ARŞI ANLAMAK İÇİN BİR SÖYLEŞİ

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Allah’u Teâlâ ayeti kerimede söyler ki, Rahman arşa istiva etti. Burada demiyor ki, Allah arşın üzerine istiva etti. Özellikle Allah ismi değil de, Rahman ismi kullanılıyor. Olayı anlamak ve hakikate yaklaşmak için kullanılan kavramlara çok iyi dikkat etmeliyiz. Burada söylenmek istenen mana, esma boyutu itibarıyla Rahman özelliğinin seyir âlemine verdiği müsemma ile Allah, yani yüzde yüz olan Allah’ın mana kuvveleri ki bunlar esma-ül hüsna ile isimlenmiş, arş dediğimiz kavramın müsemmasının üzerine istiva etmiştir. Arş ise yedi kat semanın üzerinde bulunur. Öz hakikatini ise, ancak Allah bilir. Bizim yazgılarımız ise sadece, kişiye verilmek istenen manaya yaklaştırmak içindir. Öz hakikatinin resmini ve çerçevesini çizmek için değildir. Zaten böyle bir çizim ve anlatım muhaldir.

Afakî olarak gerçek ve faal olan manasının yanında aynı zamanda arş, enfüsi olarak da semamızın yani hakikatimizin üzerinde bulunur. Yani tüm ayetler gibi bu ayette, zahiri ve batını manalarıyla işlev sürmektedir. Çünkü her ayet zahiri olarak gerçek ve sahih olduğu gibi, batını anlamıyla da gerçek ve sahihtir. İşte her ayet afakî dediğimiz dışsal âlemde karşılığı mevcut olduğu gibi, enfüsi dediğimiz içsel âlemimizde de karşılığı mevcuttur. Onun için ayetlere sadece batini manalar verip afakî ve zahiri anlamlarını görmezden gelmek, büyük bir hatadır.

Bizim varlığımız, doksan dokuz öz cevherin oluşturmuş olduğu on sekiz bin âlemin kuvveden fiile çıkması sonucu oluşur. Şöyle bir örnek verebiliriz. Periyodik cetvelindeki atomlar yüz on dört atomdur. Atomların maddeye dönüşümünde moleküller yapı oluşur. Sonra bu moleküler yapının bir üst katmanı olarak ta madde oluşur. Sonra maddi yapı gözle görünür olur. Oysa gözümüz dahi atomlardan olmuştu.

Şimdi, bu moleküler yapı nasıl oluşur? Atomların değişik şekillerde bir araya gelmesi sonucu oluşan moleküller yapı ile değişik değişik maddeler gözle görünür olur. Örneğin su, H2O molekül yapısında bir inorganik maddedir.  Yani iki hidrojen bir oksijen atomu bir araya gelip su dediğimiz maddeyi bize görünür eder.

Onun gibi belli bir kıvamda atomlar bir araya gelince başka başka maddeler oluşur. Böylece demir, çinko, altın vs. oluşur. İşte maddenin başka başka şekillerde bize görünmesi, moleküller yapının değişiminden dolayı oluşur. Atomlar ise hep aynıdır. Üst katmandan etkilenmezler. Üst katmanı yaksan, parçalarsan, başka şeye karıştırsan da atom boyutu itibarıyla değişen bir şey olamayacaktır. Madde boyutu itibarıyla olay böyledir. Bu örnekten yola çıkarak konumuz üzerinde düşünüp hakikate doğru adım adım ilerleyelim. Adım attıkça kendi hakikatimizle yüzleşelim. Öylece olayı anlayıp rabbimize yönelelim.

Bizi var eden hem melekten feleğe her yaratılmışı var eden hakikat, doksan dokuz öz cevherdir. Bunun moleküler yapısı tabiri caizse on sekiz bin âlemdir. Biz ve melekten feleğe her bir şey ise, moleküler yapının maddeye dönüşümü gibi, on sekiz bin âlemin varlığı oluşturması gibi onun yaratımının son fonksiyonuyuz. Yani insan ve gördüğü bu âlem yaratışın son halkasıdır. İşte bu doksan dokuz öz cevher rahmaniyet’in olduğu öz cevherdir. İşte arşta olan Rahman’dır. Allah için ise, onun için mecazi de olsa hiçbir yer kaydı sunulamaz. Her yer onun ilminde ilmiyle var olunmuştur.

Allah’ın isimlerini söylerken ayet der ya, ha Allah söylediniz ha Rahman söylediniz, aynı şeye işaret ediyorsunuz. İşte buradaki işaret kapsamı, rahman ile Allah isimlerinin aynı mutlak zata işaret ettiği yönüyledir. Yani hu adıyla işaret edilen mutlak zatın yüce kudretine işaret ettiği bakımından aynı şeydir. Ama her bir ismin içermiş olduğu manalar ise, ayrı ayrıdır. Yoksa niye iki kavram ile isimlensin ki? İşte bir isim, ayrı bir müsemmanın sahip olduğu ayrı bir hakikati bize iletmek içindir.

