Bu haftam çok durgun geçmişti. Ne olduğuna anlam veremediğim bir ortama girmiş ve bambaşka kişiler ile tanışmıştım. Bu yeni sayfaya anlam veremediğim gibi, bu insanların bunca beceri ile donanmış olmaları da beni ayrıca meraklandırıyordu. Nasıl oluyordu da çıldırmıyorlardı? Nasıl oluyordu da içlerinde bu bilgileri kapalı tutabiliyorlardı? Filiz ablam nasıl suskun suskun dayanıyordu? Annem nasıl oluyordu da bu konulardan bize hiç bahsetmemişti? Ama biraz da mutluluk içinde yüzüyordum. Artık evde filiz ablam ile bu konuları konuşmaya başlamıştık. Annem ile de bu konularda sohbetlerimiz başlamıştı.
Hikmet dededen eve dönerken, annemin yanına gittim. Anneme sormam gereken konular vardı. Ama nasıl soracaktım? Tam annemin karşısına geçtim ki annem söze başladı;
-Ali’m benim zihnini meşgul eden hususları çok iyi anlıyorum. Sormaktan da çekindiğini biliyorum. Bak oğlum; sen daha yeni yeni gözünü açan bir çocuksun. Ümit ediyorum ki, tüm ilmi anlayacak ve ileride insanlık yeni bir bilgeye kavuşmuş olacaksın. İşte sen bunun için yetişeceksin. Senin babana vermiş olduğum bir söz vardı. Sana dokunmayacak ve senin bizzat uyanman için sabredecek ve hiç müdahale etmeyecektim. Seyrediyordum seni, sürekli tefekkürlere dalar ve kendi kendine mırıldanmalarını hayranlıkla izliyordum. Ama babana da bir söz vermiştim. Sana dışarıdan hiç müdahale etmeyecektim. Sen kendin uyanacaktın. Vakti gelince ise, çobanın ney sesi seni bilge dedeye götürecekti. Ve öyle de oldu.
Ben annemi hayretle izliyordum. Bana anlatsaydı ya, sanki ne olacaktı? Annem devam etti;
-Evladım sana dışarıdan anlatsaydım, senin gücün üzerinde bir yük sana yüklemiş olurdum. Öylece sen altında ezilecek ve bir daha ayağa kalkamayacaktın. Ama sen kendin ayağa kalkınca, artık bana kalan seni desteklemek ve bu yolda elimden geleni yapmaktı. Bu güne dek ev işlerinde bize çok yardımın dokundu. Bu yaşına rağmen, bir yetişkin gibi evine sahip çıktın. Bunları sevinçle görür ve yetişmeni dört gözle bekledim. Artık sen yetiştin. Babanın dostuyla da artık tanıştın. Bu günden sonra bize düşen, senin Hikmet dededen daha fazla faydalanmanı sağlamak için önünü açmamızdır. Bu defa yanına gittiğinde selamlarımı söyle ve derslerini haftalık üç güne çıkarmamı istediğimi söyle. Çünkü babanın bir vasiyeti vardı bana. Demişti ki, oğlum doğum büyüdüğünde, onun ilimle hemhal olması için elinden geleni yap. Ben senin için en iyi muallim olarak Hikmet dedeyi görüyorum. Ondan bu isteğim için ricada bulun.
Benim kalbim sanki yerinden çıkacaktı. Haftada üç gün artık gitmek için annemden izin çıkmıştı. Artık yaşamımda yeni bir sayfa açılacaktı. Yepyeni bir eğitim serüvenine başlıyacaktım. Annem devam etti,
-Oğlum dedenin yanında sakın dilinle hiçbir soru sorma. Onun sana vereceğini al. Sana bir görev verirse rıza-i kalb ile üstlen. Yanına girerken çok alçak bir sesle, hatta hatta sen duyacak tarzda bir eda ile selam ver, huzurunda ayakta dur ve otur demeden de oturma. Bilge dedenin karşısında az konuş, sormadıkça söylenme, ondan izin alarak soru sor. Bilge dede içeri girip çıktıkça ayağa kalk. Bilge dedenin sıkıldığını ve yorulduğunu görürsen sus. Yolda yürürken ona bir şey sorma ve arkasından yürü. Ayrıca bilge dedenin şahsına olduğu kadar, akraba ve dostlarına da saygı ve hürmette kusur etme. Şimdi verdiğim bu tavsiyeler hakkında kalbini kontrol et. Kafanda soru işareti bırakma. Zaten kafana takılan her sorunun cevabı seni bulacaktır. Eğer zihnini gereksiz şeylerle meşgul edersen, bilge dededen gereken hikmeti derk edemezsin.
