ZİKİR SANA CANDIR
Allah’ın boyası ile okunan zikirler arasında münasebet var mıdır?
Bakara 138. Ayette acaba ne denmek istenmiştir?:
“Biz, Allah’ın boyasıyla boyanmışızdır. Boyası Allah’ınkinden daha güzel olan kimdir? Biz ona ibadet edenleriz”.
Boyanmak, bakış aralığımızı kullanarak şuurumuzu Rabb-ul Erbabın isteği doğrultusunda canlandırmaktır. Dikkat edin ki, bu boyama o olmak değildir. Belirtilen boyama sonucu bakış açımızın değişimidir. Allah ayette bize der ki, benim boyamla boyanın.
Allah’ın doksan dokuz olan Esmâ-i hüsnâ’sından her biri, bize Allah’ın ayrı bir özelliğini tanıtır. Allah; tüm yarattıklarını kendi özelliklerinin işaret kapsamını kullanarak ilmek ilmek bir düzen dâhilinde dokur. İşte bu dokumaya Allah’ın boyası denir. Bir resmin boyanması ile ressamın elindeki boyalar, resmin üzerine çizildiği panonun üzerinde şekillenerek gözükmeye başlar. Her bir renk, pano üzerinde ayrı bir dokuma yapar. İşte biz insanlar; varlığımızı teşkil eden ferşimiz üzerinde, Allah tarafından oluşturulan fıtrat boyasını; namazla, oruçla, zikirle ve diğer ibadetlerle, hem nefs-i emmârenin isteklerinin tersini işlemekle sürekli canlı tutarsak, Allah’ın razı olduğu yani seyrine açtığı bir ayna oluruz. Ama şeytani hissiyatlarla şuurumuzu donatırsak, Fatiha süresinde ifade edilen mağdub veya daaaallllin diye isimlenen kesimlere girmiş oluruz.
Şuurumuzun az bir kısmı gündelik faaliyetlerimizi yaparken, büyük kısmı yedekte bekler. İşte yapılan ameller, yedekteki şuuru bizim kullanım alanımıza koyar. Öylece ruhi dengelerimiz şekil alarak yaratılış fıtratına doğru yol alır. Fıtrat kelimesi arapça olup, yaratmak, yaratılış, icat etmek ve bölmek anlamlarına gelir. Fıtrat kavramı, program anlamına gelmemektedir. Yani bir canlının fıtratı o şeyin programı değil, en saf, en temiz ve en duru olan ilk halidir. Örneğin suyun ilk hali olan yağmurun duruluğu ve berraklığı onun fıtratıdır. Sonra bu su, dış şartlara göre farklılaşır ki, bu da onun bozulması anlamına gelmektedir.
Kur’an-ı Kerim ve hadisi şeriflerde fıtratın nasıl ele alındığına bakalım; “Bu nedenle Sen yüzünü tam bir teslimiyetle Hakk Din’e çevir; Allah’ın Fıtrat Dinine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte dimdik ayakta duran Hakk Din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum suresi 30) Yani bu ayete göre bir insanın küfür halinde olması onun fıtratı olmamaktadır. Küfür halinde olmak, kişisel ve özgü olan fıtrat üzerinde yani donanım üzerinde, fıtratı nimete erenlerin yolundan uzaklaştırıcı bir şekilde yeni bir yazılımı yüklemektir. İşte kişilik üzerinde bu yazılımı oluşturan ana etken, dış şartların etkisiyle oluşmaktadır. Fıtrat yani kişisel donanım, İslam üzere dünyaya gelmiş iken, fıtrat üzerinde yapılan etkilerle fıtratın başka bir şekile bürünmesi, ancak fıtrat üzerine yazılan yeni yazılım ile gerçekleşir. Çünkü insan açık kodlamaya müsait bir şekilde dünyaya gönderilir. Üzerinde yapılan kodlama ile terbiye alanı şekil alır. İşte terbiye alanına rububiyet alanı denilmektedir. Buna Rabb-ul has da denilmiştir.
Her insanın yazılımı, yaratıldıktan sonra şekillenir. Ama donanım; virüslerden arınmış, yazılıma hazır ve temiz olarak islam fıtratı üzere dünyaya gelir. Şunu da unutmayalım ki, bazı bilgisayarların donanımı yüksek iken, bazı bilgisayarların donanımı daha sınırlıdır. Ama her donanım; üzerine ayrı ayrı yazılımı yazacak şekilde motiflendirilmiştir. İş o ki sen donanımını İslam’la süsle, çıktısı ise fıtratla uyumlu halde zuhur eylesin. Yoksa bilgisayarın uyumsuz çalışır ve en sonunda da çöker.
Kalu Belâ ayetinde ise, bu konu şöyle geçer; kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik.” demeyesiniz diye Rabb’in, âdemoğullarının sırtlarından soylarını çıkardı ve onları kendilerine tanık yaptı. Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? Dedi. “Evet, Rabb’imizsin, tanıklık ediyoruz. ” dediler. (Araf 172) Bu ayette de, her insanın yaratıcısını bilmeye ve hissetmeye eğilimli olduğunu, ama zamanla çevresel döngülerin galabe çalması sonucu unutabileceğini belirtmiştir. Yine bu ayette, Rableri insanlara, “Ben tek değilmiyim?” diye sormamıştır. Çünkü tevhit bilgisi özel bir durumdur ve Allah’ın seçkinleri tarafından yaşanır. Bu ayetteki tanıklık yalnızca, kendisini yaratan ve koruyan, kollayan bir Rabbinin olduğu tanıklığıdır. Dolayısıyla her insan ilk doğduğu zaman bunu hissetmeye eğilimlidir.