Örneğin hu adıyla işaret edilen mutlak zatın Allah ismi müsemması ile kendi seyir âlemine sunduğu bir kuvveye Rezzak diyoruz. Ama diyoruz ki, Rahman her varlığı yaratır ve yarattığı her varlığa rızkını verir. Yani diyoruz ki, her varlık rızkını Rahman’dan alır. Her varlık var oluş öz cevherini rahmandan alır. Rahman her bir varlığın terkibini, yaratılış amacı çerçevesinde oluşturandır. Hangi varlıkta hangi esma kuvveleri hangi oranlarda varsa, işte o oranlar, o varlığın ana öz cevherinin temel yapısını oluşturup, o varlığın rızkı da o kadardır. İnsan yapmış olduğu amelle rızkını arttırır. Yani mana kapsamının içeriğini yükseltir. Veya yaptığı kötülükle rızkını daraltır. Yani mana terkibinin oranlarını azaltır. Bu arttırma ve azaltma direk olarak onun maddi rızkına da yansır. Yani yaptığı amellerle dünya hayatında da değişimlere şahit olur.

Bu hususa işaret eden birkaç hadisi şerifi sizlere arz edelim. “Günah işlemek, rızıktan mahrumiyete sebep olur.” İbni Mace “Yalan söylemek rızkı azaltır.” İsfehani “Zina fakirliğe yol açar.” Beyheki “Sabah uykusu rızka manidir.” Beyheki “Rızıkların dağılması sabah namazından sonra olur. Manevi rızıkların dağılması ise ikindi namazından sonradır. Bu iki vakitte uyumamaya dikkat etmelidir! “ El-Envar  “Sabah namazını kıldıktan sonra uyumayın, rızkınızı aramaya çalışın!” Taberani “Hak Teâlâ rızıkları, fecir ile güneşin doğacağı vakitler arasında verir.” Beyheki

Varlığın temel yapısını esma kuvveleri oluşturur. Esma kuvveleri rahmaniyetten iner aşağı. İşte ayette diyor ya, Rahman arşa istiva etti, işte rahmandan rahim esması gereği varlıkların üretim aşamaları gerçekleşir. Öylece her varlık, sahip olduğu kişiliği edindiği rızık miktarınca keşfedip varlık âleminde kendi farkına varır. İşte her varlığın edindiği tüm kuvveler, onun rızkı olarak önüne serilir. Olayın içeriğini tam göremeyenler, şöyle bir soru sorabilirler; Allahu Teâlâ neden esmalar ile kâinata yön vermiş? Mesela tek Allah ismi ile de olabilirdi. Esmalar ile yaratımın anlamı nedir?

Olayı şöyle açabiliriz; Allah esmalarla bir şeye yön vermemiş ve esmaları kendi nurundan ayrı olarak oluşturup sonra da onlarla bir şey yaratmış değildir. Allah her şeyi bizzat kendi mutlak kuvvet ve kudreti ile nurundan var etmiştir. Nurundan uzanan bu kuvvet ve kudretin her bir noktasına ayrı isimler verilmiştir. Kendi mutlak zatına Allah ismini vermişken, en kapsayıcı kuvvesine Rahman, az ilerisi kuvvesine Rahim demiştir. Az ilerisi diğer isimlerle isimlenen kuvvelerin tümü Allah’ın kuvvet ve kudretinin içeriğinin tezahürüdür. Yoksa Allah ayrı, esmalar ayrı şeklinde değildir. Öyle ayrı şekillerde düşüncelere dalıp işin hakikatinden uzaklaşmayalım.

Bir örnekle olayı açayım;  ama örnekteki manayı alıp örneği çöpe atın. Gökkuşağı’nı düşünelim. Güneş ışığı su kristallerine vurunca rengarenk gözükür. Aslında o su kristallerinden geçen ışın tümü aynı ışıktır. Ama gözümüzün simetrisine takıldığı dalga boyuna göre ayrı gözükür. Her noktada ışığın huzmesi ve saçılması ayrı ve tümü aynı güneşin tek ışığıdır. İşte tüm esmalar ile işaret ettiğimiz, tek olan Allah’ın kuvvet ve kudretinin her noktanın titreşiminden dolayı ayrı ayrı gözükmesinden kaynaklanır. Her titreşimin adını ayrı olarak isimlendirip bize sunulmuştur.

Bu konuya şöyle de bakabiliriz. Şimdi kişinin bütününde adı diyelim ki Ali olsun. Aynı Ali’nin birçok sıfatını düşünelim; baba Ali, aşçı Ali, şair Ali, duygusal Ali, takı üreten Ali, tasarımcı Ali, cömert Ali, sadık Ali, dürüst Ali vs. İşte böylece kişiden birçok özellik ismi çıkar. İncir gibi, inciri dıştan tek görürüz açınca içinde neler var neler. Zaten incir, vahdette kesreti görmek için en güzel görseldir.

