ÜÇÜNCÜ BULUŞMA

Bir hafta geçmişti. Geçen haftadan bugüne birçok bakışlar bende açılmıştı. Hikmet deden ayrılıp eve geldiğimde, annem beni kucaklamış koklayıp öpmüştü. Filiz ablamla oturup sohbet etmiştim. Küçük ablam Esra, bizim sohbete eşlik etmiş ve sohbetimizi yanında taşıdığı not defterine işlemişti. Esra ablam benden beş yıl büyüktü. Aile içi iş paylaşımında bana hep işimde yardım ederdi. Onunla birçok defa birlikte sahile inip birbirimizle sohbetler ederdik. Ama aklımızın ermediği hususlarda da kendi aramızda aklımızca cevaplar bulurduk. Filiz ablamızın babamızdan öğrendiklerini ise, kendisiyle hiç konuşmamıştık. Zaten ablamızın bu ilimden haberi olduğunu dahi bilmiyorduk. Ablamıza bir şey sorduğumuzda, aklınız bunlara yetmez diyerek bizleri halimize bırakırdı. Nedenini de bir türlü anlayamamıştık.

Ama artık Hikmet dedeyle tanışmıştım. Olayı artık babama öğreten çeşmenin subaşıyla tanışmıştım. Artık Filiz ablam beni başından atamazdı. Artık kendisiyle sohbet edebiliyordum. Ama öğretmenim gibi kalbime gelirgelmez cevap veremiyordu. Ancak kendisine sözle sorduğumda cevap verebiliyordu. Bu halin nedenini de merak ettim. Hikmet dedeye sormam gerekiyordu. Ama nasıl soracaktım?

Geçen Cuma Hikmet dedenin yanından döndükten sonra, Esra ablamı alıp sahile bakan yamaca çıkarak, mis gibi kokan çam kokuları altında ve uğuldayan rüzgârlar eşliğinde adeta yaşadığım bu olayları yeniden hissederek ona anlattım. Esra ablam benim gibi idi. Hep düşünür düşündüklerini hemen yazıya dökerdi. Sürekli kalem ve defterini yanında taşırdı. Ara ara şiirler yazar bu şiirlerini bana okurdu. Bana derdi ki, kardeşim benim; söz uçar ama yazı baki kalır. Birçok konuyu aramızda konuşurduk. Konuşulanların tüm önemli satırbaşlarını not ederdi. Ailede ben ile Esra ablam çok yakındık. Farkına vardığı hususları bana anlatır, ben de ona anlatırdım.

Bir gün defterine yazı yazarken, şu mısraları mırıldandı Esra ablam;

Benim, ruhuma yetmiyor sadece sözler

Huy karakter edinmeden göremez gözler

Nereye kadar ruh dayanır ebediyeti ister

Nurlu olmak için çabalar her an gözler

Demiştim ki canım ablam; elbette yaratıcımız bizi gözler, elbet ruhumuza doyum verecek bir eli bize uzatacaktır. Bana bakıp ağlamıştı. Şöyle demişti;

-Baba vefat ettiğinde beş yaşındaydım. Yanıda oturmuştum ve dua ediyordum. Ben ve Derya ablam onun yanında oturmuştuk. O zaman daha Filiz ablanın eşi hayattaydı. Evleri kasabanın yukarı mahallesindeydi. Eşiyle birlikte gelmişti. O da babanın son anlarına şahit oluyordu. O da tıpkı Filiz abla gibi biraz otoriterdi. Eve geldiklerinde, onlardan çekinirdik. Eniştem babanın vefatından üç yıl sonra yakalandığı hastalığa yenik düştü. Baba ölüm döşeğinde şöyle dedi;

-Evlatlarım; Ali doğduğunda annenize yardım edin. Annene ben yardım ettim sizleri büyüttük. Ama şimdi ben olmayacağım.

-İşte babanın bu sözleri hep kulağımdaydı. Onun için de daha çok küçük olamama rağmen anneye hep yardım ettim. Hiç yalnız bırakmadım. Senin büyümene elimden geldikçe katkıda bulundum.

