ALLAH ( الله ) İSMİ, ÖZ BENLİĞİ  ( انا ) ve B (ب )

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Allah ismi Hz. Âdem’den günümüze zatın özel adı olarak kullanıldığı gibi, tüm meleklerde, cinlerde ve hayvanlarda da Allah olarak bilinir. Allah الله ismi mutlak zatın kendisine seçtiği özel adıdır ve hiçbir kavramdan türememiştir, hem bütün sıfatlara, esmalara ve dahi ef’ala işaret eder.

Allah lafzının başında yazılan Elif ile her zaman mutlak benliğe işaret edilir. Ayrıca elif, öz hüviyetin seyir mahalli olan gizli hazinede, tasarrufun reel benlikte veya sanal benlikte mutlak zata ait olduğuna işaret etmek için, mütekellim vahde-hu zamirinin sonuna bitişik olarak yazılıp hareke almayan elif ile işaret edilir.

Ayrıca içinde faile işaret eden belli başlı kelimelerin sonlarında harekesiz elif olarak bitişik gelir. Olayı anlamayanlar birçok kelimenin sonuna eklenen o eliflere zevaid yani fazlalık deyip işin içinden sıyrılamaya çalışır. Oysaki Kur’anda fazla olarak yazılan bir tek harf yoktur. Her harf ayrı bir hakikate işaret için yazılmıştır. 

Elif, Allah ismi şerifin ilk harfi olduğu gibi, aynı elif Allah ismi şerifin tam ortasında (الله ) ikinci lam’ın üzerinde ufak olarak yazılıdır ve lam harfini çeker. Mutlak zat, ( الله) Allah lafzının başındaki elif gibi her ne kadar ulûhiyeti itibarıyla her şeyden münezzehse de, ama lamın üstündeki ufak elif gibi rububiyeti itibarıyla her şey onunla kaim olup her yerde bizzat kendisi tasarruf sahibidir.

Konunun daha iyi anlaşılması için burada ene انا konusuna da az değinelim. Ene (انا)’ nin sonunda yazılı olup ama zahiren okunmayıp gizlenen elif gibi, Allah kuvvet ve kudretinin bizde beş duyu ile görünmez bir şekilde gizli olduğunu hissettiğimizde, bizden fışkıran rahmete şahit olacağız.

Ene( انا )’ nin sonundaki elif cismen var ama ismen yoktur. Eğer ismen de okunsaydı, o zaman insan için dünya yaşamının anlamı kalmazdı. Hem bazı kişilerin, insanlar iradesiz bir şekilde yaşar görüşü gerçek olurdu. Bu da Allah’ın şanına yakışmazdı. Eğer ene (انا)’deki elif cismen de olmasaydı o zaman da bazı kişilerin irade ve yaratım insanların elindedir tezi haklı olurdu. Bu görüşte hakikati dillendirmeyip olayın hakikati, irade insanın elindeyken, yaratım tümüyle Allah’a aittir gerçeğidir. Ah be aziz kardeşim bu gerçeği bir fark etsek gece gündüz demeden çalışırız.

Allah (الله ) kelimesine baktığımızda, bağımsız yazılan elif harfi lâhuti âlemi tasvir eder. Kesinlikle düşünce ona kavuşamaz. Baştaki lam sıfat âlemini, ikinci lam esma âlemini, ha ise ef’al âlemini tasvir eder. Üstte de ufak yazılan bir elif vardır. O da tüm âlemlerde tasarrufun lâhut-i âlemden olduğunu resmeder.

Seyirde olan kişi, lâhut-i âlemin sırlarına vakıf olabilir ki, bu sırlara erip yaşamaya kabı kavseyn denmiştir. Ama lâhuti âlemin dışarıdan seyri mümkün değildir. Çünkü onun içi ve dışı yoktur ki sen onu dışarıdan veya içerden seyir edesin. Bir de şu vardır ki, Allah kelimesi kendinden önceki kelimeyle birleştirilirse, baştaki Elif okunmaz. Çünkü buradaki elif vasıl hemzesidir. O da şunu gösteriyor ki, B harfinin kelimeye kattığı anlam gereği o birimden hak tecelli eder, buna işaret olarak ta okumaya direk lamdan başlanılır.