Annemin bu sözleri beni daha çok meraka boğdu. Ama bu merak adeta bir deniz gibi etrafımı sardı. İçinde yüzdüm de yüzdüm. Ama aklım selama takıldı. Niye selamı alçak sesle vermeliydim? Selam vermek en tabii insanlık örfi değil miydi? Tüm yeryüzünde ilk karşılaşıldığında bir selamlama yapılmıyor muydu? Annem dedi ki;
-Evladım bil ki; selam, ayrılıktan sonra verilir. Sen kalbini bilge dededen hiç ayırma, dolayısıyla ayrılık hissetmeyeceksin. Bu, öğrencinin hocasına karşı takındığı edeplerden bir edeptir. Ayrıca evladım; sadece derslerine yoğunlaş. İlgi ve dikkatini dağıtacak ortamdan uzak durarak dersin üzerinde mütalaa et. Sessiz ve tenha yerlerde ders çalış ve dikkatini sadece günlük öğreneceğin derslere ver. Dışarıya kapalı olan bilge dedenin mağarası, artık senin medresendir. O mağaranın arka tarfında başka bir odası var. O oda, senin babanın yıllarca ilim tahsil ettiği odadır. Bilge dedeye varınca, babamın odasına talibim de. Günlük derslerini aldıktan sonra, orada ders tekrarlarını yap, sonra eve gel. Bu yer hem güvenlik alanı, hem de sabır ve kanaat yeridir. Bu mekânda talebenin yapacağı iş; okumak, yazmak ve ilimleri derinlemesine öğrenerek kemal mertebesine ulaşmak olsun.
Annemin bu sözleri karşısında, bana yeni bir ilim kapısının zamanının geldiğini fark ettim. Artık yeni bir tahsil hayatına başlıyacaktım. İçimdeki nefes boğazımda düğümlendi. Babamın yoluna girecek ve ilme adanacaktım. Annem beni ilme uğurlarken tavsiyelerine devam etti;
-Oğlum, zeki bir yoldaş, salih bir arkadaş ve dost bir hoca bulan kişi şanslı bir talebedir. Sen buldun işte ve yaratıcına şükret. Hem bil ki, talebe ilme, ilim adamlarına ve hocalarına hürmet göstermedikçe ilmi elde edemez. Şayet elde etse; elde ettiği bilgiden faydalanamaz. Sen olabildiğince hürmet dâhilinde kal. Bu senin kalbini ilme ram edecektir. Alçak gönüllü ol, kendini beğenmişliği terk et. Öylece yükselirsin. Ayrıca oğlum; ilimde süreklilik önemlidir. Devamlı ilimle meşguliyet bilgiyi canlı tutar ve unutmaya mani olur. Sen, bilge dedenin senin için yapacağı günlerde, ders saatlerine dikkat et. O saatlerde kesinlikle hazır ol. Zira kaçırılan dersin telafisi yoktur. Derste namazda oturuyormuş gibi edepli otur. Bilge dedenin yanında otururken, şayet başka bir talebesi gelirse, kulağına gizli sözler söylemekten kaçın. Çünkü bu durum, dikkatini dağıtacak ve senin kalbi rabıtaya ermene mani olacaktır.
