ABDULLAH İLE ABDU-HU

YAŞAMINDA DERİNLEŞ

Bütün ilimlerin başı Allah’ı bilmektir prensibiyle inşallah dil döndüğünce bu önemli olayı yazalım.

HU dediğimizde, mutlak zata işaret ederiz. Zat derken bilmemiz gereken en önemli konu ise, onun mutlak zatı için sağ veya sol, ön veya arka, alt veya üst hem yer ve mekân olmaması hakikatidir. Bunları göz önüne alarak konuya devam edelim.

Mutlak hüviyette tüm sıfatlar ve esma-ül hüsna diye işaret edilen tüm manalar, kendi zatında gizliydi den kasıt, yoktu manasına değildir. Buradaki yanlış anlaşılmaya mahal vermeyelim.

Bir örnek ile konuyu açalım; lütfen manayı alıp örneği çöpe atın. Bir ressam hafızasında bir resim düşünür tüm renkleriyle ve teferruatıyla. O resmin projesi ressamın hafızasında gizlidir. Ne zaman ki kâğıda döker, o zaman gizli proje açığa çıkar. Resim projesi ressamda saklı iken, sadece resmin ilmi projesi vardı. Kuvveden fiile çıkmamıştı.

Şimdi konumuza dönelim. Tüm manalar onda gizliydi. Esma ül Hüsna diye isimlerle bize bildirilen, ona ait tüm manalar onda vardı, ama kendinden kendine nazar edip sahip olduğu manaları etkileşime geçirmemişti. Yani varlık âleminde yer almamıştı. Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet istedi ki, kendisindeki manaları seyir etsin. Bu istek oluştuğu anda Allah ismini kendisine uygun isim görüp bu müsemma ile seyre başladı. Hem seyir âlemine koyduğu tüm halkta o isimle anılır oldu.

Mutlak benlik, Allah ismiyle isim alıp kendisindeki gizli hazine diye tabir edilen manaları seyir edince, önce zatının yansıyan nuru ile ilim sıfatını devreye koyup kendisindeki tüm manalara nazar etti. Bu nazar edişle zati nurundaki tüm kuvveleri seyir etti. Bu zati nur onun içinde veya dışında olmayıp ondan olacak vecihledir.

Gördüğümüz ef’al âleminde bunun dengi, misli ve benzeri olmadığı için, bunu izah etmek babında bir örnek sunamıyoruz. İşte bu zati nurdan bir tutam alıp bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm âlemleri, bu nurun ışığını yani baskı kuvvetini indirerek var etti. İşte bu yoğunluğu düşürülmüş nura nuri Muhammedi diye de isim konuldu.

Muhammed isminin kavram anlamı; birçok defalar hamd olunmuş, defalarca övülmüş hem birçok güzel huylara sahip anlamlarına gelmektedir. Buradan hareketle nuri muhammedi derken kendisindeki manalardan birçok güzel manayı bir tutam nurunda barındırıp oradan da tüm varlıklarını seyir alanına koymuş diye düşüne biliriz. Yüce yaratan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizi bu nura tam ayna olacak şekilde yarattığı için de, Muhammed ismiyle müsemma olması için de dedesinin kalbine gerekli ilhamı atmıştır.

İlim sıfatı Allah’ın en büyük sıfatı olup tüm manalara hayat veren zatın kendi kendisini bilmesidir. Bu sıfat ile mutlak zat, kendi zati nurunun ışıldamasını seyir edip, kuvveden fiile çıkarmak istediği varlıklarla gizli hazinesini seyir etti. Aslında zati ilim bir sıfat olmayıp mutlak zatın kendi kendini bilişidir. Olaya bir nebze yaklaştırmak için bu tabiri kullandık.

Ama mutlak nurun nuri muhammediye ye nüzulünde yani inişinde, subuti sıfat diye bildiğimiz ilim sıfatının, bu zatın kendi kendini biliş anlamında kullandığımız ilimle, her ne kadar mutlak ilimle ilmiyeti oluşmuşsa da, zati ilimle alakası yoktur. Çünkü buradaki zati ilim, zati olup mutlak olarak zatın kendi kendisini bilmesiyle ilişkilidir. Subuti sıfat olan ilimle ise, tüm varlıklar kendi nefislerini bilmek için gerekli iç donanıma sahip kılınmışlardır. Böylece her birimizin bir öz benliği oluşmuş ve kendi varlığından haberdar olmuştur.

Subuti sıfatlar, zati nurun ışıldaması ile yani öz ilmiyle kendisinde olduğunu seyir ettiği, hayat, ilim, irade, kudret, kelam, semi, basar birde dönüşüm sıfatı olan tekvin sıfatlarıdır. Her ne kadar bazıları tekvini ayrı sıfat saymamışsa da, bizim kanaatimiz bu sıfatta mutlak sıfatlardan bir sıfat olup bu sıfat ile yaratım alanına giriş sağlanıyordur.