Konunun iyice anlaşılması için, B (ب ) harfinin kelimeye kattığı anlama az değinelim. B (ب ) harfi üç anlamdan birini veya aynı anda üçünü katar kelimeye. B (ب ) harfi, istiane yani yardım, musahabe yani beraberlik, mulabese yani giyilen elbise anlamlarına gelir. Şimdi üç manayı da katarak okuyalım.

Örnek olması bakımından bunu besmele üzerinde uygulayalım. Birinci anlam olan istiane yani yardım anlamını B (ب ) harfine kattığımızda besmeleyi şöyle anlatabiliriz. İsmi Allah olanın yardımıyla, hâlihazırda yaptığım eylemi yapmaya koyuluyorum. Yani ben, yaptığım her eylemi sadece ismi Allah olarak bana bildirilenin bende zuhur ettiği güçle yaparım.

İkinci mana olan musahabe yani beraberlik anlamını kattığımızda şöyle düşünebiliriz. Yani ben Allah’ın ilminde olup Allah’ın ilminden varlığımı bulmuş bir bireyim. Benim bu ilmi varlığım Allah’ın mutlak ilmine bağlı olarak yaşamını sürdürmektedir.

Yani ben her ne fiil işlersem, onun mutlak ilminin içinde var olan bir ilmi varlık olarak işlemekteyim. Yani mutlak zatın ilminin içinde varlığım var olmuş olup Allah’ın mutlak ilminin bende zuhur ettiği ilim ile ben, hali hazır da yapmış olduğum eylemi yapmaktayım.

Yani ikinci bir varlık olarak görülen, hem ilim, irade ve kudretle donatılan benim varlığım aslında tümüyle Allahın mutlak varlığının benimle kendi ilmini seyir etmesinden başka bir yapı değildir. İşte ben bunun farkında olarak, bana tevdi edilen irade ile yapmasını niyetlendiğin eylemi ondan gerekli gücü alarak yapmaktayım.

Üçüncü mana olan mulabese yani giyilen elbise anlamı ise şöyle bir hissiyat verir. Ben tamamıyla Allah’ın mutlak ilminin oluşturmasına bağlı olarak onun ilminin içinde var oldum. Onun ilmi bir elbise gibi beni kuşatır ve ben onun ilimin kuşatmasıyla hali hazırda yaptığım eylemi yaparım.

Kur’anda geçen tüm düşen lafzatullah hemzelerini bu şekilde düşünerek okursak çok sırlara vakıf oluruz. Bir’in bütün sayıların mertebelerine sirayet etmesi gibi, Elif harfi de bütün harflerin mahreçlerine sirayet eder. Aslında her var’lık Allah’ın kelamının birer kelimelerini oluşturur.

İlk sure elifle başlar ki tüm var’lıklar elifle ayaktadır. Besmelede ise B (ب )’dan sonra gelen elif düşmüştür ki, oradan bize ince bir mesaj vermektedir. Yani der ki, kendindeki oluşturma gücünü kendinden bilme. Senin sinende gizlenip sen irade ettiğinde senden açığa çıkan tüm güç ve kuvveti, sende gizlenip hakikati itibarıyla Allah’tan sana geldiğini hakikatini bil.

Sakın ha sahiplenme ve Allah adıyla işaret edilen zatın kuvvetini hissederek yapacağın işe başla. Zaten malumdur ki her işe Besmele ile başlarız. Yani bu gerçeği hissederek başlarız ki şirkten arınalım.

Salâtın yani namazın kıyamı da elif gibi dimdik ayakta olur. Elifin bakışıyla görürüz. Elifin alttan uzanıp lama dönüşmesi gibi uzanıp bürünürsek, yani seyri enfüsi ile seyri afakîye dalarsak, hem tüm yaratılanı zatı itibarıyla her haliyle seversek, dertleriyle dertleşip sevgilerine ortak olursak,  hal diliyle hakkı zikretmiş oluruz. Böylece cümle âlemde arif olarak anı seyre dalarız.