Annemin bu tavsiyeleri, beni öğrencilik moduna koymuştu. Artık hazırlanıp çıkmalıydım. İçinde bulunduğum haletten çıkıp eğitim moduna geçmeliydim. Bunun içinde hazırlıklarımı yeniden gözden geçirdim. Esra ablamla annemin bu tavsiyelerini müzakere ettim. Ve nihayet buluşma günüm gelip çattı. Eşeğimi hazırladım ve yola koyuldum. Yolda ilerlerken çobanın bulunduğu mevkiye yaklaştım. Baktım ki çoban ve birde yanında biriyle ellerinde bir kitap, üzerinde müzakere ediyorlardı. Selam verdim onlara. Ayağa kalktılar, selamımı aldılar ve buyur ettiler. Yanlarına az oturup öylece gitmek istedim ama bilge dedeye ulaşmak için oturmak istemedim. Çoban dedi ki;
-Ali kardeşim; bilge dedemiz çok şefkatlidir. Bizleri evlatları yerine koyar. Eğitim çalışması karşılığında ücret ve teşekkür bile kabul etmez. Bizleri uyararak ahlâkımızı düzeltmek için elinden geleni yapar. İlmin asıl gayesinin evreni yaratana yaklaştırmak olduğunu benimsetmeye çalışır. Öncelikle fiilleriyle örnek olur. Bilge dedemiz gayr-i ahlâkilikten men ederken açık ifadeler kullanmaz, dolaylı ve üstü kapalı bir üslup kullanır. Kırıcı olmadan merhamet yolunu seçer. Bilge dede, sert tavırların ve ifadelerin, saygıyı yitireceğini ve talebede de yasaklara karşı ilgi ve istek uyandıracağını bilir. Onun için gayet titiz davranır. Bilge dedemiz hiçbir ilim dalını yermez. Ama ihtiyacımız olan ilme teşvik eder. Zira ihtiyaç dışı ilimlerin zaman kaybı olduğunu bize bildirir. Ayrıca bilge dede, zekâ seviyesini göz önünde bulundurur ve aklının kavrayamayacağı konulara girmez.
Çobanın böyle konuşması, benim kalbimi daha çok bilge dedeye yöneltti. Babamın bunu kendisine dost seçtiğine göre, babamın da ilimde derin bir kişiliğe sahip olduğu kanaatine vardım. Ve çoban devam etti;
Bilge dedemiz basit ve net ilk bilgilerden kompleks bilgilere doğru gelişen bir program takip eder. İşin başında tartışmalı konulardan ve yorumlardan söz etmez. Öylece bilincin yücelmesini sağlar. Çünkü bilir ki; temel oturmadan üst seviyeden ilim akıtmak, kişiyi bilgilerden soğutur. Yoksa talebede vaktinden önce kendine güvenme ve tartışmalı konulara daima heves uyanır. Alt temeli olmadığı için de sahip duygusu kabarır ve bencillik onun benliği kuşatır. Öylece olayın sırrına inmekten mahrum eder. Çünkü herkes Allah’ın kendilerine mükemmel bir akıl verdiğinden emin ve halinden memnundur. İnsanların en aptalı ve aklı en kıt olanı da aklının kemalinden en çok memnun haldedir. Yoksa dünyada yaşam alanı gelişmezdi. İşte vaktinden önce şartlandırılan talebe, artık kibir abidesi olur. Olayın ehemmiyetinden yoksun kalır.
Bu sözler ile kalbimin sesini duyar gibi oldum. Ey Ali; “bu dede senin için en büyük muallimdir, buna kalben teslim ol ve yanında yoldaş ol” diye. Çobanın bu sözlerinden sonra, çobanın yanındaki arkadaşı söze başladı ve dedi ki;
-Ali kardeşim; adım Mikail. Ben buraya on yaşındayken babamla beraber gelirdim. Şimdi otuz yaşına girdim. Bizim köyümüz sahilin güney tarafında bulunan İskenderiye köyüdür. Babam ile senin baban arkadaştılar. Beraber ders yaparlarken, ben de onlara kulak misafiri olurdum. Bir defasında babanın şöyle dediğini duydum;
-İlim adamları arasında görüşülüp tartışılması gereken konulara halkın katılımını önlemek gerekir. Zira onlar ilmin künhünü öğrenmek için zaman harcamamışlar. İlmin öğreniminde gerekli temeli almamışlardır. Sen onlara ilmin inceliklerini anlatırsan, olayı anlamayacaklar ve imani konulara yönelimlerinde kendilerine zarar vermiş olursun. Onun için de; halka ilmin inceliklerini anlatmak yerine, ibadet ve çeşitli meslek ve sanat bilgileri vermek gerekir. Aksi hâlde halkın, anlaşılması için yılları vermek gereken ince ilmi meseleri içeren konuları kavrayamamak yüzünden şüpheye düşmelerinin yanında, hayatın devamının şartı olan meslek ve sanatların da ihmal edilme tehlikesinin ortaya çıkacağını söylüyordu.