Mutlak hüviyet, zati ilmiyle kendisindeki saklı hazineyi, subuti sıfat olan ilimle, ilmin tecellileri olarak seyir şablonunda zuhur ettiği ilmi suretlerini seyre başladı. Kendisine de isim olarak Allah adını seçti. Yani kendisindeki gizli hazineyi seyir eden mutlak hüviyet, bu seyir kapsamında kendisine Allah ismini seçti. Bu isimle tüm nuri muhammedinin sirayet ettiği her noktada tanınır oldu. Bu isimle kişi hedefini belirler oldu. Bu ismin müsemmasına götürücü tüm fillerle boyandıkça arındı. En zirvede Allah’a halife olduğunun farkındalığına ulaştı.

Allah (الله ) isimdeki Elif ا ile mutlak zata işaret etti. İlk lam ل ile mutlak zatın kendisinden kendisine açığa çıkartıp seyir alanının oluşması için nuri muhammedideki sıfatlara işaret etti. İkinci lam ل ile sıfatların açılımı olan ve esma-ul hüsna diye bize sunulan manalara işaret etti. Sonundaki Ha ه ile de, melekût âlemiyle başlayan ve birbirleriyle etkileşimle başlayıp bir birine göre var olan zerreden küreye ef’al âlemine işaret etti. Yani Allah ismi bir işarettir ve zatın kendi seyir âlemine verdiği en büyük ve özel ismidir ki, bir ilah yani tanrı ismi değildir.

Zaten ilah kavramı dediğimizde esas maksadımız ve esas hedefimiz, acizliğimizin giderilmesi için yönelinen bir aşkın güç sahibinin olduğu bilincidir. Bu gücün yegâne sahibinin ise, Allah olduğu hakikatidir. Allah’ın ulûhiyet alanının farkındalığın da olmak ile de, ilahlık bilincinin oluşması ve kişi ile Allah arasında oluşan yönelimin gerekliliği prensibidir. İşte ilah olarak yöneldiğimiz yegâne ulûhiyet sahibi sadece Allah’tır.

Mutlak zat Allah ismiyle kendisini bize tanıtarak hem bizzat kendisinden kendisine olarak rububiyyet, malikiyet ve ulûhiyet sahibidir. Tüm oluşumları bizzat kendi var eder, kendi ayakta tutar ve kendi dönüştürür. Oluşturup ayakta tutması ve dönüşümünü yaptığı her kuvve kütlesine de bir isim verilmiştir. Bu isimler ayrı bağımsız veya özerk birimler olmayıp, her biri bir sanal benlik sahibi olup Allah’ın emrine boyun eğen kendi öz kuvvelerinin etkileşimlerinden başka bir şey değillerdir.

Dikkat edersek, kelime-i tevhit la ilahe diye başlar. İlah, Allah’ın isimlerinden değildir. Çünkü sadece ilah kelimesinin başında la yani hayır geliyor. Ama herhangi bir diğer isimlerin başında asla la gelmez. Diğer tüm isimler onu ayrı yönleriyle tarif eder. Ama ilah onun hiçbir yönüne işaret etmez.

Doksan dokuz isimler içinde olmayan isimler bizzat onun ismi olmayıp, kulun içinde bulunduğu an itibarıyla oluşur. İşte ilah kavramı da, oluşan sanal benliğin reel benliğe yönelip ona olan muhtaciyetine işaret eder. Yani biz her ne kadar benlik sahibi olsak ta, bu benliğimiz onunla kaimdir. Ve ona muhtaçtır. Onun için de her halükarda bir aşkın güce yönelip ona el açıp istekte bulunmak, insan evladının fıtratının vazgeçilmez hakikatidir.

Ufak bir notu daha olayın daha iyi anlaşılması için paylaşıp sonra olaya devam edelim. Allah’ın ulûhiyeti ilah olması hasebiyle değil, tüm varlıkların ona yönelme zorunluluğu hasebiyledir. Yani kişi ister farkında olsun, ister farkında olmasın tek yöneldiği sadece Allah’tır.

Zorunlu olarak ona yapılan yönelime ve yapılan çalışmaya tespih denilirken, bilinçli olarak oluşan yönelime de zikir denmiştir.  Tespihi yönelime rububiyet alanı denilmişken, zikri yönelime ulûhiyet alanı denmiştir.

İster farkında olsun, isterse olmasın kendisine ilim, irade ve kudret kuvvesi verilen insan ve cin dahi her varlık, var oluş konumu itibarıyla mutlak tespih halindedir. İşte bu, rububiyet ile tarif edilir. Dolayısıyla rububiyet, Allah’ın kulda izhar ettiği mana bütünlüğüne denir. Her varlık zorunlu rububiyet kapsamında zaten ona teslimdir.