Şimdi Allah adı da tüm esmaları kapsar. Allah bir tektir. El Kuddus  olan Allah,  El Musavvir olan Allah, ErRahman olan  Allah, El Kadir olan Allah, El Ğaffar olan Allah, Er Rezzak olan Allah gibi Allah’ın bir çok özelliğini temaşa ederiz. Tüm bu isimler, Allah’ın kendinden kendine nazar edişte, kendi zati nurunda gördüğü ve kendisinden kendisine seyir ettiği kendi öz özellikleridir. Aslında kendisine göre tek olup, bize göre birçok isimle isimlenen manalardır.

İşte bize göre dediğimizde, burada nuri muhammedi olayı devreye giriyor ve o yoğunluğu düşürülmüş nur dâhilinde kendi öz özelliklerini terkipler halinde, gene kendisi tarafından seyir edilmektedir. İnsana da bir sanal benlik vererek, ona da demiş ki, sen de benim adımla seyir et. İşte bu seyir ediş prensibiyle insan ona kul olmuş halde ona halife kılınmış ve onun adıyla seyir ediyordur. Ama ne yazık ki, çoğu insan bu hakikatten gaflette olup nefsine zulmederek dünyasını noktalıyordur. Allah diyor ki, benim boyam. En güzel boya benim boyamdır. Örneğin ben cömerdim sen de cömert ol ey kulum. Ben rahmet sahibiyim, sende benim rengime boyan ve merhametli ol. Hatta bilelim ki Allah’ın o sonsuz ve sınırsız özellikleri ile boyandığımız kadar ona yaklaşır, yaklaştığımız kadar safa süreriz. Uzak kaldığımız kadar eziyet çeker, onun özellikleri ile hiç boyanmazsak mahrumlardan oluruz. İşte kendisinin seyir mahalli olan özelliklerini esmalarla bize tanıtıp bu esmaların bizdeki tezahürüne ve bizden yansımasına izin vermemiz istenmektedir.

İşte buna işaretle Allah bize der ki; size örnek olarak en iyi ahlakı tamamlamak için Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellemi gönderdim. O canlı örnektir, onun ahlakıyla ahlaklanın. Onun ahlakı benim boyamdır. Benim razı olduğum tarzdır. Biz de, bunun canlı ve yaşayan örneği olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yaşam tarzına ve ibadet ahlakına bakıp, bize emanet olarak verilen ilim, irade ve kudreti kullanarak onun bize öğrettiği şekilde Allah’ın muhteşem özellikleriyle bezenip öylece dünyadan çıkmayı hedefliyoruz. Bu olayın içeriğine böylece kısaca değindikten sonra konuyu anlatmaya devam edelim.

Rahman oluşturan olup rahim üreten demektir. Mutlak zat kendisindeki gizli hazineyi seyretmeyi dilediğinde, kendi nuruna nazar eder. Kendi nurundan bir nokta veya tutam alır. O bir noktanın yoğunluğunu düşürür, yani tabiri caizse ışığını düşürür. Çünkü o ışıkta yani o yoğunlukta varlık oluşamaz. Çünkü o nur rahmanın ta kendisidir. Tüm varlıklar yani yaratılmışlar yoğunluğu alınan yani ışığı alınan bir nokta gibi olan o bir tutam nurdan yani nuri muhammediden yaşam almışlardır.

Olayı bilmeyenler o ışığı alınan bir nokta nuru Allah zannederler. Hayır, bu bir nokta nur Allah değildir.  Bu bir nokta nur, Allah’ın mutlak zatının kendi nurundan alıp nurunun yoğunluğunu düşürüp ismine nuri muhammedi dediği ve her varlığı o nurdan oluşturduğu tüm âlemlerin öz cevheridir.  Bu bir nokta nura rahman da diyemeyiz. Çünkü rahman dediğimizde, yüce Allah’ın kendisindeki tüm esma kuvvelerine işaret eder. Bu bir noktadaki ise, bu tüm esma kuvvelerinin yoğunluğunun düşürülmüş bir tutam nurudur. 

Arş ise, bu yoğunluğu düşürülmüş bir tutam nurun etrafındaki sınırdır. Rahman üstündedir. Altı ise fiiller âlemi olup tüm esma kuvvelerinin birbirleriyle iltibasta olduğu seyir âlemidir. Mutlak seyir eden Allahtır. Hem bu tam davete yani seyre çağrılanlar, mukarreb melekler ile Allah adıyla tam nazar edebilen insanlardır. Bu tam davet çağrısını her ezandan sonra okunun duada dile getirmekteyiz. Gayrı varlıklar sınırlı ve kısıtlı olarak kendi bünyelerine göre seyre taliptirler. Ama mukarreb meleklerden insanlara, cinlerden hayvanlara ve her bir mahlûkata kadar, her biri seyir âleminin bir parçası olarak Allah nazarında seyrin içeriğini oluşturuyordur.