Bu sözleri duyunca, babamın gerçek bir ilim ehli olduğu hakikatı bana açıldı. Annemi eğittiğini ve bana öylece davranışlar sergilediğini anladım. Onun için de bana ilmi incelikler konusunda malumatta bulunmak yerine, benim tekâmülüm için büyümemi ve uyanmaya başlamak için, işi zamana bıraktığını fark ettim. Mikail sözlerine devam etti;
-Ve baban diyordu ki; talebe pratik ilimleri öğrettiği gibi aynı zamanda yaşamalıdır.. Zira, insanlar genellikle bilgiden ziyade, bilginin yaşanmasına itibar ederler. Onun için de muallim; bilgisini geliştirmeye ve yaymaya gösterdiği çabadan daha fazlasını, fiillerini güzelleştirmekte göstermelidir. İki grup insana dikkat edilmelidir; cahil olan derviş ile ahlâksız olan âlim. Cahil, dervişliği ile âlim de ahlâksızlığı ile insanları yanıltır. Öylece halk, bu şekilde davranan kişilere bakıp önyargılı olarak karar vermelerine ve yaratıcıya götüren yoluna karşı kalplerine kuşku inmesine vesile olur.
Mikail babamın bu hatıratlarını ilettiken sonra çoban söze başladı;
-Bilge dede talebenin doğumuyla birlikte sahip olduğu özellikler ile sonradan kazandığı özel kabiliyetlerini göz önüne alır. Nasıl ki doktor; bütün hastaları tek tip ilaçla tedaviye kalkışması halinde, şifa yerine zarar vermeye başlıyorsa, muallim de talebelerine aynı şeyi herbirine uygularsa onları tehlikeye sokar ve ruhen zarara uğratır. Onun için de bilge dede, talebenin şahsi durumunu, göz önüne alır ve ona göre de eğitimini verir.
Bu sözlerden sonra anladım ki, bilge mağaraya çekilip elini eteğini dünyadan çekmemiş, ayrıca birçok kişiye rehberlik ettiğine artık şahit oldum. Bilge kış yaz hem burada bulunur ve zaten burayı mekân edinmişti. Buranın kışları ılık geçiyordu. Zaten bizim bu bölge sahilin karşısında ve dört mevsim sıcaklığı birbirine yakın olan bir yerde bulunuyordu. Dolayısıyla bu mağara yaşamaya çok elverişli bir yerdeydi. Hikmet dededen önce burada yaşayan piri fani de çok kişiye dersler vererek bu mağarayı adeta bir medreseye dönüştürmüştü. Şimdi de Hikmet dede bayrağı devralmış ilim yolculuğunu devam ettiriyordu. Mikail burada söze karıştı ve şöyle dedi;
-Ali’ciğim, ben buraya ilki geldiğim günlerin birinde babamla babanın şöyle sohbet ettiklerini duydum, baban diyordu ki;
-Talebe en başta en başta nefsini ahlâki rezilliklerden ve kötü sıfatlardan temizleme niyetini gönülden istemelidir. Sıcak bir günde susayan kişinin suğuk suyu istemesi gibi. Çünkü bedeni ibadet olan namaz için abdest gerektiği gibi, ruhi tekâmül için de içsel niyetin net ve şüphesiz olması ve şüphelerden arınması temel şarttır. Kalp meleklerin durağı, ruhul kudusun tesir sahası ve marifetullahın karar yeridir. İçinde gazap, şehvet, kin, hased, kibir, ucub yani kendini ve amelini beğenme gibi sıfatların her biri, kendisine yaklaşan yabanlıra havlayan köpeklere benzerler. Kalp bu köpeklerle dolu iken melekler oraya girmez. Çünkü melekuti nur bedensel ve ruhsal döngülere tümüyle yabancıdır. Bencillik ruhuyla harmanlanan bu şeytani melekeler, ilahi yakınlığı kalbe indirecek melekleri uzak ederler. Hâlbuki Allah, ilmin ışığını kalbe melekler vasıtası ile gönderir. Bu şeytani melekelerle donanmış kişiler, ahiret saadetini sağlayan ilimden son derece uzaktırlar.