İnsan ve cinler kendilerine yüklenen ilim, irade ve kudret dolayısıyla kendi öz hüviyetinin mimarı olan Allah’a yönelip kendi rububiyet terkiplerinde değişim yapma gücüne haizdirler. İşte bu bilinçli olarak yönelime zikir denmiştir.

Zikrin de çeşit çeşit kısımları mevcuttur. Doksan dokuz esmanın tekrarı zikrin en baskın şekli iken, Allah’ın yaratmış olduğu varlıklara rahmet ile yönelmekle de onlardaki esma mana bütünlüğü olanından kendi terkibimiz üzerine yansıma yapıp açılım ve değişim yapma olanağına sahibiz. Veya Allah’ın yaratmış olduğu varlıklara zulmederek kendi esma terkiplerimizde daraltma yapıp birçok şeyden mahrum kalma olanağı da bize tanıtılmıştır.

İşte varlığımızı oluşturan esma kompozisyonumuzda değişim kuvvesi bize verildiği için de, dünya bizim için imtihan sahası olmuştur.  İnsan ve cin, zorunlu rububiyet kapsamında ona teslim olmalarının yanında, kendi varlıklarını oluşturan öz şemalarında değişiklik yapıp öz hüviyetlerinin bürünüş şeklini değiştirebilirler.

İşte bu, Allah’ın ulûhiyeti itibarıyla cin ve insana tanıdığı bir lütuftur. İnsan ve cin ya kendi elindeki bu olanağı kendisine tebliğ edilen vecihte kullanıp sonsuz mutluluğa erer. Veya et kemik bedenin baskıladığı heva ve heveslerine göre hareket edip sonsuz hezeyanlarda yuvarlanıp gider. Kişi için, rububiyet alanında oluşturduğu teslimiyetinin sonuçları oluşur. Çünkü insan ve cin kendi rububiyet alanını istediği şekilde değiştirme kuvvesine haizdirler.

Nimete erenlerin kulluğunu ortaya çıkara bildiği gibi, azaba duçar olanların kulluğunu da zuhur edebilir. İkisinin de yolunu onu yaratan ona bildirmiştir. Bu tercih etme ve yönelim sağlama sayesinde rububiyet alanının yönünü ve çehresini değiştirir. Tüm değişimlerin sonucun ise, kendisine zerre zulüm olmaksızın verilir.

Bu kısa anlatımdan sonra konumuza dönelim, Hu adıyla işaret ettiğimiz mutlak hüviyet kendi seyir âlemini sembolize olarak ( الله) Allah adını kendisine isim olarak seçti. Çünkü bu isim onu en iyi tarif eder. Sonra etkileşim başladı. Sayısız manalar yani kuvveler melekût adı altında sayısız varlık oluşturdu. Tümü rububiyeti itibarıyla Allah ile kaimdirler. Allah’ın ulûhiyeti itibarıyla da ona boyun eğmişlerdir. Allah’ın malikiyeti/melikiyeti itibarıyla da, tümünde hüküm süren bizzat Allah’tır.

İnsan Allah kuludur dediğimizde, yani Allah adının başına abd kavramını bırakılarak Abdullah olarak dediğimizde şöyle düşünürüz. Zata işaret ettiğimiz elif(ا) gibi, insanın asla görünmeyecek ve hiçbir şekilde bedeniyle kayıtlanmayacak bir hüviyeti vardır. Ama bu hüviyet sanal benliktir ve reel yani asıl benliğin hükmü altında olup ona secde halindedir. Çünkü varlığını rububiyet mertebesinden alıp varlık âleminde yerini almıştır.

Birinci lam (ل) tıpkı Allah adında olduğu gibi insanın sıfatlarını tarif eder ama Allahın sıfatlarının hükmü altındadır. Allah’a nazaran yani mutlak hüviyetin kendisindeki seyre nazaran, kısıtlı ve bağlı bir hayat, ilim, irade, kudret, semi, kelam ve tekvin yaşamını insana verir. İnsan kendisindeki bu sıfatların essah sahibini bilip kendisine mal etmemelidir. Yoksa kendisini müstağni görüp hakikatinden perdelenir.

Perdelerden kurtulmak için de her başladığımız yeni fiile besmele ile başlarız. Varlığımızın onunla kaim olduğu gerçeğini dillendiririz. Çünkü insan çok ileri derece unutkan olup kendi hakikatine uzanan yolda tüm gücü kendinden bilip kendi yapıyor yanılgısına düşebilir. Oysaki insanın sadece isteme ve yönelme kuvvesi vardı. Tüm güç Allah’tan geliyordu.