Hurufi mukataa olan Elif lam mim (الم)’deki Elif, Hu zamiriyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyete işaret eder. Asla künhüne ulaşılamayan hazinedir. Sonra lam ve mim remizleriyle varlık yerli yerince oturur.

Bakara süresi Elif lam mim (الم)ile başlar. Olayın anlaşılması için bu ayete az değinelim. Bu harflerden her bir harf şifredir Hak ile halk arasında. Her toplum kendisine göre bir anlam vermiştir. Her ilim erbabı bu ayete ilmi serzenişine göre bir anlam vermiştir. Bu ayetler her zaman iman edenlerin kafasını kurcalamıştır. O yüzden hiçbir anlama tam budur denmemiştir. Bu ayeti tüm Kur’anın konu bütünlüğünü düşünerek üzerine az izah edelim.

Elif, hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyeti açıklar. Hüviyete işaret eden Elif, tümel anlamda mutlak benlik için bir konumlandırma olduğu gibi, öznel anlamda aynı konumlandırmaya işaret eder. Çünkü her bir benlik sahibi mutlak benlikle kaim olup varlığını yüce kudretten almaktadır. Yani elif harfi reel benlik sahibi olan Allah’ın mutlak hüviyetine işaret ettiği gibi, sanal benlik sahibi olan insanın da öz hüviyetine işaret eder.

Yani Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin Allah ismiyle kendisine isim koyup kendisindeki mutlak ve değişmez hâkimiyete işaret ederek, mutlak hüviyetin kendisinden kendisine nazar etmesiyle var bildiği mutlak hakikatine işaret eder. Hem de Allah’a halife olan insana, yani kişiliği var eden bireysel sanal benliğine de işaret eder. İşte bu gerçeğe binaen her yerde elif, benliği temsil eder, ha reel benlik, ha sanal benlik.

Lam, Allah kelimesindeki birinci lamdır. Allah kelimesindeki birinci lam subuti sıfatlara işaret eder. Bu çok önemli bir konudur. Mutlak zat Allah ismini kendisine ayna yapıp kendisindeki gizli hazineyi seyir eder. İnsan da bu seyir aynasında yerini alır. Hem aynı zamanda insan, Allah halifesi olarak mutlak zata ayna olup gizli hazinenin seyri için bir mahal olmuştur. Hem de insan, bu aynadaki benlik gibi benliğe bürünür, yani benlik içre benlik sahibi olur. İşte bu lam, insanda var olan sıfat âlemine de işaret eder.

Eğer sırf Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin kendisine ayna ettiği Allah ismiyle işaret edilen zatta ki sıfatlar, sadece Allah’a ait olup ve bizle ilişkisi olmasaydı, o zaman bize bildirilmesine ihtiyaç yoktu. Genelde insanlar, Kur’anda gelen kavramlara hayali olarak bakar ve Allah ismiyle işaret ettiği mutlak zata tahsis eder. Kendisi de hep uzaktan bakar.

Oysaki Kur’an da Allah için gelen tüm tanımlamalar, Allah’a halife olan insan için de o kavramlarım gölgesi mevzubahistir. İşte bu mutlak hakikat olan olayı anlamayanlar, bir kısım ayetleri Allah’a mal eder, bir kısım ayetleri eski toplumlara mal eder, bir kısmını Mekke’de ki müşriklere mal eder, bir kısmını ise Medine’deki Yahudilere mal eder derken kendisine bir şey kalmaz.

Elif lam mim (الم)’deki Elif zata işaretti ki, elifle bize bildirilen, bizim mutlak zat ile ayakta olduğumuzu yani var olduğumuzun farkındalığında olmamız gerektiği gerçeğidir. İşte bu Elif, mutlak zatın bizde var olan üflenen ruhuna işaret eder. Lam bizde var olan sıfat âlemine işaret eder. Mim ise, sıfatların açılımı olan ve bizim varlığımızın asıl öz cevheri olan hakikati muhammediye ye işaret eder.