Babamdan bana ulaşan bu bilgiler, kalbime tak etmişti. Bu bilgilerin esas ustadı olan Bilge dede, artık benim de hocam olmuştu. Artık bu ilmin kapısı bana da açılacaktı. Mikail devam etti;
-Babanın bu sözleri üzerine, babam şöyle dedi;
-İlahi nurun inceliklerini sezdiren ilme talip olan kişi; bu ilimle hemhal olmayı diğer bütün meşguliyetlere tercih etmelidir. Bu ilme ermek için, gerektiğinde ailesinden ve hatta vatanından dahi ayrılmaktan çekinmemelidir. Zira zihin başka şeylerle meşgul olduğunda, melekût âlemine uzanan ilmi hakikatlerin öğrenilmesine engel olurlar. Talebe ne ilme ve ne de hocasına karşı kibirli davranmamalı, aksine hocasına tam bir teslimiyetle itaat etmelidir. Hocasının nasihatlerine uymalı, yönlendirmelerine itirazda bulunmamalıdır. Kibrin en kötüsü, ilimden fayda elde etmek ama elde ettiği ilmi faydayla kendisini ön plana çıkartıp elde ettiği kuvveleri, dünyevi heveslerine alet edip nefsini yüceltmesidir.
Bilge dedenin talebeleri ne de güzel bir yol edinmişlerdi. Babam, Mikail’in babası ve şimdi yanımda onlarla konuştuğum şahsiyetler, bunları düşündükçe için keyif alıyor ve hikmet deden istifade etmek için tüm benliğimi daha daha bir şevkle teslim ediyorum. Mikail, babasıyla babamın sohbetinden gönlüne yazdığı anekdotları aktarmaya devam etti;
– Henüz hal edinmeyip sadece düşünce hâlinde olan ilimleri tahsil eden kimse, temel bilgileri öğrenmeden ve hayat tarzı haline getirmeden, muhtelif kişiler arasındaki tartışmalı konulara girmemeli, şüpheli konular hakkında düşünümemeli ve müteşabih olan konulara girmemelidir. Aksi hâlde zihni dağılır ve öğrenme güçlüğü çeker. Talebe ilgilendiği ilim dalının konusunu, gayesini ve metodunu çözmeli, sonra da imkânları dâhilinde hakkında geniş çalışmalar yapmalıdır. İlimlerin her yönden birbiriyle ilişkisi vardır. Çünkü tümünün dayanağı, yaratıcının yaratımıdır. Onun için de talebe, hiçbir ilim dalını küçümsememeli ve saygısızlık etmemeli, hangi ilim olursa olsun, yazılı olan kitaplarına saygısızlık etmemelidir. Yoksa ilmin marifetinden yoksun kalır.
Önce annemin bana tavsileri, şimdi de babamdan yadigâr olan olan Mikail’in babamdan yaptığı nakiller, gerçekten bu haftamı süslemişti. Artık motivasyonum yerine gelmiş ve adeta ilme adanan bir can olmuştum. Artık onlarla vedalaşıp yoluma devam etmek istedim. Benim bu isteğimi gören çoban ayağa kalktı ve beni tüm sevgisiyle kucakladı. Mikail de ayağa kalktı ve artık vedalaşma zamanı dedi. Ve dedi ki;
-Ali kardeşim; artık görüşüp görüşmeyeceğimizi bilmem. Ama bil ki gönlüm seninledir. Sana en son birkaç ufak tavsiyeyi de hatırlatıp öyle uğurlayayım.