Fıtrat hadisinde ise, “Her doğan islam fıtratı üzere doğar. Sonra ebeveyni onu nasrani, Mecusi veya h
Hristiyan yapar.” demektedir. O halde sonradan edinilmişlik fıtrat değildir. Fıtrat, yağmur suyunun gökyüzünden ilk düştüğündeki saflığı ve berraklığıdır. Mesela suyun fıtratının berrak olmasının nedeni, suyun buluttan parçalanıp bölündüğü (fıtrat) ilk halindeki duruluğudur. İşte fıtrat, ayrılıp bölünmek, parçalanmak ve yarılmak gibi anlamlara geldiği için, suyun yaratılması da buluttan ayrılarak (fıtrat) gerçekleşir.
İşte âlem ve âlemdekiler de böyle yaratılmıştır. Dolayısıyla her şeyin ilk hali yani fıtratı temizdir, programı ise onun kirlenmişliğidir. Yapılan zikirler sonucu kişinin edindiği bozuk programlar silinir ve fıtratın temiz duruluğuna ulaşılır. Çünkü zikir, insanın içsel karakterini değiştirir. İçe yansıyan Allah ilmi, iç karakterine göre dışarıya doğru yansıması seyir edilir. İç karakterini tümüyle değiştirme kuvvesi sadece ve sadece insana verilmiştir. Cine ise, sınırlı değişim hakkı verilmiştir.
Allah’ı hissetmenin bir kilit noktası da şudur; Allah الله kelimesine baktığımızda, bağımsız olarak yazılan elif harfi ile Lâhût-i âlem makamı üzerinden seyrini başlatan mutlak zatın kendisini tanımladığı âlem tasvir edilir. Kesinlikle düşünce o makama kavuşamaz. Baştaki lam sıfat âlemini, ikinci lam esma âlemini, ha ise ef’al âlemini tasvir eder. Üstte de ufak olarak yazılan ve ikinci lamı uzatan bir elif vardır. Tüm âlemlerin seyri, aslında bir makam olan Lâhût-i âlem üzerinden oluşur. Allah الله kelimesinin üstündeki ufak elif, tüm âlemlerde tasarrufun bir makam olan Lâhût-i âleminden olduğunu temsil eder. Bunu seyreden kişi, Lâhût-i âleminin sırlarına yaklaşır ki, buna ermeye kab-ı kavseyn denilmiştir.
Ama Lâhût-i âlemi dışarıdan seyir mümkün değildir. Çünkü onun içi ve dışı yoktur. Bir de şu vardır ki, Allah kelimesi kendinden önce ki kelimeyle birleştirilirse, Elif okunmaz. Çünkü burdaki elif vasıl hemzesidir. Bu da şunu gösteriyor ki, her ayetin başında okunması gereken besmeleyi okuduğumuzda, B harfi gereği o birimden hakkın kuvvet ve kudreti tecelli eder, buna işaret olarak ta okumaya direk lamdan başlanılır. Kur’an-ı Kerim’de geçen tüm düşen lafzatullah hemzelerini bu şekilde düşünerek okursak birçok sırra vakıf oluruz. Kişi bu vukufiyetin sonucu olarak yapısının fıtratına ulaşır. Öylece tertemiz bir hale gelir. İşte bu hissiyatlar, yapılan zikirlerde daim olup o zikirlerin mana içeriklerinde derinleşmekle gerçekleşir. Çünkü insan yapısının derunu yani içeriği Allah isimleri diye bize bildirilen Esmâ-i hüsnâ’nın değişken oranlarda dokumalarının bir araya gelmesinden oluşur.
Hatta sadece insan değil, tüm varlıklar da öyledir. Her insanın dokuma bileşimi, yani ferşin üzerindeki renklendirme karışımı ayrı ayrıdır. O yüzden de her insanın ahlakı değişkendir. Zikir ile bize bahşedilen bileşkemizi değiştirerek huyumuzu istediğimiz kıvama getiririz. O yüzden Kur’an-ı Kerim der ki Allah zikri en büyüktür. Gelişmek isteyen için tek çare zikirdir. Ben buna şahidim. İsteyenler bizzat tatbik ederek, kendileri de bu muazzam ve değişmez olan olaya şahit olabilirler.
Her insanda Esmâ-i hüsnâ bileşkeleri yani oluşturdukları dokuma değişkendir. O yüzden her insan ayrı huy ve ahlaktadır. Herkesin Esmâ-i hüsnâ dokumasının oluşturduğu bileşkesi aynı olsaydı, herkes aynı kişiliğe sahip olurdu. Herkesin Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin dokuması aynı olsaydı herkesin meşrebi aynı olurdu. Herkesin Esmâ-i hüsnâ bileşkesinin dokuması aynı olsaydı kimse kimseyle savaşmazdı. Sadece her insanda değil, her birimde dahi Esmâ-i hüsnâ’nın oluşturduğu dokumanın terkibi ayrı ayrıdır. Saçının teline kadar bileşke ayrı ayrıdır. Yağmur damlalarından kar tanelerine kadar ve hatta hatta aynı görünen her buğday tanesine kadar şekilleri ayrı ayrıdır. Gözümüzü bileşkenin sahibine çevirirsek haşyetle dolar ihsan ile dopdolu oluruz. Gözümüzü bileşkeye çevirirsek, şirkte boğularak hayatımızı cehenneme çeviririz.