Sıfatların açılımı olan Hakikati Muhammedi veya nuri muhammedi dediğimizde, hemen gözümüz eşrefi mahlûk olan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimize döner. Oysaki Dikkat edin! Mim hakikati muhammedidir diyoruz, Muhammed’tir demiyoruz. Onun hakikatidir diyoruz. Hz. Muhammed Mustafa sallahu aleyhi ve sellem efendimiz, “Nefsim kudret elinde olan zata yemin olsun” diye yemin ederdi. Bunu iyice fark etmemiz gerekir.

Şimdi az düşünelim; “HU adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet”, Allah ismiyle işaret edilen aynada kendindeki sıfatları seyir etti, tabi Allah’ın halifesi olan insanda da seyir etti. Bu seyirle beraber özündeki manalara daldı. Bu manalar doksan dokuz diye özet olarak sunuldu.

Mutlak zat; bu doksan dokuz manayı terkipleştirip on sekiz bin âlemi oluşturdu. Öylece ef’al âlemi başladı. Bu seyirlerinde bir sistem oluşturdu. Rastgele bir oluşum yok. Sonra son halka olarak varlık içre varlık olarak insanı var etti. Yani insan, on sekiz bin âlemi ile, doksan dokuz esma manası ile ve sekiz subuti sıfatı ile Allahın halifesi oldu. Ama gene de Allah ismiyle işaret edilen zatın sistemine tabi şekilde.

İnsana lahuti âlemden üflenen ruh ile kendisine sanal benlik verilerek eline verilen yetki verildi. Bu yetki ile var edilen sistemin dışında da hareket etme yetisini elde etti. Ama sisteme uymadığı zaman ise, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin, üst çatı olan ve Allah adıyla işaret ettiğimiz mutlak zatın özündeki manaları seyir için var ettiği sisteme bağlı olduğundan, üst sistemin dişlileri arasında ezilir.

İşte üst sistemin dişlileri arasında ezilmesin diye de, yüz yirmi dört bin nebi ve üç yüz on üç tane rasulellah ve sayısın ilim erbabı ile yarattığı sistem ve düzenini insanlığa tanıttı.

Dedi ki ey insan! Sen elbette serbest yaratılmışsın, ama senin içinde yaratıldığın bir sistem ve düzen vardır ki uymak zorundasın, uymazsan üst sistemin dişlileri seni ezer ve acıyanın da olmaz. Herkes nefsi nefsi deyip kaçacaktır senden.

Biz insanlar olarak serbest yaratılmışız ama bu et kemik beden bizde olduğu zaman diliminde bu serbestlik mevcuttur. Sonrası ise, sistemin yaratımına bağlı olarak sonsuza dek yaşayacak büyük büyük çoğunluk…

İpini koparan çok az kısım ise, cennetlerdeki yaşamla beraber zatın kendine seçtiği kullar olarak her yerde serbest olacaklardır. Dünyada da, berzahta da, cennette de onlardan olmak ümidiyle konumuza devam edelim.

Mutlak hüviyet bakışı itibarıyla Elif (ا)  harfi bize der ki; karşımıza ayna gibi dikilen ve Allah ismi ile tanıtılan ve HU ile işaret edilen mutlak zat, sırf kendisi mutlak olarak tüm âlemlerde var olan tek irade, tek güç ve tek ilim sahibi olarak, bir tek olan zatın ta kendisidir ve dahi tüm tecelliler kendisinden kendisinedir. Azizim, Elifin (ا) dibinden uzanıp Lam ( ل ) şekline bürüneni incitme ki, Mim (م ) den aşağı sarkıtılan çizgi gibi içine nazil olan hakikati muhammedi gözle görülür olsun sana. Hem bil ki, Elif Lam Mim (الم) diye işaret edilen kitabın içeriği asla yazılamaz, sadece nefsinde gerekli hazırlığı yapanlar tarafından görülebilir.