İkinci lam (ل) gibi de, bizde oluşan birçok mana kuvvesi düşüncemizde canlandırır ve bunların sebeplerine sarılarak kuvveden fiiliyata doğru yönlendiririz. Sınırlı ve Allah’a bağlı bir şekilde ve Ha(ه) gibi sürekli dönüşen fiillerimiz sınırlı bir şekilde zuhur eder. İşte Abdullah ismi ile Allah’ın zuhur ettiği her şeyi Allah’ın halifesi olarak bizde Allah’a bağlı olarak zuhur ederiz.

Yani insan olarak bizler, Allah halifesiyiz ve hu ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin açılımının benzerini insan adı altında sanal benlikle kendimizde toplamışızdır. İşte bu toplanış, gene mutlak benliğin ilk kendisinden kendisine tecelli ettiği öz nuruyla, yani tüm seyir ettiğimiz âlemler Allah’ın ilminin içinde ilmiyle ve ilmi suret olarak yerini almıştır. Buna Allah’ın nuruyla var olduk diye anlatıla gelmiştir. Nurdan yaratılanın nurdan gayrı varlığı olamaz. Özü itibarıyla nur iken nurdan uzaklaşıp yaşamını nar edenler ise, insanlar ve cinler âleminde azımsanmayacak kadar çoktur. Hatta nurda daim olanlar en az kısmı teşkil etmektedirler. Zira ekseriyeti bedenlerini kendileri sanmış ve bu uğurda yaşayıp can vermişlerdir.

Allah (الله) ismi, mutlak zatın kendisindeki gizli hazineye nazar edip seyir etmek istediği ilk anda kendisine verdiği özel isimdir. Asla hiçbir dile tercümesi olamaz. Sonra Rahman ismi gelir. Yani gizli hazinesindeki mutlak nur, esmalar ile işaret ettiğimiz manalar olarak yani melekeler halinde ona açılır.

Tüm melekeler şekilsiz ve cem olmuş halde ve kendi bünyesin de ise teker teker kuvveler halinde diye bileceğimiz bir tarzda, arşın üstünde bulunur. Daha sonra da rahim gelir. Yani esmalar terkip şeklinde on sekiz bin âlemi ve oradan melekleri ve diğer varlıkları oluşturur. İşte bu yaratım düzeni, insanda dürülmüş bir vaziyette cem olmuş olarak, yeryüzünde Allah’a halife olmuş halde yaratılmıştır. Böylece Allah, insanı kendisine mutlak kul eylemiştir.

Allah ve Abdullah kavramlarını anladıktan sonra sıra geldi asıl ve tepe konuya. Kelime-i şahadette abdu’hu ve resulu’hu deriz. Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimiz miraç anında kabı kavseyn halini yaşadı.

Kabı kavseyn hali kişideki tüm benliği yok eder. Tıpkı hu ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin Allah ismini kendisine ayna yaptığı ve kendisini onda seyir ettiği gibi, kabı kavseyn halini yaşayan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizde de, yani hayal içindeki hayalde de kedisini birinci hayalde olduğu gibi seyir etmiştir.

Abdullah dediğimizde sıfat boyutu itibariyle kul olan demektir. Abdu-hu dediğimizde ise zat boyutu itibariyle kul olan demektir. Zat itibariyle kulluğa eren ilk insan Hz. Muhammed Mustafa sallellahu aleyhi ve sellem efendimizdir. Onun ümmetinden o şerefi yaşayan fertler kıyamete dek var olacaklardır. Onun ümmetinin tüm fertleri dahi gözlerini o makama dikerek başını secdeye bırakır ki, secdeye miraç denmiştir.

Kullukta son nokta, o yüzden ayet der ki Allah ve resulünü ayırmayın. Yani hu ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin tecellisi Allah ve resulünde aynıdır. Tabi ki reel ve sanal hakikati baki kalmak ise işin esas bilinmesi gereken alandır. Yoksa ayaklar kayar ve insan şirke girer.

Makro ve mikro ama tecelli aynı tecellidir. O yüzden o hevasından konuşmaz denmiştir. Konuşturan direk HU’dur. Önümüze çıkan bu kavramları ayrı ayrı görmeyelim. Hu ismiyle işaret ettiğimiz mutlak hüviyetin kendi özündeki hazinenin seyir mahallerinden başka değillerdir.

Hep çokluğa alıştığımız için gözümüze çokluk gibi gelir. Onun için subhane-hu ve Teâlâ deriz mutlak hüviyet için.

Hangi bilinç ve makamda olursak olalım, hu adıyla işaret edilen mutlak hüviyete anacak kuluz. Allah’a kuluz. Rahman’a kuluz. Bizden oluşan seyirlerin bizden zuhur etmesiyle biz hu veya Allah veya Rahman olamayız. Ancak kendinden kendine seyrin oluşması için kul oluruz. Onun için de en büyük makam kulluk makamıdır.

Yorum yapın