Onun bütün kuvvelerinin yüzde yüzlük olanına rahman deniyor. Tamam, arşın altı da rahmandan varlığını alır, ama sen buna direk rahman diyemezsin. Çünkü bu yoğunluğu düşürülen nura rahman dersen, rahmanı kayıtlamış olursun. Zaten onun için de rahman arşa istiva edip arşın altına inmemiştir. Altındaki ancak Abdurrahman olur. Zaten öyle olmuştur ki, bizler bir sanal hüviyet sahibi olarak düşük yoğunluk ile var edilmişiz. Yoksa ne seyir edilen varlıklar, ne de seyir eden bizler var olurduk. “Hu” sadece mutlak zata işaret eden işaret zamiridir. Rahman arştadır denilen ise, rahmanın bizzat kendisidir. Böylece esma kuvveleri itibariyle mutlak zatın varlıkları üzerindeki tahakkümü oluşur. Mutlak zat ise, kendisini bize Allah olarak tanıtır.

Biz dua ederek ulûhiyeti itibarıyla Allah’tan istiyoruz. Her ne kadar onun varlığı asli olup senin varlığın hükmi de olsa, burada ben de varım ve o da var. Biri sana elini açtığında demek ki sen de varsın, o da var. İşte biz de elimizi Allah’a açıyoruz. Burada Allah nerede diyemiyoruz. Çünkü yukarımız, aşağımız, solumuz, sağımız, arkamız ve önümüz yani her var edilen varlık ve bizi içine alan her mekân, ışığı alınan bir nokta nurun çeşitli terkipler sonucu bir araya gelmesi sonucu oluşur. Allah tümünden münezzehtir. Sen Allah nerededir dediğinde, sanki içerde veya dışarıda bir yerde gibi bir algı oluşur. Allah her yerdedir olayının hakikatini bilenler için, Allah her yerdedir söylene bilir. Ama olayın hakikatini bilmeyenlere sen, Allah her yerdedir dediğinde, bu defa onlar her yeri bir mekân olarak düşünür ve Allah’ı getirip içine oturtur. Oysaki her yerde olan onun nuru idi. Onun için dedi ya, yerin ve göğün nuru Allah’tır. Yani yer ve gök diye bildiğin onun nurunun tecellisi olarak var edildi. Çünkü ayette, Allah yer ve gök değil, yer ve göğün nurudur dendi. Buradaki inceliği fark edip hakikatten şaşırmamak esastır. Bu incelik ise, varlıkların yani yer göğün Allah’ın zatından değil, zatının yansıyan nurundan var edildiği hakikatidir.

Biz Allah’ın rahman ismi gereği esma ül hüsna diye sunulan Allah’ın isimlerinin işaret ettiği müsemmaların terkipsel sonucu meydana geldiğimizden ötürü, ErRahim olan Allah, üretime geçip nurunun yoğunluğunu düşürerek belli terkiplerle varlıkları oluşturduğundan dolayı, tüm varlıklar Allah’ın ta kendisidir diyemeyiz.  Çünkü varlıklara Allah dersen, Allah’ı varlıklarla kayıt altına almış olursun. Allah kayıt altına girmekten münezzehtir. Allah’ı kayıt altına alan onu anlamamış ve ondan mahrum olmuştur.

Her ne kadar esma ül hüsna diye sunulan Allah’ın isimlerinin işaret ettiği müsemmalar ve bu müsemmaların oluşturdukları terkipler kendisinin olsa da, yani kendi özelliklerine işaret edilen manalar olsa da, biz o anlamların terkipsel sonucu oluşmuşsak ta, biz bunun farkında olsak veya hiç farkında olmayanlar gibi davransak ta, hiçbir varlık Allah olarak görülemez ve Allah olamaz.

Çünkü öyle bir saplantıya düşüldüğü anda, Allah’ı onunla kayıtlamaya başlarsın ve şirke düşersin. Ayete dikkat ettiğimizde her şey Allah’ındır ve Allah içindir diyor, ama her şey Allah’tır demiyor. Yerden semavata tüm var edilen varlıklara, yani tüm “şey”lere Allah’tır denildiğinde, Allah’ı varlıklar içerisine hapsetmiş olursun. Varlıkları Allah’ın parçasıymış gibi görmeye başlarsın. Bu düşüncenin İslam akidesiyle alakası yoktur. Dolayısıyla her şey Allah’ındır deyip, haddimizi bileceğiz. Öylece doğru yolun yolculuları olacağız.

Bu ince detaya uymayan her düşünceyi terk edeceğiz. Böyle düşünmedikleri için ayakları hak yolundan kayanlara da, güzel bir dille olayı izah edeceğiz. Zira itikat düzgün olmadıktan sonra, istediğin ameli işle, Allah katında makbul olmayacaktır. Çünkü itikadın doğru olması, rotaya kilitlenen uçak gibidir. Rotası bozuk olan uçak, istediği süratte uçsun hiçbir hedefe varamadığı için, yakıtı bitince de düşmeye mahkûm olacaktır.

