ÖNSÖZ
Kasabanın ıssız bir mahallesinde yaşıyordu. Gariban ve kimsesizdi. Akıllı ve zeki bir çocuktu. Hayatın verdiği zorluklarla mücadele ediyor ve yaşama tutunmaya çalışıyordu. Babası, daha kendisi doğmadan dünyaya veda etmişti. Annesinin gözetiminde ablalaları ile birlikte yaşardı. Üç kız ve bir erkek olmak üzere dört kardeşlik bir aileydi. Ali, kardeşlerin en küçüğü idi. Yaşı daha on altı idi. Kasabanın hemen arkasında uzayıp giden ormanlık dağlara eşeği ile gider, kuruyan odunları toplar ve pazarda satarak eve katkıda bulunurdu.
Ayrıca Ali, hayatın ve yaratımın amacı üzerinde düşünerek, gecesini ve gündüzünü birbirine karıştırmıştı. Günler ilerledikçe derin duygulara kapılmış bir halde, sürüp giden hayat üzerinde, kendi düşünce âlemine göre nazariyeler üretiyordu. Var ediliş üzerindeki merakı günden güne artıyordu. Kimdi, nereden geliyordu ve nereye gidiyordu? Bu ıstırap ve zorlu bir şekilde süren hayattaki esas amaç neydi? Dağların verdiği görsel ihtişamla ve dağın eteğinden uzayıp giden denizin ıssız dalgalarıyla konuşarak kendi varlığının ve dünyanın varoluşu üzerinde hayallere dalıyordu.
Bir gün gene dağların eteklerinde odun toplamak için dolaşırken bir anda dağların arasında gizlenen bir mağaranın önünde acıklı acıklı titreyen bir ney sesi duydu. Dönüp bakınca mağaranın önünde koyunlarını otlatan bir çoban gördü. Biraz ürkek adımlarla ve meraklı bakışlarla mağaraya doğru yöneldi küçük Ali. Mağaranın önüne gelince, takriben yüz civarı koyunu ney sesiyle serilip uzatan çobanla yüz yüze geldi. Ama ney sesinin verdiği coşkuyla, çoban uzaklara odaklanmış bir halde dalmıştı. Derin bir sessizlik içinde neyin sesi ile âdeta birisiyle konuşuyordu. Çoban, küçük Ali’nin geldiğini duymamıştı bile. Ali çobanı seyrederken, çoban da uzakları seyrediyordu.
Bir de baktı ki mağaranın içinden sakalları göğsüne inmiş, beyaz saçları sırtına dayanmış, iri gözlü siyah kaşlı ve tebessüm yüzlü bir dede çıkıp çobana seslendi. Çobanın masumane bir sedayla uzaklara bakan bakışını önüne alıp hürmetle Hikmet dedeye dönüp, sözlerine cankulağı kesildiğini fark etti. Kalkıp Hikmet dedeye hızlıca koşar adımla vardı. Ali biraz tuhaf birazda şaşkın bir edayla seyrine dalarken, bu manzaranın verdiği coşkuyla hızlıca mağaraya yöneldi. O dedenin kim olduğunu merak etti.
Dede, Ali’nin kendisine doğru yöneldiğini görünce, sanki bir misafiri bekler gibi içeri davet etti. Çoban ve dede içeri girerken, Ali de arkalarından içeri daldı. Bir de ne görsün, kasabanın aşağı mahalle öğretmeni de oradaydı. Hikmet dededen ders almak için rahle kurulmuştu. Kimdi bu dede? Neden öğretmen onun önünde diz çökmüştü. Çobanın acıklı acıklı çaldığı “ney”in sesi neden acıklı geliyordu? Derken Hikmet dede Ali’yi buyur etti. Senin de bizler gibi yaratılışın sırları peşine düştüğünü biliyoruz der gibi, otur dedi.
Çoban ile öğretmen, küçük Ali’nin aralarına katılmasını sanki bekliyormuş gibi heyecanla karşılandığını hayretle seyrederken, Hikmet dede söze başladı. Evlatlarım günlerdir yolunu gözlediğimiz Ali artık aramızda. Derslerimizi artık beraber işleyeceğiz. Öğretmen, küçük Ali’nin beş yıl öğretmenliğini yapmıştı. Küçük Ali’yi tanırdı. Derslerdeki suskunluğunu bir türlü çözememişti. O da dedeyle daha yakın bir zamanda tanışmıştı. Çoban ise, yeni o yıl kasabaya sezonluk çalışmaya gelmiş ve birkaç evin çobanlığını üstlenmişti. Dağda koyunlarını güderken, mağarada inzivaya çekilen bilge dedeyle tanışmış ve onunla hayatın hakikati üzerine derslere başlamıştı.
Ali, meraklı gözlerle bilge dedeye baktı. Bu ortamın nasıl oluştuğunu ve dedenin kendisini nerden tanıdığını merak ederken, dede sohbete başladı. Ali heyecan ve gözyaşları ile sanki bu anları hayalinde canlandırmış gibi, dedenin aktardıkları arasında odaklanmaya başladı. Dede varlığı bir dağa benzetti ve onların tırmanışa hazır olmalarını söyledi.
Küçük Ali tam yedi yıl bu mağaraya haftada bir gelip Hikmet dede ile birlikte dağa tırmanışın nasıl olduğunu öğrenmeye ve bizzat öğrendiklerini hayatında uygulamaya başladı. Çoban mevsimlik olarak gelip köyde çobanlık yaptığından, beş ay sonra yeniden gelmek üzere dede ile vedalaşıp memleketine dönerken, öğretmen ile Ali iki yıl beraber Hikmet dede ile birlikte yaşamın hakikati hakkında ilimler edindi. İki yıldan sonra öğretmen ani bir rahatsızlık geçirip dünyaya veda etti. Ali tek başına derslere devam ederek her hafta edindiği dersi yaşamında uygular ve seyrine sunardı. Akabinde tekrar bilge dede ile buluşarak dağlara tırmanışa devam ederdi.
Yedi yılın sonunda bilge dede her fani gibi dünyadan göç etti. Ali adeta kendi dünyasıyla bütünleştiği bilge dededen ölümle ayrılırken, edindiği seyirleri bizlerle paylaşmaya karar verdi. İşte bu eserde Hikmet dede ile Ali’nin, adeta bir dağ olarak betimlediği hayatın yamaçlarında yapmış oldukları tırmanışları hep beraber Ali’nin dilinden dinleyeceğiz.
Sizleri, Ali’nin aldığı dersler sonucu ulaştığı marifetle gönlünden süzülüp dilinden dökülen cümlelerle baş başa bırakırken, benim Ali’den dinlediğim bu cümleleri, sizlerin de ulaşacağınız kişilere ulaştırmanızı, Ali’nin benden dilediği gibi ben de sizlerden diliyorum.