-Ali’m benim ilimleri tahsil ederken tüm ilimlere birden öğrenmeye çalışma, Bilge dedeye iyice kulak ver. Sana belli bir sıraya göre ilmi tahsil ettirecektir. Sen bu yolda gidip gelirken, şimdi karşılaştımız gibi zaman zaman bilge dedenin talebeleriyle karşılaşacaksın. Sakın ha heyecanına verip tartışma. Hakikati, insanlara bakarak tanıma. Sen önce hakikati tanı ki hakikat erbabını da tanıyabilesin. Sana kardeşane bir tavsiyem de şudur ki; kurtuluş ve mutluluk vesilesi olan Ma’rifetullah ilmine kendini ada. İhlâslı bir kul olmaya gayret et. Ruhunu faziletle süsle ve güzelleştir. Temel gayen tüm her şeyi yaratan ve adı Allah olana yakınlaşmak osun. İlmi ünvan, makam ve servet edinmek için tahsil etme. Kimseyle üstünlük yarışına girme. Allah’ın ismini yüceltmeyi gaye edin. Böyle yaparsan tüm meşguliyetin faydalı ve sevaba değer olacaktır.
Mikail bu sözlerden sonra beni kucakladı. Çok sevmiştim onu. Ondan çok güzel bir koku aldım. Bu kokuyu hiçbir şeyden almamıştım. Ve Bilge dedeye doğru yoluma devam ettim. Tam mağaranın önüne geldim ki ne göreyim? Bilge dede muhabbet kokan tebessümüyle beni kapıda bekliyordu…
Hayatımın en anlamlı anını yaşıyordum. Artık güvenebildiğim ve kendimi tümüyle kollarına bırakacağım güvenli bir insan. Artık kalbimi kendisine açacağım bir insan. Artık ruhumu saran bir insan. Artık babamın ruhunu şad etmek için iş başındaydım. Artık selam vermeyi bile ayrılık hissetiiiğim koca derya ile yüzyüzeydik. Beni içeri buyur etti. Ve dedi ki,
-Evladım, annenin figanı, babanın efganı son buldu. Artık tüm haykırışlar yerini sukunete bıraktı. Artık ulu çınarın yeni adayı iş başı yaptı. Artık piri faninin remzi gün yüzüne çıktı. Artık mutluyum ve rabbime hamd ederim.
Bilge dedenin bu sözleri ile biraz hüzünlendim. Biraz utandım. Biraz çekilip süzüldüm yollara bir serap misali. İçeriye geçip otuduk ki, bilge dede şöyle dedi;
-Artık bize kadar ulaşan değişmez söz üzerinde derse başlıyacağız. Haftada üç gün buraya gelmeni istiyorum. Geldiğinde ve gittiğinde, kendini de alarak buraya geleceksin. Yani aklın ve fikrinle, ruhun ve bedeninle burada olacaksın. Yorgun olduğun günlerde veya ev işlerinde sana ihtiyaç duyulan günlerde gelme. Senin için belirli gün bırakmıyorum. Hatta sadece üç değil, her müsait olduğında kapım sana açıktır. Ama en az üç gün seni burada beklerim.
Bu sözler ile çok mutlu oldum. Artık belli bir zaman kısıtlılığım kalmamıştı. Sevinç gözyaşları ile artık ilk günkü derse kulak kesildim. Zira hiç soru sormadan ve sadece kalbimi ona açacaktım. Benim ihtiyacım olanı bana sunacaktı. Ve bilge dede başladı;
-Evladım; ilk bileceğimiz iş, sahip olduğumuz her şeyin yaratıcıdan bize ulaştığı bilgisidir. Bu bilgiyi en başa koyarsak, gerisi tek zincir olan çorap söküğü gibi gelir. Eğer bunu her işin en başına koymazsak, çıkmazlara girer ve işin içinden çıkamaz oluruz. Onun için de öncellikle onun kuvvet ve kudretini bileceğiz. Bu bilmek sadece sözle değil hisle olsun.