Elif (ا) ile lam (ل ) birbirlerinden tamamıyla ayrıdır. Asla birleşmez. Lam, elif misali dimdiktir ama alttan uzanan bir uzantı vardır. Lam ( ل )’ ın alt ucu uzanarak bize şu bildiriliyor, zatın seyir etmek istediği manaları keşfetmek için, sanki genleşip adeta uzanarak lahuti âlemini oluşturuyor.  Mim (م )  ile ise, aynı devam eden ve genleşerek açılım yapan seyir, melekut alemini oluşturmak suretiyle koskoca bir kitabı var etmiştir.

Kitabı görmek için de gerekli ilim yazılır. Zaten Kur’an olan Furkan, mutlak kitabı göstermek içindir. Hidayet kaynağı olması için de ilk şart olarak takvalığı şart koşmuştur. Gerekli çalışmayı yapıp nasiplenebilen, Kur’an olarak bize sunulan Furkan’da anlatılan ilme iman ederek kitabı görmeye yaklaşır. O zaman yapılacak olan şudur ki, kitabı görmek için Kur’an olan Furkan’ı kelime kelime yaşama geçirmek olacaktır.

Allah zatın özel adıdır. İlah kelimesi ise, kişinin yönelim alanına verilir. Bize Allah’a yönelimi ulûhiyeti itibarıyla tanıtan kavramdır. Çünkü biz, yegane yönelim alanı olarak Allah’ı biliriz. Allah’ın ne olduğunu kavrayamayan ve bir kendi var bir de o var, o çok güçlü ben az güçlü ve ona yönelip tapınayım ki beni sevsin ve yardım etsin düşüncesine tanımlama babında bu kavram kullanıla gelmiştir. Bu düşünceye binaen var olan ilah kavramını bizzat Allah için kullanmak hatadır. Çünkü ilah yönelim alanı haline verilen ad iken, Allah mutlak zatın kendisini tanıtmak için kendisine verdiği isimdir. Hiçbir dile tercümesi yoktur. Oysaki ilah yani yönelim adı, her dilde ayrı kavramla bilinir olmuştur. Türkçe tanrı, İngilizce god farsça xwuda gibi kavramlarla anlatıla gelmiştir.

Onun için de Allah isminin nereden geldiğini bilmek için de dil kurallarını bir yana bırakmamız icap eder. “Allah” kelimesi “ilah” kelimesinden türememiştir. Aksine ilah kavramı “Allah” isminden türemiştir. God, tanrı, ilah, xwuda, yezdan, nirvana gibi kavramlar aynı anlamlara gelir ki, Allah isminin tercüme ve meali olamazlar.

Müştak kelimeler her zaman dilbilgisi kuralları içinde oluşmaz. Bazen de tersi bir oluşumla kavramlar türer. Dil bilgisi kurallarına göre, İlah kelimesi Allah kelimesinden müştaktır. Dilbilgisi yani Arapçadaki sarf ve nahiv kurallarına göre Allah kelimesi ilahtan türemiştir. Oysaki Allah kavramı için durum bunun tam tersidir.

Şöyle ki, Allah ismi ile işaret edilen mutlak zat, Allah resulleri tarafından insanlığa tanıtılmışlardır. Hz. Âdem’den günümüze kadar gelen tüm Nebi ve Resul’ler yani tüm peygamberler, insanlara bizzat Allah’tan öğrendiklerini öğrendikleri şekillerde kulluğumuzu idrak ettirmeye çalışmışlar ve kulluğu tüm detaylarıyla bildirilmişlerdir.

Her peygamber Allah’ın kitabından orijinal bir anlatımınla sunduğu hakikatler, kısa bir müddet sonra olması gerekenden saptırılarak unutuldu. İnsanlık, genel olarak bakış alanı olarak dışsallığa doğru yaşadığı için rububiyeti unuttu. Bazısı da rububiyeti ulûhiyet sandı. Kulluğun ne olduğunu fark edemediklerinden, Allah’ı da çok ötelerde koca bir ilah olarak zannettiler. Veya kendilerini ondan bir bölüm veya parça görmeye başladılar. Oysaki ilahlık, kulun saf bir yönelişle rabbine yaptığı yönelim alanına konulan isim idi.