Unutmayalım ki; cennete sağlam itikat ulaştırır. Ama sadece itikatta yetmez elbette. Sağlam itikatla beraber amel şarttır. İşte amel sağlam itikatla beraber işlenirse, o sağlam itikat ile iman nuru yükselecek ve cennete ulaşım nasip olacaktır. Bizim için en önemli konu bir yerlere ermek falan değil, sağlam bir itikatla iman ve Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizin yolunda amel etmektir. Zaten yolun sonu kişiye mutluluğa getirecektir.

Her şey Allah’ın kendisine ait özelliklerini açığa çıkarması için oluşturduğu mana terkibidir. Bunu bir örnek ile az somutlaştıralım. Bir ressam düşünün, onun beyninde hafızalısında güzel bir tablo var. Bu tabloyu kâğıda döküyor. Sen bu tabloya sanatçıdır diyemezsin. Ama bu tablo sanatçınındır dersin ve bu tablo sanatçının düşüncesini seyir için oluşturduğu bir seyir alanıdır diyebilirsin. İşte varlık Allah değildir. Ama varlık Allah’ındır. Bu farkı iyice ayırt edelim.

Allahın ulûhiyeti ile rububiyetini iyicene bilip birbirine karıştırmayalım ki, meselenin aslına vakıf olalım. Olayın hakikatine vakıf olmak için, Allah’ın rububiyet alanına işaret eden sıfatını, ulûhiyet olarak işaret edilen sıfatın içeriğine adeta monte edip işin aslından sapmayalım. Her sıfatın hakkını olduğu gibi eda edip öylece tefekkür edelim. Zira biz, dua ederken Allah’ın ulûhiyet sıfatı gereği onun karşısında elimizi açıyoruz. Ama Allah, rububiyeti sıfatı gereği bizim ihtiyacımızı karşılar. Çünkü bizim tüm varlığımız, Allah’ın rububiyeti itibarıyla kendisiyle kaimdir. Her ne kadar rububiyet, ulûhiyet ve melikiyet olarak Allah’ı ayrı ayrı sıfatları ile tanıyıp tanıtıyorsak ta, her bir sıfat Allah’ın ayrı bir özelliğini anlatır ve o özelliğini algılamalara indirgemek içindir. Yoksa hâşâ Allah’ı bölümlere bölüp zihinleri allak bullak etmek için değildir. 

Zaten kullanılan tüm kavramlar, kişiye verilmek istenen meselenin özüne vakıf ettirmek içindir. Zaten olayın aslına vakıf olduktan sonra kavramların keyfiyeti sona erer. Olayın aslına vakıf olmadan, kavramlara takılıp işin özüne ermekten mahrum kalmak ise, işin en acı veren yanıdır.

Konumuzla alakalı olduğundan, dua ederken el açma olayına da az değinelim. Biz birisinden bir şey istediğimizde, o istediğimizi verdiğinde elimizi açarız. Çünkü bizim ruhumuzda yani yaratım hamurumuzda birisinden bir şey alırken eli açıp almak vardır. İşte bizim bir sanal benliğimiz vardır. Yani kendimize göre bir benliğimiz vardır ki, bunun yalanı yok. Kimse ben yokum diyemez. Ben yokum diyeninin psikolojik bir rahatsızlığı var demektir. Dolayısıyla her birimizin bir yaşam alanı vardır ve her birimiz buna şahidiz. Böylece dünyada yaşam alanları ediniriz. Karşımızdaki kişinin de bir benliği ve her birinin bir yaşam alanı vardır. Her birinin, diğerinin ihtiyacını giderme kuvvesi vardır. İşte her bir kişi öylece karşındaki insandan ihtiyacının karşılanması için elini açıp ihtiyacını alır veya elini uzatıp ihtiyacını yerine getirir.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz “veren el alan elden üstündür” diyerek, insan evladının benlik sahibi olduğunu apaçık beyan etmiştir. Bu el açma olayı bedensel el açma olduğu gibi, içten içe kendi alıcılarını açıp karşısındakinden istemek şeklinde de gerçekleşir. Örneğin öğretmenden ders dinleyip ilim alırken de bu sistem geçerlidir. Zaten algılamasını alıcı yapmayan öğrenci, öğretmeninden bir şey alamaz.

Birde yüce Allah’ın yani mutlak zatın kendisine ait asla tarif edilemeyen bir mutlak benlik alanı vardır. Bir reel benliği vardır. Biz bir sanal benlik sahibi olarak başka bir sanal benlik sahibinden yani birisinden nasıl ki bir şey istediğimizde, o şey verilince elimizi açarız ve öylece alırız. Aynen öyle de, biz reel benlik sahibi yani mutlak vücut sahibi olan Allah’tan istediğimizde de elimizi açıyoruz. Çünkü biz elimizi açtığımızda, bizim beynimizdeki o alım devreleri açılıyor. Örneğin diyoruz ki Allah’ım beni cehennem ateşinden koru, ellerimizi ters çeviriyoruz. Yani diyoruz ki, ben cehennemi ve içindeki ateşi istemiyorum. Yani ben burada alıcılarımı kapatıyorum. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizde hoşuna gitmeyen şeyler gelince ellerinin ayasını yere çevirirmiş.