Tamam da nasıl olacak bu iş diye düşündüm. Düşünürken de kalbimi ram etmeye gayret ediyorum. Şöyle dvam etti,
-Evladım, insan en çok neyi düşünürse, o şekle bürünür. Hatta hatta bu şekil yüzüne kadar yansır. Az marifete sahip kişiler, yüze baktıklarında, o yüzün yansıttığı manayı hemen okurlar. Öylece kaplerine inerler. İşte sen, en çok seni yaratanı düşünürsen, onun rengine bürünürsün.
Nasıl olur onun rengi diye merak ettim. Onun rengi mi olur? Diye düşünce oluştu ben de. Bilge dede devam etti;
-Ali’ciğim; bil ki her bir kişinin bir rengi olur. Bu renk bildiğim renkler değil. Bu renk kişinin sahip olduğu tüm performansları içerir. Yani renk dediğimizde, buarada bir benzetme söz konusudur. Yani büründüğü sıfat. İşte sen en çok kimi düşünürsen, onun gibi konuşmaya, onun gibi sevmeye, onun gibi insani ilişkilere bürünmeye, onun gibi yemeğe, onun sevdiklerini sevmeye, onun sevmediklerini sevmemeye başlarsın. Çünkü tüm insanlar bir birine aynadır. Hatta hatta tüm insanlar değil, tüm varlıklar bir birine aynadır. Sen sürekli gül ile olursan, onun gibi kokarsın. Sen sürekli kedi ile isen, onun gibi olmaya başlarsın. Sen sürekli ağaçla isen, onun gibi olmaya başlarsın. Bu benzerlik ruhi benzerliktir. Tabiî ki beden de zamanla başkalaşıma uğrayarak ruha tabi olur. İşte benzediğimize veli oluruz. Yani dostu oluruz.
Hikmet dede bunları söylerken, ben kendi hayatımı gözden geçirdim. En çok kimlerle olduğumu hayal ettim. Hızlıca tüm günlerimi düşündüm. Hayret ettim ve yüzümde bir güümseme belirdi. Çünkü tüm söyledikleri gerçekti. Ben kimlerle isem, huylarını düşündüm, sonra kendi huylarıma baktım, gerçekten benziyormuşum. Hikmet dede devam etti;
-Evladım; işte biz, bizi yaratanın rengine bürünürsek işte o zaman yaratıcının velisi oluruz. Rengine bürünmek de, öyle iki sözle olmaz. Burada derin bir muhabbet gereklidir. Hem aynı işin çok tekrarı olmalıdır. İşte biz her işe başladığımızda, bizi yaratanın ismini hatırlarsak, zamanla onun ismiyle bir ünsiyet elde ederiz. Öylece rengine bürünmeye başlarız.
Tamam da onun isimleri nelerdir? Onun isimlerinin kaynağı nereye dayanıyor gibi düşünceler oluşmaya başladı ki, bilge dede devam etti;
-Güzel oğlum; bizlerde bir kuvvet vardır ki, bu kuvvetin kaynağı yaratıcıdır. Yaratıcı ile münasebetimiz kesintisz devam etmektedir. Her an onunla iletişimdeyiz. Bize lazım olan her ne ise bize bize vermektedir. Bize ihtiyaçlarımızı bir sebep yaratarak verir. Her bir sebep bizim ile onun arasında bir perde olmaktadır. Biz, kendimize ulaşanı artık yaratıcıdan değil sebepten biliriz. Çünkü gözümüzün görme sınırı kısıtlı ve sadece sebi görmektedir. Yararıcının sonu gelmeyen bir akıntısı vardır. Bu akıntının içeriği ise sayılamayacak düzeyde çeşitlilik arz eder. Bu akıntıya zati nur denilmiştir. Bu akıntı, onun zatı değildir. Ama bu akıntı onun zatından gelmektedir. İşte bizim varlığımız dahi bu akıntı ile oluşmaktadır.