Zaten Esra ablamın yakınlığını hep hissediyordum. Her zaman bana destek oluyordu. Öylece beraber büyümüştük. Onun için de Esra ablamı çok sever, hep onunla iki yakın dost gibiydik. Ama çoğu defa da yalnız kalmayı seviyordum. Onun için de Esra ablama haber vermeden sahile iner ve tefekkürlere dalardım.

Nihayet Cuma günü gelmiş ve bilge dedeyle buluşma randevumuz çatmıştı. Evden çıktım dedenin bulunduğu dağa doğru döndüm. Dağın zirvesinden bakınca aşağılardaki ekin tarlalarının dalgalanması, baharın neşesini kalbe nakşediyordu. Çok uzaktaki ufukta gözüken demir yollarından gecen tren, yılanın süzülüşü gibi akıp giderdi.  Oradan kasabaya bakışı hayal ettim. Sanki dedem mağarasının kapısında durmuş ve beni bekliyordu. Güneşin aksıyla göz alırcasına parlayan ışıltı beni bir vakum gibi kendisine doğru çekti. Aniden beni saran bir koku ile mest oldum. Kalktım eşeğimi aldım ve yola koyuldum.

Yolda ilerlerken üç kişinin mağaradan aşağı indiğini fark ettim. Bunlarda kimdi diye düşünürken, yerlerinde durduklarını fark ettim. Onlara doğru ilerlerken, onlar durmuş beni bakliyorlardı. İçimi bir heyecan sardı. Eşeğime binmiş onlara doğru ilerliyordum. Eşeğime bir heyecan sarmış ve adeta şahlanarak gidiyordu. Derken onların yanına vardım. Baktım ki yabancı üç şahıs. Belliydi, köylü değillerdi. Giyim ve kuşamları ışıl ışıldı. Gözüm onları sözerken, onlardan iri yapılı olan söze başladı;

-Ali sen misin gelen?

Hayret etmiştim. Beni nerden tanıyordu. İlk defa onları görmüştüm. Sanki sırların arasından süzülen bir dedeyle tanışmışım. Her taraftan bilmediğim kişilerle irtibatta olan bir garip insan. Bunların burada ne işleri olabilirdi? İçlerinde uzun boylu olan ve adeta ay gibi yüzü parlayan kişi dedi dedi ki;

-Ali, kardeşimizsin artık. Senin buraya geleceğini duymuştuk. Senin de varlık hakkındaki deruni bakışının dayandığı o nurlu düşüncelere daldığını duymuştuk. Tüm âlemi saran bir ağ vardır ki, bu ağda yer alanlar, birbirlerine aşikâr olurlar. Bedenen bir arada olmasalar da ruhen onlar beraberdir. Ruhları eşleşmiş ve ervah âleminde tanış olmuşlardır. Buradaki zirve kemalat dâhilinde buluşur ve aynı nurun katreleri olarak yol alırlar.

Nispeten arkadaşlarına göre daha dolgun olan söze karışıp şöyle dedi;

-Ali kardeşim, her düşüncemiz bir duadır. Düşünceye dalarken aslında duaya dururuz. Ruhlar âleminde tanış olanlar dualarında “Rabbimiz” diye dua ederek aynı terbiye kıvamına direktifte bulunulduğunda, olayın sahibi olan yaratıcı, “Melik” vasfıyla gönüllere gerekli olan nakşı işleyerek tek yönelim merkezi vasfıyla “İlah” olarak tasarrufunu yapar. Hikmet dede hepimizi yetiştiren kutlu bir muallimdir. Onun riyasetinde hepimiz aynı duada bulumuş, aynı şerbetten içerek yaratıcıya doğru yaşama büründük.