İşte el açma olayı ruhi yapımızın devrelerinin devreye girme olayıdır. Kişi el açarken esas olan olay, ruhsal konsantrasyonunu sağlamasıdır. Bazen büzüşür eller, bazen çok açılır, bazen de tam yukarıya kaldırır ve öylece münacatta bulunuruz. İşte dua da esas olay, içinde bulunduğu yöneliş anında, kişi ile Allah arasında derin bir senkronize halinin yaşanması ve o anda rahmeti yağdıracak şekle bürünüp rahmetin tecellilerine mazhar olunmasıdır. Bu hal her zaman oluşmayıp, çoğu defa derin ihtiyaç anında hâsıl olur.

Örneğin derin bir hastalık anında, kişi dışsal tüm umutlarını yitirir. Öylece kişi, tam huzuru kalp ile yaratanına yönelir. Bu ruhsal durum için de, hasta Allah’ın misafiridir diye sembolizme edilmiştir. Demek ki o yakınlık anı, kişinin Allah’a misafir olma anıdır. Ev sahibi misafirini kırmaz ve misafirin istediği şey, eğer misafir olduğu evde varsa ona ikram edilir. İşte Allah’a misafir olan da, her istediğine kavuşur. Hastanın kendisine dua ettiği kişi de, isteğine kavuşur. İşte tüm olay kişinin içsel konsantrasyonu ile alakalıdır.

Örneğin, bizim yegâne değişmez örneğimiz olan Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz bazen elini o kadar kaldırırdı ki sırtındaki abası düşerdi. Yani ya rabbi ben o kadar, o kadar,  o kadar çok istiyorum. Bazen Kâbe’nin kapısı ile hacerül Esved arasındaki Mültezem denen yerde durur, ellerini tümüyle yukarı kaldırır göğsünü Kâbe’ye yapıştırır ve öylece dua edermiş. İşte burada olduğu gibi, el kaldırış veya istemediği şeyin oluşmaması için elini ters çeviriş vs. tüm şekil ve hareketler kişinin tümüyle psikolojik ve anlık serzenişiyle alakalı bir durumdur.

İşte burada kafamıza takılan Allah nerede olayındaki yer kavramıdır. Yer kavramı bize göre bir kavramdır. Hu adıyla işaret edilen mutlak zat dediğimizde veya onun kendisine isim olarak seçiği Allah dediğimizde, artık her hangi bir yer düşünülemez. Hem Allah’ın bütün evreni çevrelediğini de düşünemeyiz. Çünkü çevre zaman, mekân ve tüm bu minvaldeki tüm kavramlar bize göre şeylerdir. Allah dediğimizde bu kavramaların tümü düşer. Sırf kendisi ve tüm varlığı kendi ilminde var edişi kalır.

Hata hatta sonsuzluk kelimesi bile bize göre bir kavramdır. Sonunun gelmediğini düşünürsün ya, işte bu kavram bile Allah için düşünülemez. Bu kavram bile sübjektif bir kavramdır. Yani hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak zat dediğimizde, sonsuzluk kavramı bile düşüyor ve kavramsız bir mutlak zat olarak sessiz ve sözsüz bir perde iniyor. Konuyu böylece derledikten sonra, şunu da fark edelim.

Kişi dese ki üzerimdeki bir Allah şu konu şöyledir. Burada şunu demek istiyor; bendeki tüm kuvvelerin üzerinde Allah’ın mutlak kuvveleri vardır. Benim gücümün üzerinde Allah’ın gücü ve kuvveti vardır. Benim irademin üzerinde Allah’ın iradesi vardır. Bu mekânsal olmayıp tümüyle bizim ile Allah arasındaki irtibat ile alakalıdır. Yani atalarımız üzerimdeki bir Allah dediğinde şirke girmediler, maksatları mekânsal değil boyutsaldı. Biz olayın aslını bilmediğimiz için zihnimiz başka yöne daldı. İşte bu günde mekânsal değil de boyutsal ve anlamsal olarak düşünülürse, her hangi bir sorun teşkil etmez.

Size şah damarından daha yakındır veya karıncanın ayak sesini işitir dendiğinde ise, bizi veya karıncayı var eden her kuvve Allah’ındır ve dolayısıyla Allah bize veya karıncaya, onun sanal benliğinden ona daha yakındır. Dolayısıyla Allah, kendi esma kuvvelerinin terkipsel oluşumlarının farkındadır. Çünkü her şey bizzat onunla kaim olup onun tasarrufundadır.