Bilge dedenin bu sözleri ile gözüm bana döndü. Şimdi ben de yaratıcıdan akan bir akıntı ile mi var olmuşum? O zaman bemin varlığım o mudur? Gibi düşüncelere daldım ki Hikmet dedenin ışıldayan bakışıyla silkildim. Devam etti,
-Oğlum; düşünsene, senin varlığının yapısı nasılsa, tüm varlıkların yapıları da aynı şekilde tasarım edilmiştir. Ama hiçbir varlık diğeri gibi değildir. İşte yaratıcının zatından akan akıntı, sayısız içeriğe sahip olarak tüm varlığın tüm ver unsurunu oluşturmaktadır. Ama yaratıcı bu akıntı değildir. İstediğinde bu akıntısını kısabilir. Kesebilir. Akıntının içeriğini değiştirebilir. Dolaysı bu akıntı o değildir. İşte bu akıntının sahip olduğu serüvene, yaratıcının nuru denilmiştir. Yaratıcı kendisine bir isim vererek akıntıda yarattığı her bir varlığa kendisini tanıtmıştır. Bu isim Allah ismidir. Yaratıcı kendisinden akan tüm akıntıya da Rahman ismini vermiştir. Yaratıcı akıntının içinde oluşturduğu tüm yaratımsal içeriğe de Rahim ismini veriştir. Öylce tüm varlıklar yaratıcının bu üç ismiyle daha ilk oluşum anlarında buluşmuş olurlar.
Yaratıcının bu isimlerini camiye gidip ders aldığım hoca bana söylemişti. Ama bu şekilde bir izahla ilk defa karşı karşıya kalmıştım. Hayretle dinlerden bilge dede devam etti;
-Oğlum; yaratıcı bizimle kendisi arasında beş duyumuzla irtibat kuracağımız bir insanı her defasında seçerek bizimle direk işletişime geçmiştir. İlk yarattığı insanla aynı zamanda iletişimde olarak insanlığın yeryüzünde insanı ilgilendiren yaşam standartlarını tek tek haber etmiştir. İnsanı bir irade ve istek üzere yaratarak, kendisine isteyebilme yeteneğini bahşetmiştir. İstediği yöndede kendisine doğru akıntıyı yönlendirerek istediği yaratmıştır. Bu akıntıyı insan beş duyusu ile fark edemez. Ama bu akıbtıyı kalbinin bakışıyla fark eder. İnsanın kalbinde de bir sezgi gücü verilmiştir. Beş duyudan öte esas algılama alanı işte kalbimizdir. Kalbimiz bizim içsel dünyamızı meydana getirmektir. Ve gördeğimiz varlıklar, kalbimize sürekli ilka olmaya çalışırlar. İlkaları kadar da kalbimize sahip olmaya gayret ederler. Kalbimize ya biz sahip çıkacağız veya başka varlıklar.
Bu sözler ile ben düşüncelere daldım. Nasıl yani, başka varşlıklarda mı var? Ne gibi varlıklar? Ve dede devam etti,
-Evet oğlum. Başka varlıklar da var. Hem de çok varlılar. Bunları beş duyumuzla göremeyiz. Çünkü bunlar yaratıcının akıntısındaki izahını dahi yapamayacağımız akıntı içeriğiyle var edilmşlerdir. Yaratıcının akıntısının içeriğinde birisi beş duyu ile farkına vardığımız akıntının en dış katmanıdır. İkincisi, akıntının sıcak tarafından meydana gelir. Diğeri de akıntının soğuk tarafından meydana gelir. Aslında bu akıntıların tümünü yaratıcı insanın içine akıtmıştır. Onun için de onun akıntısının sıcaklığından da, soğukluğundan da oluşan akıntı ile iletişimde olabiliyor.
Akıntının bu yönleri üzerinde düşünürken, bilge denin yanına iki genç geldi. Gençelerin ders randevusu vakti gelmişti. Gençler edep içinde huzura varıp çok düşük sesle selam verdiler. Bilge dede ikisini kucakdı, başlarını okşayıp öptü. Ve buyur etti. Ben artık eve dönmeliydim. Epey vakit geçmişti. Benim gönlümdeki bu eve dönüş isteiğine bilge dede başıyla onay vererek gidebileceğimi onayladı. Ben de vedalaşıp kapıdaki eşeğimi alarak, tekrar buluşmak ümidi ile eve doğru yola çıktım.