha yakın; kuluna verdiği vahyi verdi. Gözün gördüğüne kalp yalan demedi. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun ki, o onu bir kez daha inişinde gördü; Sidretu’l-Munteha’nın yanında. ki, Cennetu’l-Me’va onun yanındadır. O zaman ki, o Sidre’yi bürüyen bürüyordu. Göz ne şaştı, ne (de sınırı) aştı. Andolsun ki, Rabbinin ayetlerinden en büyüğünü gördü. (1-18)]” BURAYA KADAR Kİ KISMI bu olayı anlatır.

İşte ayetlere bakın, en deruni anlamı kapsayan ayetlerin başında bu ayetler geliyor ve gören yani seyir eden Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Allah, Bب işaret kapsamınca bilinmek istedi varlığı yarattı. İşte varlık da onu bildi. En iyi bilmeyi de insan yaptı. Benliğin esasları ise, sahibi olarak Allah’ı bilecek, yani bencillik etmeyecek ve sahiplenmiyecektir. Buradaki benlik derken aslında mesele ikilik bilincidir ve kendisinin farkındalığını oluşturduğu noktadır. Sonra da kişinin egoyla “ben”liğinin sınavı başlar. İnsan için benliğini ortadan kardırması ise, ruhbanlık olarak tarif edilmiştir. Ruhbanlık konusunu önceki sayfalarda izah eyledik.

Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimiz Kur’an vahyini kendi enfusundan almadı. Ona afakından kendisine gelen ve görünen bir melek vasıtasıyla ögretildi. Miraca da burakla ve diğer vasıtalarla gitti, tayyı mekânla gitmedi. Eğer tayyi mekânla gitseydi hicrette Mekke’den Medine’ye bir anda giderdi. İslam’ın temel esaslarına batını manalar vermek ve İslam’ın şeriatını arka plana atmak, şeytani bir oyundan öte değildir.

Az tefekkür edelim ki, batini bir âlemde yaşamıyoruz. Zahirde yaşıyoruz ve susayınca su içiyoruz, acıkınca yemek yiyoruz. Aynı zamanda da ruhi birçok haz hissediyoruz. Yani madde ve mana içiçedir. BATİNİ MEZHEBİ vardır. Her şeye bir batini mana verir. İslamı yaşamdan soyutlar. İşte bu çok büyük bir gaflet ve dalalettir. Eğer her şey batini olsaydı, neden Hz.Muhammed Mustafa sallelahu aleyhi ve sellem efendimiz, bilfiil amellerde daim oldu? İşte tüm bu hususları iyice tefekkür edelim ve şeytanın oyununa gelmeyelim.

Yorum yapın