Olaya yaklaşmak için bir örnek verelim. Lütfen örnekteki manayı alın ve örneği çöpe atın. Sen düşüncende bir varlık hayal edersen, o hayalinde var ettiğin varlığın attığı adımları da sen düşünüp ona attırırsın. İşte tümünün yaparak farkında olursun. İşte tüm kâinattaki her şeyi bizzat Allah yaratarak farkındadır. İnsan tabi ki az değişiktir. İstek ondan sudur eder. İsteği doğrultusunda yaratıma ve oluşuma kavuşur. İşte istek oluşması da rububiyet alanına göre şekillenir. Rububiyet alanının genişleyip istek alanının da geniş olması emir ve yasaklara uymak zorundadır.

Burada geliş yerimizi tekrar kısaca belirtelim ki olay daha bir pekişsin. Tüm varlıklara Allah’ın somut bir tecellisidir demek büyük bir hatadır. Allah’ın mutlak zatı için yani ulûhiyeti itibariyle tecelli kavramı asla kullanılamaz. Çünkü tecelli bir mekândan başka bir mekâna doğru olur. Her varlık Allah’ın mutlak nurundan bir tutamının yoğunluğunun düşürülmesi sonucu oluşan kuvvelerin hareket mahallinden oluşmuştur. Bu hareket mahallindeki kuvvelerin her birisine bir isim verilmiştir. İşte tüm varlıklar, bu isimlerle işaret edilen kuvvelerinin kendinden kendine diyebileceğimiz şekilde, bir arada ve ayrı ayrı kompozisyonlar oluşturmalarıyla belirirler. Tecellideki gibi bir şeyin bir yerden bir yere gitmesiyle oluşmazlar. Zaten böyle bir anlayış, Allah’ın mutlak zatı için muhaldir. Çünkü o yanı sıra mutlak vücut sahibi var olmayıp, onun hiçbir kuvvesi başka bir mekânda yer açıp gitmiyordur.

Ama tecelli, fiiller âleminde oluşan varlıklar arasında olabilir. Zaten İslam literatüründe kullanılan tecelli kavramı da bu minval üzerine sudur etmiştir. Ayrıca  tecelli için şunu da düşünebiliriz. Allah yarattığı her birime bir sanal benlik vermiştir. Bu zerreden küreye, melekten feleğe her varlık için geçerlidir. Allah mutlak benlik sahibi olarak sanal benliğe rububiyeti itibarıyla yönelmesine tecelli etti diyebiliriz. Bu tecellide ise, varlık mahallinin ismi veya emaresi kalmaz. Tecelli ettiği gibi varlığı ortadan kalkar. İşte bu tecelli denilen olgu, Allah’ın mutlak zati nurundan yoğunluğu düşürülmüş ve adına hakikati muhammedi denilen nuri muhammedinin nurlandırdığı varlıklarına doğru oluşur. Yani arşın üstünden arşın altına iner. Bu da perde arkasından gerçekleşir. Perdesiz olması mümkün değildir. Çünkü perde kalkarsa, yaratımın bir amaç ve hedefi de kalmaz.

Allah yanı sıra bir vacibu-l vücud olmadığı için, demek ki her yer ve zaman da Allah ile kaimdir. Demek ki mutlak olarak tecellisi bile muhaldir. Kendinden kendine seyir halindedir. Seyir halinde olduğu varlıklarda kendi mana kuvvelerini seyir etmektedir. İnsana ruhundan üfleyip bir sanal benlik verdiği için ve bir isteme gücü de bağışladığı için, insan kendisini ayrı görüyordur.

Olayı bir örnekle anlayışlara sunalım. Güneşin ışığı güneşten dünyaya tecelli eder. Yani bir mekândan başka bir mekâna gidiyordur. İşte Allah’ın esma kuvveleri Allah’tan ayrılıp başka bir yere gitmiyordur. Böyle bir şey onun için düşünülemez. Varlık nazariyesi kendinden kendine diye bileceğimiz bir tarzdadır. Bunu hakkıyla izah etmek için kelime yetmiyordur. Çünkü misli, dengi ve benzeri yoktur. İşte Allah ile varlık arasındaki münasebette mutlak manada tecelli dahi söz konusu olamaz. İşte Allah’ı zatı itibarıyla her hangi bir varlığa sokamadığımız gibi, âlemler ve âlemlerdeki tüm varlıklar dahi ondan ayrılıp başka mahalde yer almamışlardır. Bu iki düşünce de yanlıştır. Çünkü o yanı sıra mutlak vücut, yer ve mekân olamaz. Olması için onun yanında yer açılıp, ona sınır belirleyip o şekilde olması düşünülebilir. Bu da muhaldir.