Allah hem ulûhiyet hem de rububiyeti itibarıyla bilinirse kulluğun hakikatine doğru yönelim oluşur. Oysaki insanların ekseriyeti, kendilerini tümüyle bağımsız bir varlık olarak görüp O’na tapmak suretiyle bir şeylere ulaşmaya çalışmışlardır. Bu tapma sonucu Allah ilah olarak görünmeye başlanmıştır. Onun için de ilah kavramı Allah isminden müştaktır. Yani ilah kelimesi, Allah’ı hakkıyla bilemeyenlerin ona yakıştırdıkları bir kavramdır.

Zaten dikkat ederseniz, doksan dokuz isim içinde ilah ismi yer almamıştır. Doksan dokuz isimler içinde yer almayan isimler hamurumuz olmayıp, sonuca müteallik oluşan kavramlardır. Şafi, mudil, müstehzi, murid, ilah vb. ve benzeri isimler sonuç odaklı isimlerdir. Zaten onun için de esma zikirleri içerisinde yer almayıp sadece dua ederken başına ya bırakılıp içerikten sakınılır veya içerik istenilir. Öylece kişideki esma kompozisyonu o yönde suret alarak kişiye gerekli oluşumu aktarır.

İşte hakikatten uzaklaştıkça daha sonraki nesiller, gün geçtikçe hakikatten uzaklaşmış ve evrende var olup Allah’ın ilim ve kudretini yayan tüm varlıkları birer bağımsız varlık gibi görüp, onlardan uzanan Allah ilim ve kudretini onlara hasretmeye başlamışlardır. Zamanla ilah kelimesi cahiller tarafından objeleşmiş ve güneşe, aya, yıldıza, dağa, taşa, ineğe, sineğe verir olmuştur. Böylece müşrik toplumlar türemeye başlamışlardır.

Tüm kırılma noktası, Allah’ı ulûhiyeti itibarıyla sırf ilah olarak görüp varlıklara bağımsız vücut vermekle başlamıştır. Allah bu yanlışı düzeltmek için birçok peygamber ve ilim erbabı göndermiş ama çoğu olayı anlamak istemeyenler tarafından veya insanları sömürmek isteyenler tarafında işkencelerle katledilmiş veya sürgüne gönderilmişlerdir.

Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizden sonra insanlık bir nebze orijinal öğretiye dönmüşse de, bu fazla sürmemiş, gene de Allah bir ilah olarak sırf ulûhiyeti itibarıyla görülüp, rububiyet alanı unutulmaya başlanmıştır. Böylece İslam ümmetinin içinde az bir kısım ise, orijinal öğretiyi haykıra durmuşlardır. Bunların başına da gelmedik bela kalmamıştır.

Bazısı zindanlarda terk edilmiş, bazısının diri diri derisi yüzülmüş, bazısı canlı canlı eli ayağı kesilmiş ve gözü uyulup işkenceyle öldürülmüştür. Bazısı tekfir edilmiş, bazısı altmış yaşındaki âlimi uyandırdığı için kuyuya atılarak ölüme terk edilmiştir.  Tüm olay Allah’ı idrak edememek ve ona bir ilah-tanrı olarak bakmaktan geçer. Bu konuya bir not ekleyip bitirelim. Allah ismi tüm varlıklarda Allah’tır. Her ne hikmetse bazı insanlar bizzat Allah’ın kendisine seçtiği ismi sevmez ve ona başka başka isimler takar.

Hikmeti şu ki, insan ve cin müstesna, her varlık kendi esma terkibi kadar fenafillâhı yaşar ve Allah esma-i celilesine bilfiil boyun eğmiştir. Yani varoluş esma kompozisyonu ile hemhaldır. İnsan ve cin türünün ekseriyeti ise, bedensel veya ruhsal dürtülerin peşine takılıp özüyle özdeşleşmekten mahrumdur. O yüzden başka isimler aramaya kalkar. Çünkü mutlak zatın kendisine verdiği ismi, o kullar ağzına almayı hak etmiyordur. Allah ilmi dışında bir yaprak ağaçtan düşmüyorsa, bu da onun ilmi dâhilindedir. Onun için kınama yok hoşgörü ve seyir vardır.

Yorum yapın