Ben hayretler içinde bunları seyrederken, üç kişinin en genç olarak görünen yüzüme bakıyor, sanki yıllardır onun tanışıymışım gibi bana hasretle bakıyordu. Bir anda utandım. Ben daha küçük bir çocuk olduğum halde, bunlar nasıl olurda, bana böyle muhabbet besliyorlar ve sırlarını benimle paylaşıyorlardı. Kalbimde birçok soru ile Hikmet dedeye varıyordum. Ama dedeye doğru ilerledikçe, yeni yeni sırlar önüme çıkıyor, hayretime hayret katıyordum. Bu üç arkadaştan ay yüzlü olan şöyle diyerek beni daha da hayrete daldırdı;

-Ali’ciğim kaldır benliğini aradan ortaya çıksın yaradan. Öylece Hikmet dedeye var. Onun yanında benliğin sakın devrede olmasın.

Bir dakika dedim. Ben şimdi benliğimi ortadan nasıl kaldırayım? Nasıl öyle varayım? Ben bu konuda hiçbir şey bilmiyrum dedim. Benim benliğim eğer ortadan kalkacaksa o zaman ben niye yaratıldım? Bunun üzerine ay yüzlü arkadaş dedi ki;

-Güzel kardeşim; sen, ben dediğinde araya bir sahiplik duygun devrede olur. Bu sahiplik duygun, senin teslimiyet noktanı eşecek ve bütünleşmekten uzağa düşeceksin. Dolayısıyla Bilge dede ile bütünleşemeyeceksin. Onun sunduğu deryada da yıkanamazsın. Benliğini dediğimizde, yani benliğinin sahiplik duygusunu bir kenara bırak ve öylece huzuruna çık. Zira sen Ali olarak huzuruna girersen yükselemezsin. Ama sen Hikmet olarak yanına girsen, direk her anlatımı seni sana tanıtacak ve hissiyatını kalbine işleyecektir.

Böyle kısa bir sohbetimiz olduktan sonra, vedalaşıp yollarına devam ettiler. Ben ise daha da yalnızlaşarak, aslında daha da kendime gelerek ve heyecanıma heyecan katarak yoluma devam ettim. Adeta vakum içinde artık kalmış, tüm hücrelerimle onunla olmaya başlamıştım. Düşüncelere dalıp yolu katederken, birde baktım ki mağaranın önündeyim. Eşeğimi kapıda çimenlerin olduğu yerde bağladım. Kapıya doğru küçük küçük adımlarla ve meraklı hislerle yaklaştım ki, Bilge dede de kapıya doğru geldiğini fark ettim. Yanında hiç kimse yoktu. Elini öpmek istedim. Ama hayâ eyledim. Bana dedi ki;

-Oğlum el öpmek istersin, ama el öperken eğer elimin arkasanı öpersen, senin sahip olduğun tüm ruh haletin bana doğru akacak ve benim de sana akacaktır. Senin ruhun beni etkileyecek, benim ruhum da seni etkileyecektir. Sadece benden sana akıntı olması için elimin arkasını değil, ayasını öpmelisin ki faydan yüksek olsun. Yoksa senden bana gelen akıntı nedeniyle, sen kendine lazım olan akıntıya kavuşmamış olursun. İnsanın sağ elinin ayasından kalbine, oradan da ruhuna uzanan görünmez bir ağ vardır. Sürekli dışarıya doğru nurani bir akıntı akıtmaktadır. Avucunun arkasından da kendisine doğru bir akıntı almaktadır. İnsanın dudağı, karşı taraftan akıntıyı alan en hassas noktadır. Elin sırtını öpmek, el öptüren kişiye doğru bir akıntı oluştuğundan el öptüren de zarar görebilmektedir. Sırf ilmine ve size karşı rahmetine güvendiğin kişilerin el ayasını öp ki onlardan sana fayda aksın. Özellikle karşılıksız seven annenin el ayasının öpülse, kişiye rahmetin akmasına neden olacaktır.