Dolayıyla arşı şöyle düşünebiliriz. Allah bir tutam nurundan varlıkları yarattı ya, o bir tutam nurun ışığını alıyor, bu bir tutam nurun ışığını düşürdüğünde o bir tutam nur onun tüm ilmiyetinin içinde sanki bir kalıba konulmuş oldu. Şimdi bu kalıbın etrafına sen bir zar veya kabuk koysan, bu defa o kabuk o noktanın arşı oluyor. Rahman arşa istiva etti ayetini burada düşünelim. Allah’ın tüm esma kuvveleri yüzde yüz olarak bir sonsuzluk itibarıyla rahman olarak kabuğun üzerinde olur. Kabuğun etrafını sarmalar durur.

İşte o kabuk volümü veya yoğunluğu düşürülmüş esma kuvvelerinin arşı olur. Kabuğun içinde de volümü düşük olarak içinde tasarruf eden gene kendi olur. İşte kabuğun dışından kabuğun içi üzerinde Allah ulûhiyeti itibarıyla tasarruf sahibi iken, kabuğun içinde de Allah,  rububiyeti itibarıyla tasarruf eder. Melikiyeti itibarıyla da tüm hüküm koyuculuğu elinde tutar. Yani velhasıl mülk onundur ve tasarruf ondadır. İşte bu örnekleme ile olaya yaklaşa biliriz. Onun için diye biliriz ki, her yer Allah’ın ilmindedir. Dolayısıyla dır ki Allah her yerdedir. İşte onun içinde dualarımız olabildiğince özden öze olabilmelidir. Yani kişinin üzerinde etkileşim yapacak ve hakikatiyle senkronize olabilecek şekilde olmalıdır. İşte öylece o dua hedefine çabucak ulaşır.

Kur’andan alınan hazır dualar direk özümüzle senkronize olduğu için hazır kalıplardır. Hiç anlamını bilmezsek de okuduğumuzda, sonucu bizim için oluşur. Rabbena Atina duası gibi… Kur’an da sunulan her bir dua ve her ayet, direk bizim ile rahman arasında irtibatın kurulması için gerekli tüm volümü yüklenmiş prensiplerdir. Hiç farkında olmadan da söylediğinde hemen hedefine ulaşır. Yani otomatik bir senkronize halidir. Kur’andaki tüm dualar ve ayetler öyledir. Okuduğunda hiç anlamını bilmesen de o dua gider ve bilincinde gerekli şeyi alıp sana getirir. İşte Kur’anın anlamını ondan geçen duaların anlamlarını bilmeden de okusan, direk ulûhiyete bir iltica olup sana mutlak olarak geri dönüş olur.

Kalp insanda arşı rahmana açılan yegâne kapıdır. Açıldığında rahmanın dergâhına kalb, seyreden seyredileni artık bilirsin. Tek bir hamd alır halini unutulur nisyan. Halden hale geçişlerin rahmaniyet nuru ile olduğunu ve her zerreyi sardığını anlar.

Dışarında bir şey arama, her şey sendedir sende. Felek, arş, ferş ve kürsü özündedir özünde. Tüm duyuların kesilse de, yok olur her şey sende. Senle var olan, senle yok olan ve hatta sana göre yok olan, varlığı kimdedir kimde. Aç gözünü temaşa eyle. Arş ötededir sen burada değil. Veya sen buradasın arş ötede hiç değil. Bu enfusun itibarıyla böyledir. Birde bunun afakı vardır ki, ötelerde olan yedi gök ve en üstünde olan arşı ala.

İşte sen kendinde olan arştan yola çıkarak afaktaki arşı alayı keşfetmelisin. Sen kendinde var olan arşı keşfetmeden dışarıdaki arşı asla keşfedemezsin. Çünkü sen âlemlerin minyatürüsün. Âlemler sende dürülü ve sen âlemlere aynasın. Aynan ışıldadıkça enfusun açılır. Enfusun açıldıkça da afak sana ayan beyan olacaktır.

Rahman arşa istiva etmişse, rahman ismi de Allah ismi gibi zata özel olup hiçbir yaratılmışa verilemeyecekse, demek arşın üstü mahlûk kokusu almamıştır.

İşte enfusuna dalıp afakını seyre dal. Levh-u arşı ferş-u kürsiyi ayrı bilme, zaman ile mekânı zarf ile mazrufu iki görme, yer ile gök hem cennet ile cehennemi ayırma. Tümü dikkat et, Allah indinde bir nokta, sakın ha şaşı bakma.

Ama her birinin hakkını ver. Sakın ha haksızlık etme. Cennet ehli ile cehennem ehlini karıştırma. Biri noktanın nüktesi olmuşken, diğeri noktanın melezi olmuştur.

Noktadaki yerini bil ve sağa sola kayma. Direk arşı alaya yolcu ol. Öncü olup halk içinde hakka rehber ol.

Açtım gönlümü sana ey rahmeti rahman, heybetimle döndüm sana ey derde derman, sığındım nuruna nurlanıp Huda ile buluştum, ey bendeki can; hayatım hay oldu senle, ey rabbi mustean, bu halim ölüme dek sürsün an be an.

Yorum yapın