Hikmet dede bu sözleri dudağından akıtırken, ben de tam bir teslimiyetle onun sağ avucunu öptüm ve yüzüme sürdüm. Bendeki tüm hüzün bir anda yerini sevince terk etti. Ve dede devam etti,

-Oğlum ben yıllar önce bu mağaranın daimi konuğu olan piri faninin yanına geldiğimde, ben de heyecanlanmıştım. Tıpkı senin şimdiki durumun gibi kendimce hayretler ediyordum. Piri fani benimle bütünleştikçe, şeb-i arusu yaşadım. Öyle oldu ki, artık ben yok olmuş, piri fani yok olmuş, düşünce dünyamı bir mekânsızlık kapladı. Bu mekânsızlık ile imkânsız diye bir şey artık kalmadı. Ama çoğu defa da görünmez bir beni birçok defa engelliyordu. Bunu piri fani şöyle tarif etmişti; kişinin arınması için yaratıcısı önüne tüm olanakları sunarken, bazen de olanakları elinden alır ki, ayağı kaymasın.

Dünden beri zihnimi kurcalayan soruları sormadan cevap vermesi, beni çok mutlu ediyordu. Benimde bu bilince kavuşmayı istediğimi ona söylemek için tam yönelirken, dedi ki,

-Evladım; biz her düşünceni bilemeyiz. Ama bize doğru yönlendirdiğin düşüncelere müttali olabiliyoruz. Bu da şundan kaynaklanır; tüm insanlar görünmez ağla birbirine bağlıyken, bu bağda herhangi bir kişiye doğru bir titreşim olunca, otomatik olarak karşı tarafa bu istek gider. O da hemen içinde o yönde bir hissiyata ulaşır. Eğer zihin tam bir teslimiyet halini yaşıyorsa, kendisine doğru gelen titreşimin içeriğini de hemen anlar. Ama tam teslimiyeti yaşamıyorsa, kendisi hakkında bir düşüncenin olduğu hisseder ama içeriğine müttali olamaz.

Hikmet dede bunları söylerken, aklım bu teslimiyete takıldı. Bu teslimiyete nasıl ulaşılacaktı? Ben de bu teslimiyete aday oldum kendi içimde. Ama nasıl olacaktı? Bir yolu olmalıydı. Bu yol nasıl olacaktı? Derken Hikmet dede söze başladı;

-Evladım bu yolun başlangıcı tam bir teslimiyetle başlar. Gönlün rızaya ermesiyle de son bulur. Artık gerisi zaten senin seyir alanın olacaktır. Artık tarifsiz bir haldir ki, sadece zevkini tadan bilir. Sen ilk adımı attın ve gönlünü açtın, artık gerisi senin olacaktır.

Bilge dedeye sormak istediğim sorular kafamda uçuşurken, nerden başlayıp kendimi hizmete ram etmeyi beklerken, içimde şöyle bir düşünce belirdi; acaba her şey beyinde mi olup bitiyordu? Beyin miydi insan? Yoksa beyin sadece bir araç mıydı? Örneğin şizorfenik bir katilin beyninde onun bu durumunu tetikleyen nöronların olduğu söylenir.  Acaba katil zanlısı olan kişi, şunu diyebilecek şuurum dışı bir durumdu. Yani bu genlere kadar insani kontrol dâhilinde ise, şeytan bunun neresinde. Acaba kötülüğe şeytan mı iletiyordu? Yoksa ben mi şeytanlaşıp kötü işi yapıyordum? Bu düşüncelere daldım ki, Hikmet de oğlum dedi. Bir anda sirkildim ve can kulağıyla ona yöneldim;

-Oğlum; iyilikte kötülükte insanın içinden gelecek şekilde ortaya çıkar. İş o ki sen iyilik yönünde kendini planlaman. Şeytan denilen ve yolumuz üzerinde oturan varlık, bizim bilinç dünyamızı dizayn eden bir melekedir. Bu meleke faal olduğunda, şeytanın sesi kulağında çınlamaya başlar. Şeytan elbette afakî bir varlık olarak bize saldırır. Ama başlangıcı senden başlar. Yoksa şeytanın sesini duymaz olursun.

Hayret ettim. Nasıl yani? Şeytan bir melek mi diye bir anda düşündüm. Hikmet dede devam etti;

-Oğlum melek ve meleke ayrı ayrı hususlardır. Olayı bilmeyenler bunları birbirine karıştırır. Meleke tek kuvve demektir. Melek ise en az iki kuvvenin birleşimi ile meydana gelir. Şeytaniyet de bir melekedir. Ama bu melekeyi ancak cinler ve insanlar zuhur edebilir. Bu melekeyi melekler zuhur edemez.

Nasıl yani diye düşündüm ki, bilge dede devam etti;

-Oğlum, insanlar ve cinlerde irade vardır. Ama maleklerde irade yoktur. Tümüyle yaratıcının iradesinin aşikâre ortaya çıkış mevkileridir. Ama her birisine bir benlik verilmek suretiyle var edilmişlerdir. Hangi iş için var edilmişlerse, o işi yerine getirirler. Hayvanlar da öyle, kendi iradeleri yoktur. Ama benlikleri vardır. Sahiplenirler ve içinde bulundukları ortamın hakkını verirler.

Kafamda muallâklar çoğaldı. Nasıl yani, irade ve benlik arasında ne fark vardı? Her benlik sahibi, ayrıca iradesi yok muydu? Melekte benlik varsa, nasıl irade olmaz? Gibi düşünceye daldım ki bilge dede devam etti;

-Evladım, irade ayrı bir husus, benlik ayrı bir husustur. İrade sahibi bir benlik demek, isteğine göre yeni bir vaziyet ve durum oluşturmaktır. İradesiz bir benlik demek ise, kendisine yüklenilen doğrultusunda fiiliyatta bulunmaktır.

Bu şekilde sohbetimiz devam ederken, öğretmenim içeri girdi; selam vermeden oturdu. Hayret ettim, neden selam vermemişti. Bilge dede öğretmene baktı, tebessüm etti ve hoş geldin dedi. Bilge dede öğretmene dedi ki, anlat bakalım irade sahibi benlik ile, iradesi olmayan benlik arasında bize bir örnek ver ve olayı bize izah et. Öğretmenim söze başladı;

-Dedem benim, sizin huzurunuzda konuşmaktan hayâ ederim. Ama verdiğiniz görevi de yerine getirmek için emrinize amadeyim. Benlik ve irade hakkında vardığım sonuçları anlatayım. Benlik kişisel hüviyete sahip olmak demektir. İrade ise, kişisel hüviyeti ile kendi isteğine göre fiiliyatta bulunmaktır. Örneğin yapay zekâ ile oluşturan bir robot, kendi iradesiyle bir fiiliyatta bulunamaz. Onu programlayan kişinin iradesine göre eylemlerde bulunur. O programın dışında asla hiçbir şey yapamaz. Tüm bilgisayarlar da öyledir. Programlayanın iradesine bağlı olarak işlevde bulunurlar. Programlarının yazılımı istediğin kadar karmaşık olsun, tümünü yapar ve dışına çıkamaz. Kendi benliği adına bir iş yapamaz. Ama irade sahibi benlikler, kendi adlarına ve programlarını çizerek faaliyette bulunurlar.

Bu tabirleri duymuştum. Ama öğretmenimin bu tabirler ile örnek vereceğine ihtimal vermemiştim. Üzerine düşünceye daldım. Gerçekten de öyleydi. Robotlar kendileri için çizilen programla hareket ediyorlardı. Dolayısıyla bağımlıydılar. Seçme şansları yoktu. Ama insan öyle değildi. Birçok değişim ve dönüşüm yapma kabiliyetine haizdi. Bu düşüncelere dalarken, vaktimin dolduğunu fark ettim. Sizinle paylaştığım günün bir kaç hatıratıyla birlikte, daha birçok ilmi ve manevi hediye ile kalbime dokunan bilge dede ile bugünlükte vedalaşma vaktinin geldiği anladım. Çünkü öğretmenim gelmiş ve artık ders sırası kendisindeydi. Müsaade istedim. Vedalaşıp oradan ayrıldım.

Yorum yapın